Anasayfa / Makaleler / TÜRK İSLÂM BİLGİNLERİ

TÜRK İSLÂM BİLGİNLERİ

(Article 020-09.09.2014)

“Batılıların yaptığı her şey iyi ve doğrudur” mantığı toplumda genel kabul görmüş. Halbuki çok sayıda Türk İslâm bilgini, bugün modern dünyada var olan ve çoğumuzun kullandığı teknolojik yeniliklerin ata babasıdır. 1492 yılında İspanya’da Endülüs İslâm medeniyeti sona erdiğinde İslâm bilginlerine ait yüzbinlerce yazma kitap Katolik İspanyollarca şehir meydanlarında yakılmıştı. Halbuki o yakılanlar, insanoğlunun yaklaşık 3000 yıllık bilgi birikimiydi. O yıllarda Avrupa üniversitelerinin kütüphanelerine yolu düşen kitaplardan bazıları bu vahşetten kurtulmuş, bazıları ise çoklukla kitap meraklılarının eline geçmiş ve Batılılarca toplu “intihal” işlemine yani “bilim hırsızlığına” konu olmuştur.

Varlığından habersiz olduğumuz hatta ismini dahi duymadığımız o kadar çok Türk İslâm bilgini var ki, sadece isimleri bile başlı başına bir külliyat vücuda getirir. Bünyesinde onbinlerce Arapça, Farsça ve Osmanlıca kitap barındıran Topkapı Sarayı, Süleymaniye, Beyazıt ve Fatih kütüphanelerinde detaylı araştırmalar yapıldığında bunların çoğunu tespit edebileceğimize inanıyorum. Bu makale içeriğinde tanıtılan sadece üç beş İslam bilgininin bile neler yaptığı insanları şaşkınlığa sevk edecek, nereden nereye geldiğimiz hususunda bizlere az da olsa yol gösterici olacaktır.

Güneş sisteminin varlığını ortaya koyan İbn Heysem

Batılıların Alhazen ya da Alhacen ismini verdiği ve aslen Arap olan İbn Heysem, fizikçi, matematikçi ve filozoftu. Basra’da doğdu, 965-1038 yılları arasında yaşadı. Geometriği mantığa uyguladı. Euclid ve Apollonius’un geometrik ve sayısal metodlarını geliştirdi ve pratik uygulama alanlarına işaret etti. Uzayda daha başka sistemlerinde bulunabileceğini ve güneş sisteminin mevcut olduğunu söyledi. En meşhur eseri olan Kitab-ül-Menazir Ortaçağ’da defalarca Latinceye tercüme edildi ve Avrupa üniversitelerinin en önemli başvuru kitabı olarak kabul edildi. 1572 yılında “Opticae Thesaurus Alhazeni Arabis Libri” ismiyle Latinceye çevrilerek İspanya’nın Bale şehrinde bastırıldı. İbn Heysem’in fizik, astronomi, güneş ve ay sistemleriyle ilgili o kadar çok eseri vardır ki, bunların birçoğu Batı da ders kitabı olarak okutuldu. Astronomideki modern başarıların kaynağı, İbn Heysem’in parlak görüş ve teorileridir. Apollo ile Ay’a inen ilk astronotlar, orada gördükleri muhteşem kraterlere önemli kişilerin ismini verirken bir tanesini de “İbn Heysem” olarak isimlendirdi.

Bilimsel kimyanın kurucusu Er-Razi

Latince ismi Rhazes, Alrazes, Albubator ve Rasis olan ve 864 yılında Rey’de doğan Fars asıllı Er-Razi, 925 yılında ölünceye dek fizik, felsefe, tıp ve kimya alanlarında sayısız eserler verdi. Tıp ve kimya sahasında İslâm ve Batı dünyasının tek otoritesiydi. Bilimsel kimyanın kurucusudur. Modern kimya biliminin doğuşuna kadar Doğu ve Batı dünyasında onun fikirleri hakimdi. Tıp alanındaki en büyük buluşlarından birisi, kızıl ve kızamık arasındaki farkı ortaya koymasıdır. Eserlerinden çoğu Latince, İbranice ve diğer batı dillerine çevrilmiştir. Dünya ve İslâm tıp tarihinin önde gelen hekimlerinden ve liderlerinden birisi olan Er-Râzî 200 kadar eser kaleme almıştır. El-Hâvî fî’t-Tıbb, el-Kitâbü’t-Tıbbi’l-Mansûrî ve Kitâbu’l-Cederî ve’l-Hasbe Râzî’nin en çok bilinen ve çeşitli dillere çevirisi yapılan eserleridir. Bur’u’s-sâa (Bir saat içinde tedavi) Râzî’nin ilginç eserlerinden birisi olup Sultan IV. Mehmed (Avcı) zamanında 1657 yılında Türkçeye çevrilmiştir.

Modern Cerrahinin babası El-Zehravi

Endülüs doğumlu Zehravi, çok önemli bir fizikçi, cerrah, kimyager ve cildiyecidir. Avrupa’daki rönesans hareketine Zehravi’nin çok büyük tesiri olmuştur. Onu şöhrete kavuşturan ise “et-Tasrif” adındaki eseridir. Avrupalılar asırlar boyu onun eserlerini inceledi, yazdıklarından faydalanarak çeşitli buluşlar yaptı. Ameliyatlarda kullanılmak üzere çeşitli aletler keşfetti ve resimlerini çizip kitabına koydu. Kullandığı aletleri kendisine has bir metodla mikrop ve bakterilerden arındıran “madde’üs-safra” adını verdiği bir kimyasalla temizledi. Cerrahiyi bağımsız bir ihtisas dalı haline getirdi. Modern cerrahide kullanılan 200 kadar aleti buldu ve resimledi. İlk böbrek taşı ameliyatı, yaraların dağlanması, canlı hayvanlara tecrübe maksadıyla ameliyatlar yapılması, kadavrayı kesip parçalamak gibi yeni fikir ve metotları denedi. Hemofiliye dair izahlarda bulundu. Doğuma yardımcı olacak yeni metotlar buldu. Ceninin ters doğumuna müdaheleyi yine ilk defa o tavsiye etti. Onun bu yöntemini asırlar sonra Stuttgartlı jinekolog Walcher (1856-1935) sahiplendi ve bu usül “Walcher Durumu” adıyla şöhret buldu. Böylece Müslüman bir bilginin buluşu, Avrupalı bir doktor tarafından çalınmış oldu. Collum’un suni şekilde genişlemesine yarayan ve doğuma yardımcı olan kolpeurynter aletini icat etti. Poliplerin çıkarılmasında çengel uyguladı. Hizmetçisine başarılı bir trakeotomi ameliyatı yaptı. Zehravi’nin meşgul olduğu ve çağdaşlarını en fazla yoran hastalıklardan birisi de kanserdi. Akciğer iltihaplanmaları üzerinde çalışmış, göz, kulak, burun, boğaz ve diş cerrahisine önderlik etmiş ve ilk defa fıtık ameliyatını gerçekleştirmiştir. Ameliyatlarda kendine has anestezi metotları uygulamış ve bunun için banc otundan faydalanmıştır. Mafsal iltihaplarını incelemiş, varis hastalığı üzerine çalışmalarda bulunmuştur. Ameliyat sırasında mum ve alkol kullanarak kanamayı durdurmayı başarmıştır. Açık kırıklarda, yaranın bakımı için alçı sargısından bir pencere kesip açma metodu da ona aittir. Zehravi, çürük dişlerin kırılmadan çekilebilmesi için kurşunla doldurulup çekilmesi fikrini ortaya atan ilk doktordur. Diğer metallerin ağız içinde kimyasal reaksiyona gireceğini düşünerek altın tel kullanmış, demir, bakır ve altından yapılmış cerrahi aletlerini esaslı bir şekilde geliştirmiştir. İpekten ameliyat ipliği imal etmiş, burun içindeki fazlalık et parçalannı temizleyip almak için ilk defa “senanin” denilen orjinal bir alet yapmış, ilaçları mesaneye vermek için madeni şırıngayı icat etmiştir. Fransız cerrah Guy de Chauliac onun fikirlerinden faydalanmış ve “Manga Chinirgua” adını verdiği eserinde en az 200 defa Zehravi’den söz etmiştir. Zehravi’yi Müslümanlardan çok Avrupalılar tanımış, asırlarca eserlerinden istifade edip buluş ve tedavi şekillerini kendilerine mal etmişlerdir.

Çevresel determinizmin öncüsü El-Cahiz

Avrupalılarca Al-Jahiz olarak isimlendirilen ve 781-868 yılları arasında yaşamış olan Basralı El-Cahiz çok önemli bir zoolog, biyolog ve psikiyatristtir. El-Cahiz, hayvan psikolojisi üzerine inceleme yapan ilk kişidir. Doğal çevrenin hayvanlar üzerindeki etkisinden söz edip bir evrim kuramı geliştirmiş ve çevrenin bir hayvanın hayatta kalma olasılığına etkilerini incelemiştir. Kitabında besin zincirinden örneklerle bahsetmiş ve böylece bu kavramdan bahseden ilk kişi olmuştur.

Fizik ve tıp biliminin dehası İbn Sina

Batıda Avicenna olarak bilinen İbn Sina (980-1037) fizik, felsefe, matematik, astronomi, kimya, tıp ve müzik alanlarında çalışmıştır. İbn Sînâ’ya göre her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla değersiz metallerden, altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir. Aristotales’in cismin hareketiyle ilgili çelişik açıklamalarını fark etmiş ve yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın gücünü karşılaştırıp, Aristotales’in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır. İbn Sînâ, Aristotales’in yanıldığını gösterdikten sonra, kuvvet ile cisim arasında herhangi bir temas bulunmadığında hareketin niçin kesintiye uğramadığını araştırmış ve bunun nedeninin kasri meyil (güdümlenmiş eğim), yani nesneye kazandırılan hareket etme isteği olduğu sonucuna varmıştır. Onun bu düşünceleri, çeviriler yoluyla Batı’ya geçmiş ve güdümlenmiş eğim terimine Batı’da “Impetus” denilmiştir. Ancak İbn Sînâ denildiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş olan ve Batı ülkelerinde 16. yüzyıl, Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyıl başlarına kadar okutulmuş olan el-Kânûn fî’t-Tıb (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir. Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin birinci kitabı anatomi ve koruyucu hekimlik, ikinci kitabı basit ilaçlar, üçüncü kitabı patoloji, dördüncü kitabı ilaçlar ve cerrâhî yöntemlerle tedavi, beşinci kitabı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermekteydi.

En büyük eczacı ve botanikçi İbn Baytar

Endülüslü Arap bilgini İbn Baytar, en büyük eczacı ve botanikçilerden idi. Bitkiler üzerindeki çalışmaları sebebiyle “Asâb” (botanik bilgini) lakabıyla anılır. Avrupalılarca Al-Baitar olarak tanınır. Kendinden önce yaşamış Dioskorides, Galen, Hipokrat, İbn Sînâ, Gâfikî gibi bilginler tarafından yazılan eserleri inceleyip şerh yazan İbn Baytâr, botanik ilminin gelişmesine katkıda bulunmuş, bitkilerden ilaçlar üretmiş, tarlada biten ve mahsûllere zarar veren otları tesbit etmiş ve bitki çeşitlerine ait koleksiyonlar oluşturmuştur. Eserlerinde 1400 kadar bitkiyi tek tek incelemiş, bunlardan hangi ilâçlar yapılabileceğini tesbit etmiştir.

Dünyanın döndüğü, Amerika Kıtası, Ümit Burnu ve Yerçekiminin varlığı…

Yaşadığı çağın “Biruni Asrı” olarak anılmasına sebep olan El-Biruni 973 Harizm Kâs doğumludur. Arapça, Farsça, İbrânîce, Rumca, Süryânice, Yunanca ve Çinçe biliyordu. Matematik, astronomi, geometri, fizik, kimya, tıp, eczacılık, tarih, coğrafya, filoloji, etnoloji, jeoloji, dinler ve mezhepler tarihi gibi otuz kadar ilim dalında çalışmalar yaptı, eserler verdi. Tahkîk ve Kanûn-ı Mes’ûdî adlı eserleriyle trigonometri konusunda bugünkü ilmî seviyeye daha o günden ulaştı. Dünyanın çapını Newton ve Fransız Piscard’dan tam 700 yıl önce ilk defa o hesapladı. Avrupa’da buna “Biruni Kuralı” denilmektedir. Otların hangisinin hangi derde deva ve şifa olduğunu çok iyi bilirdi. Daha o çağda Ümit Burnu’nun varlığından söz etmiş, Kuzey Asya ve Kuzey Avrupa hakkında geniş bilgiler vermişti. Christof Coloumb’dan beş asır önce Amerika kıtasından ve Japonya’nın varlığından ilk defa o söz etti. Dünyanın yuvarlak ve dönmekte olduğunu, yerçekiminin varlığını Newton’dan asırlarca önce o ortaya koydu. Kıtaların kuzeye doğru kayma fikrini 9,5 asır önce o dile getirdi. Bitki ve hayvanlarda üreme konularına eğildi. Kuşlarla ilgili çok orjinal tespitler yaptı. UNESCO’nun 25 dilde çıkardığı Conrier Dergisi 1974 Haziran sayısını Bîrûnî’ye ayırdı. Kapak fotoğrafının altında, “1000 yıl önce Orta Asya’da yaşayan evrensel dehâ Bîrûnî; Astronom, Tarihçi, Botanikçi, Eczacılık Uzmanı, Jeolog, Şair, Mütefekkir, Matematikçi, Coğrafyacı ve Hümanist” yazılıydı.

Mikrobiyoloji Uzmanı Akşemsettin…

Fatih Sultan Mehmed’in hocası olan Akşemseddin, mikrobiyolojinin babasıdır. 1389 Şam doğumludur. Bulaşıcı hastalıklar üzerinde önemli çalışmalar yapmıştır. Tıp konusunda Türkçe kaleme aldığı Maddet-ül Hayat ile Arapça yazdığı Hall-i Müşkilât bilinen eserleridir. Maddet-ül Hayat isimli kitabında; “Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu zann etmek yanlıştır. Hastalıklar insandan insana gözle görülmeyecek kadar küçük tohumlar vasıtasıyla geçer” cümlesi ile mikrop ve mikro organizmalardan bahseden ilk kişidir.

İbn Rüşd…

Avrupa’da Averroes adıyla tanınan İbn Rüşd, 1120’de Endülüs’ün Kurtuba şehrinde doğan rasyonalist bir filozoftur. Zamanının en büyük doktorlarından birisi olup, tıp sahasında 16 eser yazmıştır. Bunlar arasında “Külliyât fit-Tıb” en meşhur olanıdır. Bu kitabında hastalıkları tek tek ele alarak incelemiş, hiçbir insanın hayatında ikinci defa çiçek hastası olmayacağını belirterek sebeplerini açıklamış, gözdeki retina tabakasının fonksiyonunu ilmî olarak izah eden ilk tıp bilgini olmuştur. Diğer eserlerinde de zehirler ve ateşli hastalıkları incelemiştir. İbn Rüşd’ün tıpla ilgili eseri Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Matematik, coğrafya ve astronomi ilimlerinde de söz sahibi olan İbn Rüşd bu konularda da eserler ortaya koymuştur. Kristof Kolomb, 1498 yılının Ekim ayında yazdığı bir mektupta; Averroes (İbn-ür-Rüşd) adlı bir yazarın, Yeni Dünya’nın varlığı hakkında kendisine fikir verdiğini bildirmektedir. İbn Rüşd’ün hayatını Fransız Ernest Renan yazmış ve kitabı 1856’da Paris’te basılmıştır.

Dünyanın uçan ilk insanı; İbn Firnas

Berberi asıllı İbn Firnas çok önemli bir gökbilimcidir. Tarihî kaynaklar Endülüslü Firnas’ın uzun çalışmalar sonunda yeni bir cihaz yaptığını, üzerine kumaş geçirip büyük kuş kanatları taktığını ve bu aleti çalıştırarak havalanıp süzülerek uçtuğunu kaydetmiştir. İbn Firnas’ın bu başarısı Wright Kardeşler’den 1023 yıl öncesine rastlamaktadır. Astronomi tabloları hazırladı, şiir yazdı, El-Makata adlı saati tasarladı. Kumdan cam imalatını keşfetti, ayrıca kaya kristallerini kesme yöntemini geliştirdi. Düzeltme kabiliyeti olan camı keşfederek gözlüğü buldu. Güneş ve gezegenleri hareket halinde gösteren bir Planeteryum yaptı. Bu aletiyle yıldızları, bulutları ve şimşekleri inceledi. Ay üzerinde güneybatıda 89 km çapındaki bir kratere Abbas Ibn Firnas Krateri ismi verilmiştir.

İlk insanlı roket ve paraşütün mucidi Lagari Hasan Çelebi

Tarihimizin ilk insanlı roketini ise 1632 yılında Sultan IV. Murat döneminde Lagari Hasan Çelebi yaptı. Sultan Murad’ın Kaya Sultan isimli kızı dünyaya geldiğinde geceleyin şenlikler düzenlenir. Bu tören tarihçiler tarafından şu şekilde anlatılmıştır; “Bu Lağarî Hasan elli vokıyye (okka) barûd ma’cûndan yedi kollu bir fişeng îcâd idüp, bütün gözler kendisine çevrilmiş olduğu hâlde, yardımcılarıyla birlikte cihân pâdişâhının huzûruna geldi. Sarâyburnu’nda, hünkâr huzûrında, deryâ üzere fişege Lağarî binüp önce Murâd Hân’ı selâmladı, sonra da Pâdişâh’um! Seni Hüdâ’ya ısmarladum, Îsâ nebî ile kelimâta giderüz! deyû lâtîfeler ederek son hazırlıklarını tamamladı. Herkes nefesini tutmuş vaziyette beklerken, verdiği işâretle birdenbire şâkirdleri fişege âteş idüp, Lâgarî Hasan kopan büyük bir gürültünün ardından süratle göğe doğru yükselmeye başladı. Lâgarî Hasan Çelebi bulutlar arasında ilerlerken dahî yanında olan fişenglere âteş idüb hızına hız katıyor, füzenin çıkardığı göz kamaştırcı parıltı baştan başa bütün deryâyı aydınlatıyordu. Bu müthiş gösterinin ardından bam kolında fişeng-i kebîrün (büyük fişeğin) barûdı kalmayup, Lâgarî Hasan Îsâ Aleyhisselâm’a düzenlediği ziyâreti tamamla zemîne doğru inerken, herkes Şimdi ne olacak? dercesine telâşla birbirine bakındı; tam bu esnâda Hasan Çelebi birden ellerinde olan kartal cenâhların açu gökyüzünden süzülerek aşağı doğru inmeye başladı.”

Dünyanın ilk insanlı roketiyle göğe yükselen Lagarî Hasan Çelebi, Hezarfen’in keşfettiği ve yine bir Türk icadı olan “paraşüt” ile ağır ağır yeryüzüne inmişti.

Büyük Astronom Uluğ Bey

Dünyaca ünlü Türk matematikçisi ve astronomi bilgini Uluğ Bey 22 Mart 1395’de Semerkant’ta doğdu. Saltanat yılları sırasında matematik ve astronomi ile yakından ilgilendi. Astronomiye ait tablosu yıllar sonra İngiltere ve Fransa’da basıldı. Dokuz ve onuncu yüzyılda bir usturlab ile ancak 43 işlem yapılırken, Uluğ Bey zamanında geliştirilen usturlab binden fazla işlem yapıyordu. Uluğ Bey’in usturlabı kırk metre çapındaydı. Uluğ Bey, bu arada gökyüzünün bir de haritasını yapmayı başarmıştı. Bu harita, kendisinden sonra gelecek nesillere astronomi çalışmalarında ışık tutacak, onlara rehber olacaktı. Astronomi çalışmalarının temelini teşkil eden trigonometri ilmi üzerinde de geniş çalışmalar yaptı. Trigonometride yeni bir araştırma yolu açtı. Zîc-i Ulûgî denilen cetveli, diğer ilmî eserleri ve rasatları, akademiden farkı olmayan sarayındaki çalışmalarının sonucudur. Zîc-i Ulûgî, 1655’de İngilizce, 1853’de ise Fransızca olarak basıldı. Daha sonra da çeşitli dillere tercüme edildi. Batı dünyası, Uluğ Bey’e “XV. Yüzyıl Astronomu” ünvanını layık görürken, Milletlerarası Astronomi Derneği’de Ay yüzeyindeki bir kratere onun adını verdi. Ay atlasında adları bulunan diğer iki Türk bilgini Bîrûnî ve Nasireddîn Tûsî’dir.

Mîmarbaşı İbrâhim Efendi ve ilk denizaltı

1719 yılında Sultan III. Ahmet’in, şehzâdeleri için tertip ettirdiği sünnet şenliklerinin 14. gününde göze çarpan garip olay şu şekilde anlatılır; “Mi’mâr-ı sâbık İbrâhîm Efendi’nün muhteşem san’atını icrâ ederek bizzat kendi eliyle inşâ ettiği balığın gâh timsah nakşına bire bir benzeyen dış görüntüsü ve üç çifte bir perdeye mümâsil uzunluktaki iri cüssesi; gâhî organlarının ve kıvrımlarının gerçek bir timsahmış gibi hareket edip yürümesi onu seyredenleri hayrete sürüklüyor; hattâ bu muhteşem esere baktıkça, İbrâhim Efendi’nin bu timsahı inşâ şekline vâkıf ve nasıl yaptığından haberdar olanlar dahî : ‘Aceb fi’l-hakîka timsâh mıdur? deyû şüpheye düşüyordu.”

Dünyanın timsah şeklindeki bu ilk denizaltısı kimi zaman denizin derinliklerine dalıp kayboluyor, kimi zaman denizin üzerinde ortaya çıkıyordu. Devamını okuyalım; “Bu şekilde âheste âheste, Sâhil-sarâyı karârgâhında oturan cihân Pâdişâhının huzûruna kadar geldi, tam nîm (yarım) saat mikdârı hareketine devâm ederek denizin altında uzun bir mesâfe katetti. Denizaltının bu şaşırtıcı hâli, hayret dolu bakışlarla kendisini seyreden halkın şaşkınlığına şaşkınlık katıp, onları daha büyük bir hayranlığa sevketti. Denizin üzerinde yüzmeye devâm eden timsah, Sâhil Sarayı’nın önüne iyice yaklaşıp, Pâdişâh’ın huzûrunda tekrar deryâya daldı ve balık battı, ancak bu kez tamâmen gözden kaybolup uzun müddet ortaya çıkmadı. Marmara Denizi’nin derin sularına dalan timsah tekrar suyun üstüne çıkınca, içinden çıkan rakkaslar önce ellerini çırparak raks etmeye başladılar; sonra deryânın bir ayağında timsahla birlikte yeniden gözden kayboldular. Bu hâlet bir saat kadar müddete bâliğ (varır) oldukda, âdetâ nazargâh-ı Pâdîşâhî hâline gelen denizaltı bütün ihtişâmıyla bir kez daha ortaya çıktı ve deniz yüzünde kıvrak hareketler yapmaya başladı. Nihâyetinde bir gemi gibi deryâ kenarına demir attı ve ağzından beş nefer çıkıp gösteriyi tamamladı. Meğer İbrâhim Efendi dış yüzünü balık resminde bezediği denizaltının kâyık biçimindeki zemînini katranla su geçirmez hâle getirmiş, ortasında açtığı küçük pencereleri, su almasını önlemek için çadır sûretinde ikâme etmiş; bu cezbedici gövdeye bağlı, gerektiğinde gövdenin suyun içine batıp-çıkmasını sağlayacak, ağırlık çekici birtakım âletler îcâd etmişti. Bu denizaltını inşâ ederken tedârükini görmeyi de ihmâl etmeyip, deryâ altına gövdeyi birdenbire dışarı fırlatacak araçlar âmâde eyleyüb, bunları vakti geldiğinde kullanılmaya hazır hâle getirmiş; dış tarafına ise, su altında nefes almış olmağiçün, beş on kadar yelpâzeyi anımsatan, uçları sudan bâlâda (yukarıda) bir iç havalandırma sistemi eklemişti. Mîmarbaşı bu sistemin gövde üstünde çirkin durmaması gerektiğini düşünerek, sistemin dışa sarkan uçlarını da gövde üzerine konmuş kuşlar sûretinde îmâl etmişti. Denizaltının bir tarafına da içinde iş görmiş, gûyâ deryâda mutbah (mutfak) vazîfesi görecek, yemekler kaynadub pilâv ve zerde pişürecek bir bölüm ilâve etmişti. Nitekim gösterinin sonunda, İbrâhim Efendi’nin yardımcıları timsahın ağzından birer birer çıkarken, suyun altında pişirdikleri bu pilâv ve zerdeyi tablalar içinde halka ikrâm ettiler.”

Sibernetik ve Robot Biliminin Babası Diyarbakırlı El-Cezeri

Dünyanın ilk sistem mühendisi, sibernetikçisi ve bilgisayarın mucidi olan El-Cezeri, Avrupa lisanlarında Al-Jazari olarak anılır. 1136 yılından Diyarbakır’da Cizre’nin Tor mahallesinde doğup 1233′de Cizre’de ölmüştür. Fizik ve sibernetik alanlarında çalışmış ve halen kullanılmakta olan onlarca buluşa imza atmıştır. Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamı olan El Cezerî, “Mekânik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap” (El Câmi-u’l Beyn’el İlmî ve El-Amelî’en Nâfi fî Sınâ’ati’l Hiyel) adlı eserinde elliden fazla cihazın kullanım esaslarını çizimlerle göstermiştir. Cezerî, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söylüyordu. Bu kitabın orjinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen onbeş kopyasından on tanesi Avrupa’nın farklı müzelerinde, beş tanesi ise Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır. Teorik çalışmalardan çok pratik ve el yordamıyla ampirik çalışmalar yapan Cezerî’nin kullandığı bir başka yöntem de, yapacağı cihazların önceden kâğıttan maketlerini inşa edip geometri kurallarından yararlanmaktı. İlk hesap makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizmayı geliştirdiği saatte kullanan Cezerî, sadece otomatik sistemler kurmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştı. Cezerî, otomatik kontrollü makinelerin ilki sayılan otomatik hizmetçiyi geliştirdi. Bâzı makinelerinde hidro mekânik etkilerle denge kurma ve harekette bulunma sistemine yönelen Cezerî, bâzılarında ise şamandıra ve palangalar arasında dişli çarklar kullanarak karşılıklı etkileme sistemini kurmaya çalıştı. Kendiliğinden çalışan otomatik sistemlerden sonra su gücü ve basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine denge kuran ve ayarlama yapan dengeyi oluşturması, Cezerî’nin otomasyon konusundaki en önemli katkısıdır. El-Cezerî’nin diğer bir eseri de Diyarbakır Ulu Camii’nin ünlü Güneş Saati’dir.

Atomu tarif eden ilk kişi; Cabir bin Hayyan

Aslen Türk olan Cabir bin Hayyan, “atom” parçacığını tarif eden ilk bilim adamıdır. Avrupa’da Al- Geber ismiyle şöhret oldu. Doğum tarihi tam olarak bilinmemekte birlikte yaklaşık 815 yılında vefat ettiği kabul edilmektedir. Bugünkü modern kimyanın temellerini attı. Kimya ilminde kullanılan hassas ölçüm aletlerini yaptı. Kristalleşme, damıtma, kalsinasyon, sublimasyon gibi kimyevi teknikleri kimya ilmine kazandırdı. Sülfürik ve nitrik asit gibi birçok asit ile sodyum karbonat ve potasyumu buldu. Zehir ve zehirli maddelerin yapılarını inceledi. Bu konuda Kitâb-üs-Sümum adlı eseri yazdı. Bitkilerden elde edilen bir boya ile derilerin nasıl boyanacağını ve nasıl debbağlanacağını ortaya koydu. Ateşte yanmayan kâğıt imalini gerçekleştirdi. İlk defa imbik yaptı. Çeliğin geliştirilmesi, su geçirmez kumaşların verniklenmesi, cam imalinde mangan dört oksidin kullanılması, paslanmanın önlenmesi, altın yaldızlı süsleme, boyaların ve yağların tespiti gibi alanlarda birçok buluş yaptı. Saat, nitrik asit, sıfır ve cebirin mucidi olan Horasanlı Câbir, mesafe ve mekânın tanımını 8. yy.da yapmıştı. Câbir’in en önemli bulgusu ise “zamanın” bir mekân gibi lineer bir çizgisi olduğunu” bulmasıdır. Câbir’in bu tespitini 20. yüzyılın başında Minkowski ele aldı. Lorenz değiştirgeç formülüyle birleştirdi ve Einstein teoriye dönüştürdü. Böylece zamanın ayrı bir şey değil, mekân gibi boyutları olduğu anlaşıldı. Câbir bin Hayyân, maddelerin atomik yapısını gösteren tespitler yaparak, reaksiyonlarda belirli kütlelerin belirli kütlelerle reaksiyona girdiğini söyledi. Atom hakkında, ancak asırlar sonra anlaşılabilecek şu sözleri söyledi : “Maddenin en küçük parçası olan “el-cüz’i layetecezza” da yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. Atom parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat’ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allahü tealanın kudret nişanıdır”. Onun atom teorisini yüzyıllar sonra bir batılı bilim adamı İngiliz kimyager ve fizikçi John Dalton sahiplendi. Dalton 1803 yılında maddenin bölünemez ayrık parçacıklardan oluştuğu teorisini geliştirdi ve kanıtladı. Ne kadar acı değil mi?

  1. asra gelinceye kadar kimya ilminde onun düzeyine kimse çıkamadı. Histoire de la Medicine Arabe adlı eserinde Leclerc, Câbir bin Hayyân’ı orta çağların tartışılmaz en büyük alimi, ilmi otoritesi ve derinliği ile benzeri olmayan bir üstat, metodu ile yol gösterici olması bakımından büyük bir ilim teşvikçisi ve nihayet modern kimyanın kurucusu ve tamamlayıcısı olarak değerlendirdi. Batılı bilginlerden Galileo, Francis Bacon, Newtonve birçokları ondan faydalandı. İslâm dünyasında ve Avrupa’da Câbir çağının sonu bir türlü gelmedi. Öyle ki Avrupa’da bazı kimyagerler kabul görmesi için eserlerini ona mal ederek kendi eserlerine onun ismini yazdılar. Câbir’in eserlerinin büyük bir kısmı kayboldu. Bunlardan 27 tanesi Latince ve Almanca olarak Nürnberg, Frankfurtve Strazburg’da 1473-1710 yılları arasında basıldı.

Hayvanları masal ve hikâyelerde konuşturan ilk kişi…

Yanlış bildiğimiz bir diğer konu da masal ve hikâyelerde hayvanları konuşturan La Fontaine’dir. Halbuki ondan 428 yıl önce 1193 yılında Şiraz’da doğan Fars edebiyatının büyük dahisi Şeyh Sadi Şirazi, “Bostan ve Gülistan isimli eserinde insanlara ders verme gayesiyle hayvanları konuşturuyordu. Bu kitabında çocuklara, yetişkinlere ve hatta halkını yanlış idare eden devlet idarecilerine bile verdiği misallerle yol gösteriyordu.

Bu yazıda Müslüman bilim adamlarından sadece üç beş tanesini kaleme aldım. Daha anlatmadığımız, bilmediğimiz ve keşfedemediğimiz o kadar çok insan var ki.

Bu bilim adamlarını görünce insan kendine şu soruyu sormuyor da değil; “Bize ne oldu da bu duruma düştük?”

Mehmet Akif Ersoy “Hünersizler” isimli şiirinde bilim ve teknolojideki gerilemenin nedenlerini çok güzel anlatır;

 

Bir alay mekteb-i âli denilen yerler var;

Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.

Şu ne? Mülkiye. Bu ne? Tıbbiye. Bu? Bahriyye. O ne?

O mu? Mülkiyye. Bu? Ziraat. Şu? Mühendishane.

Çok güzel. Hiçbiri hakkında sözüm yok, yalnız,

Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız.

 

İşimiz düştü mü tersaneye, yahut denize,

Mutlaka, âdetimizdir, koşarız İngiliz’e.

Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;

Hekimin hâzikı bilmem nereden celbedilir.

Meselâ bütçe hesabını yoktur çıkaran…

Hadi Maliye’ye gelsin bakalım Mösyö Loran.

Hani tezgâhlarımız nerde? Sanayi nerde?

Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester’de!

 

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber