Çarşamba , Aralık 4 2024
Anasayfa / Makaleler / “PEYGAMBER KİM Kİ? ALLAH ZATEN FETHULLAH’IN KENDİSİ!”

“PEYGAMBER KİM Kİ? ALLAH ZATEN FETHULLAH’IN KENDİSİ!”

(Article 158-01.05.2017)

Eğitimli bir Farisi veya Arap ailesinin çocuğu olan Hasan Sabbah, 1052 veya 1053 yıllarında İran’ın Kum şehrinde dünyaya gelmişti. Kum şehri o yıllarda 12 İmam inancına dayalı Şiiliğin kalelerinden biri durumundaydı.

1080 yılında Isfahan’a gelen Hasan Sabbah, 1090’da İsmaili tarikatına mensup müritleriyle birlikte Hazar Denizi yakınlarındaki Kazvin bölgesinin Şahrud vadisinde sarp kayalıklara kurulu Alamut Kalesi’ni (Arapça Aluh-amu’t) bir köylüden satın aldı ve 1124 yılında ölünceye dek 34 yıl boyunca buradan hiç ayrılmadı.

Sünni kaynaklara göre Hasan Sabbah Alamut’ta İslâm’ın sapkın bir versiyonunu uygulamış, şarabı serbest bırakmış, cinselliği bir araç olarak kullanmıştı. Ancak Sabbah’ı kendi çağdaşlarından ayıran en önemli özelliği, “suikast” yöntemini siyasi bir güç elde etmek için kullanmış olmasıydı. Bu suikastlerden en bilineni ise 1092 yılında Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ünlü veziri Nizam’ül-Mülk’e yönelik olanıydı. Derviş kılığındaki fedaileri, ünlü vezirin boğazını zehirli bir bıçakla kesmiş ve olay yerinden kaçma imkânları olmasına rağmen buna yeltenmeyerek, vezirin muhafızlarınca olay yerinde öldürülmeyi beklemişlerdi.

Müritler, kesinlikle birer derviş değil profesyonel suikastçıydı. Eğitim düzeylerine, sadakat ve cesaretlerine göre, çıraktan “üstad-ı azam”a kadar değişen çeşitli derecelere ayrılmışlardı. Hasan Sabbah’ın bizzat belirlediği tekniklerle yoğun bir ruhsal ve bedensel eğitimden geçirilirlerdi. Fedailerin sadakat ve mutlak itaat duygusu oldukça güçlüydü. 1198 yılında Alamut kalesini ziyaret eden Kudüs’ün Hıristiyan kralına fedailerinin sadakat derecesini göstermek isteyen Şeyh, kale burçlarında bulunan adamlarına kaleden aşağıya atlamalarını emretmiş, adamları bu emri derhal uygulayarak kendilerini kalenin burçlarından aşağı bırakmışlardı.

Sabbah’ın cinayetleri, hem düşmanları hem de halk üzerinde dehşet, korku ve hatta hayranlık uyandıracak nitelikte olmalıydı. Fedailer tek ya da ikili üçlü gruplar halinde görevlendiriliyor; tüccar, derviş veya dilenci kılığına giren bu kişiler cinayetin işleneceği kente gönderiliyordu. Eylem gününe kadar kentte herhangi bir olaya karışmamaya ve kuşku çekmemeye büyük özen gösteren fedailer, kurbanlarını izliyor, yaşadıkları yerleri, alışkanlıklarını öğreniyor ve büyük bir sabırla eylem anını bekliyorlardı.

Ancak, hazırlıktaki gizliliğin aksine suikast halkın gözü önünde gerçekleştiriliyordu. Cinayetler genelde kentin en büyük camisinde işlenirken, gün olarak da Cuma günü tercih ediliyordu. Hedefteki kişi ne kadar iyi korunursa korunsun bir yolunu bulup üzerine çullanıyor, bıçak darbeleriyle onu öldürüyorlardı. Bazıları bıçağı bırakıp kalabalığa söylev çekiyor, bazıları da muhafızların gelip kendisini parçalamasını soğukkanlılıkla bekliyordu. Haşhaşiler, eylemlerini herkesin gözü önünde icra ederek, bugünkü ifade ile “medya etkisini” kullanıyorlardı. Dolayısıyla, kendilerini tehlikeye atmadan ok veya zehir kullanarak uzaktan eylem yapmaları örgütün amacına uygun değildi.

Hasan Sabbah müritlerini ne şekilde eğitiyor ve koşulsuzca emirlerini yerine getiren birer mankurta nasıl dönüştürüyordu? 

Bir tarafı sarp kayalarla çevrili Alamut Kalesi’nin tepesi verimli toprakları barındırıyordu. Hasan Sabbah, bu verimli topraklar üzerinde birbirinden güzel meyve ağaçlarının yer aldığı, yemyeşil ve çiçeklerle bezenmiş sahte bir cennet yaratmıştı. Telkin gücü sayesinde yanında büyük bir mürit grubu oluşturmuş, gözü pek müritlerinin baskınlar neticesinde kaçırdığı birbirinden güzel genç kızları bu bahçelerde toplamıştı.

Müritler açısından Hasan Sabbah’ın huzuruna çıkmak büyük bir onurdu. Onunla yemek yiyebilmek ise şereflerin en şerefiydi. Beyni yıkanacak mürite bir akşam Şeyh efendiyle yemek yiyeceği söylenirdi. Hasan Sabbah, kuş sütünün bile eksik olmadığı sofrada müridinin kulağına eğilerek gizemli bir soru sorardı; “Cennet’e gitmek ister misin?” Karşı konulamayacak bu soru karşısında ne yapacağını şaşıran mürit, sadece “lütfedersiniz efendim” diye cevap verir, ardından farkında olmaksızın kendisine içirilen haşhaşlı suyun etkisiyle uykuya dalıverirdi. Alamut kalesinin eşsiz cennet bahçelerine bırakılan mürit, uyandığında muhteşem bir doğa içinde birbirinden güzel genç kızlarla karşılaşır ve tarifi mümkün olmayan üç gün geçirirdi. Kızlar, müritlere “Cennet’e geldiklerini, kendilerinin de huri olduğunu” söyleyip, asıl öldürücüyü darbeyi vururlardı; “Siz şimdi burada bir imtihandan geçiyorsunuz, sizi tekrar dünyaya göndereceğiz, eğer şeyhinizin her istediğini yaparsanız bilin ki yine buraya geleceksiniz, yoksa yeriniz Cehennem’dir.

Kızlar bunları söyledikten yenilir içilir ve her biri birbirinden güzel kızlarla ne yapılırsa yapılır, üçüncü günün sonunda bu defa kızlar tarafından müritlere yeniden haşhaş içirilerek kendilerinden geçmeleri sağlanırdı. Müritler uyandıklarında kendilerini yine Hasan Sabbah’ın sofrasında bulurlardı. Hurilerle Cennet’te geçirilen o üç muhteşem gün, onlara sanki bir an gibi gelmiştir! Bu andan itibaren hepsinin hayalinde Cennet’e gitmek ve Cennet uğruna Şeyhleri için şehit olmak vardır.

Alamut’ta eğitilen suikastçılar İran’da Selçuklulara, Suriye ve Filistin’de yerel Arap liderlere, 1097’den itibaren de Haçlılara yönelik siyasi cinayetler işleyerek yaklaşık 200 yıl boyunca kaos ve panik yarattılar. Sünni kaynaklara göre bu suikastçılar, kuşakla bağlı beyaz bir giysi, kırmızı çizme ve kırmızı başlık giyer, hançerlerini kurbanlarının göğsüne ne zaman ve nerede saplayacakları hususunda sıkı bir eğitimden geçirilirlerdi. Öldürme yöntemleri ne olursa olsun, kurbanlarını öldürdükten sonra hiç biri olay mahallinden kaçmaz, linç edilerek öldürülmeyi beklerlerdi. Çünkü ölümle birlikte gidecekleri yerin Cennet olacağı fikri beyinlerine adeta kazınmıştı.

Hasan Sabbah, 1124 yılında doğal yollarla öldü. Kurduğu İran Nizari Devleti 1256 yılında İlhanlı Hükümdarı Hülâgu tarafından tarihe gömüldü. Suriye Nizarileri ise Moğollardan kurtulmayı başardılarsa da 1265’te Mısır Sultânı Baybars’ın haracına bağlanarak etkisiz hale getirildiler. Bununla beraber, Hasan Sabbah’ın kendine has mezhebi, özellikle Kafkasya’da asırlarca var olmayı sürdürdü.

Arap yazarı İbn’ül Kalanisi (ö.1160), Haşhaşilerden 1115 yılındaki Haçlı saldırısı sırasında Şam’ı savunan şerefli ve gururlu kahramanlarolarak bahsederken, 1127 yılında Şayzar şehrini Franklardan alan “Bahram” adlı bir liderin yönettiği Nizarilerden kafalarının içinde beyin, kalplerinde inanç olmayan köylüler olarak tanımlar.

Haşhaşi (Assasini) Teriminin Doğuşu…

1256 yılında Alamut kalesini fetheden Hülâgu, kaledeki büyük kitaplığı imha etmiş, Hülâgu ile birlikte Alamut’a gelen 30 yaşındaki Cuveyni adlı tarihçi buradan bir kaç kitap kurtarabilmeyi başarmıştı. Bunlar arasında Sergüzeşt-i Seyyidinâ adlı bir kitap vardır ki, bir iddiaya göre Hasan Sabbah’ın biyografisidir. Bir başka Arap tarihçi El Cevzi’ye (ö.1350) göre Hasan Sabbah, müritlerini beyinleri uyuşuncaya kadar balla yoğrulmuş fındık ve kimyonla besler, sonrasında suikast planlarını onlara ezberletirdi.

Haşhaşilerin Avrupalıların gündemine taşınması ise Pisalı Rustichello tarafından kaleme alınan Marko Polo’nun hatıraları sayesinde oldu. Marko Polo, Hasan Sabbah ve Alamut’u şöyle betimlemişti; “O (Büyük Üstad, Hasan Sabbah), bir vadiyi çevirtmiş ve onu, her çeşit meyve ile dolu, daha önce hiç görülmemiş çok geniş ve çok güzel bir bahçe haline getirtmişti. Onun içinde hayal edilebilen en zarif köşkler ve saraylar inşa edilmişti… Ve orada serbestçe şarap, süt, bal ve su akan oluklar vardı. Müzik aletlerinin her çeşidini iyi çalabilen, çok güzel şarkı söyleyen ve seyredenleri büyüleyecek bir şekilde dans eden, çok sayıda, dünyanın en güzel kadın ve cariyeleri vardı…. Ve bu bölgelerin Müslümanları oranın Cennet olduğuna inandılar!…”

Marko Polo bundan sonra Hasan Sabbah’ın fedailerini nasıl eğittiğini, haşhaş içirerek nasıl kontrolü altına aldığını, ölüme nasıl gönderdiğini anlatır. Bu tarihten itibaren “assassin” kelimesi Batı dillerinde “suikastçı” veya “cani” anlamına kullanılmaya başlandı.

Şimdi Hasan Sabbah’tan 500 yıl sonrasına gidelim ve 1700’lü yılların ilk çeyreğinde önemli bir Osmanlı şehri olan Basra’da yaşananlara bakalım…

Asıl ismi Hempher, sahte ismi ise Muhammed olan bir İngiliz ajanının nelere yol açtığını ve bu coğrafyanın kaderini nasıl değiştirdiğini okuyalım ki bugünleri iyi anlayalım.

Hempher 1710 yılında Mısır, Irak, İstanbul ve Basra’da görevlendirilen bir İngiliz ajanıdır. Bir yıl boyunca İstanbul’da bir marangozun yanında çalışır. 1713 yılında Basra’ya gider. Burada da Abdurriza isimli bir marangozun yanına girer. Abdurriza’yı sıkça ziyaret eden Muhammed bin Abdulvehhab Necdi isimli 14 yaşında bir çocuk vardır. Muhammed, Sünni olmasına rağmen Şiiler hakkında asla konuşmaz, “Allah’ın kitabında mezhep denilen bir şey yoktur” diyerek hadis-i şeriflere pek önem vermez. Ebu Hanife’yi hafife alan ve Buhari’nin kitabının yarısının batıl olduğunu iddia eden bir gençtir.

Onun alimlere saygısızlığı, dört halifeye dahi önem vermemesi, Kur’an ve sünneti anlama hususunda farklı bir anlayışa sahip olması Hempher’ı iştahını kabartır ve onu işlemeye karar verir. Bu İngiliz ajanı, Necdli Muhammed ile yakın arkadaşlık kurup onu övmeye başlar. Bir gün ona; “Sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı, onları değil seni kendisine halife tayin ederdi. Ben, İslâm’ın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslâm’ı cihana yayacak biricik alim sensin” der. Hempher’in asıl amacı onu tuzağa düşürmek ve gizliden gizliye fikirlerini aşılamaktır.

Hempher, Kur’an-ı Kerim ve hadis kitaplarından çeşitli örneklemeler vererek yıllar içerisinde cihatın farz olmadığı, mut’a nikâhının caiz olduğu, içkinin haram olmadığı hususlarında Muhammed’i ikna eder. Bir başka zaman “namaz” meselesini tartışmaya açarak namazın farz olmadığını, “Allah’ın Kur’an’da beni anmak için namaz kılınız” dediğini, namazdan kastedilen şeyin Allah’ı anmak olduğunu, işte bu nedenle namaz kılmak yerine Allah’ın adının zikredilmesinin yeterli olduğu hususunda Necdli Muhammed’i inandırır. Muhammed’e en son darbeyi ise, 1738 yılında uydurduğu bir rüya ile vurur.

Çok iyi derecede Farsça, Arapça ve Türkçe bilen bu İngiliz ajanı, 25 yıllık beraberliğin ve uğraşının ardından Muhammed’e aynen şu hikâyeyi anlatır; “Dün gece Peygamber efendimizi rüyamda gördüm. Bir kürsüde oturuyordu. Etrafında hiç tanımadığım alimler vardı. O sırada kapı açıldı ve içeri siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda Peygamber efendimiz yerinden kalktı ve her iki gözünüzün arasını öptü. Ve sen benim adaşım, ilmimin varisisin, din ve dünya işlerinde benim vekil-i mutlakımsın dedi. Sen dedin ki, ya Resurullah! Ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum! Peygamber cevaben, sen en büyüksün, hiç korkma dedi”.

Necdli Muhammed bu rüyayı duyunca heyecanlanır ve sevinçten uçar. Rüyanın doğru olup olmadığı hususunda Hempher’a birkaç defa yemin ettirir. Hempher anılarını şu şekilde sonlandırır; “Bana birkaç defa doğru söyleyip söylemediğimi sordu. Ben de her seferinde yemin ettim. Neticede Necdli Muhammed, birkaç gün sonra Vahhabilik mezhebini ilan etti.”

1744’te Muhammed bin Abdulvahhab ile birleşerek onun manevi desteğinde Suudi hanedanını kuran Muhammed bin Suud’un torunu İbni Suud, Osmanlı’ya başkaldırıp 1805’te Medine’yi, 1806’da Mekke’yi ele geçirdiğinde bu yeni mezhebin inancı gereği Medine’deki Baki Mezarlığı’nın taşlarıyla kaleler inşa etmiş, o zamana kadar bilinen tüm İslâm büyüklerinin mezarlarını tahrip etmişti.

Vahhabiler yanında türbe olan mescitleri dahi yerle bir ettiler. Bu yüzden onlara “mabed yıkıcıları” adını verenler bile oldu. Bu katliamdan sadece Makam-ı İbrahim, Mescid-i Nebevî ve Peygamber Efendimiz’in türbesi Ravza-yı Mutahhara kurtuldu.

“Lâ-dini” yani “dinle ilgisi olmayan” Vahhabilik mezhebinin, Müslümanlar arasına nasıl nifak soktuğunu anlayabilmek için, Suudi Arabistan’daki Vahhabi imamlarının uygulamalarına göz atmakta fayda var.

Suudi Arabistan Medine İslâm Üniversitesi Rektörü anadan doğma kör Şeyh Abdulaziz bin Baz, Vahhabiliğin önde gelen isimlerinden birisidir. Süzme bir “embesil” olan bu sözde bilim adamı, Dünya’nın Sakin (dönmediği), Güneş’in Hareketli Olduğuna ve Gezegenlere Çıkmanın İmkânsızlığına Dair Akli ve Hissi Delillerisimli kitabında; “Kim dünyanın yuvarlak olduğunu iddia ederse küfür ve delalete düşmüş olur. Çünkü bu iddia hem Allah’ın, hem Kuran’ın, hem Peygamber’in reddidir. Bunu iddia eden kişi tövbeye davet edilir. Ederse ne alâ! Aksi takdirde kâfir ve dinden dönmüş bir kişi olarak öldürülür ve malı da Müslümanların hazinesine katılır. Eğer ileri sürdükleri gibi dünya dönüyor olsaydı ülkeler, dağlar, ağaçlar, nehirler, denizler bir kararda kalmazdı. İnsanlar, batıdaki ülkelerin doğuya, doğudaki ülkelerin batıya kaydığını görürlerdi. Kıblenin yeri değişir, insanlar kıbleyi tayin edemezlerdi. Velhasıl bu iddia sayması uzun sürecek birçok nedenden dolayı batıldır.” diyordu.

1999’da 90 yaşında iken ölen Şeyh Bin Baz isimli bu “kâfirin” görme engelli olduğunu hatırlatmakta fayda var. Şeyh, hem Baş Müftü ve Ulema Kurulu Direktörü hem de Bilimsel Araştırmalar Kurulu Başkanı olduğu için, ibadet ve uzay bağlamında akla takılan her soruyu ona yöneltmek gerekiyordu.

Nitekim Discovery Uzay Mekiği ile 1985 yılında uzaya çıkacak olan Prens Sultan bin Salman da öyle yaptı ve uzayda kıblenin nasıl bulunacağını, nasıl abdest alınacağını, yatsı ve ikindi vakitlerini ne şekilde anlayacağını, yerçekimsiz ortamda nasıl secdeye varılacağını öğrenmek için Şeyh hazretlerinin huzuruna çıkar. Şeyh Efendi, derin dünya görüşü ve engin astronomi bilgisiyle!; “Uzayda namaz sorun olmaz, çünkü hiçbir şey yeryüzünü terk edemez” diye kestirip atar.

Prens Sultan bin Salman uzaya çıkar ve Şeyh Efendinin dünyadan ayrılamayacağını iddia ettiği prensin yörüngedeki görüntüleri Suudi televizyonunda canlı yayınlanır.

Bugün Mekke ve Medine’yi ellerinde tutan Vahhabi kâfirler sapkınlık hususunda hiç kimseyle karşılaştırılamaz. “Vahhabiliğin esasları nedir?” diye merak edenlerin bu yazıyı okuması az da olsa Vahhabilik hakkında bilgi sahibi olmalarına imkân tanıyacaktır.

Sünni Hanefi inancına göre Allahü teâlâ cisim değildir, uzuvlardan da münezzehtir. Yarattıklarına kesinlikle benzemez. ŞURA suresinin 11. ayetinde açık bir şekilde “O’nun eşi ve benzeri yoktur” denildiği halde Vahhabiler, Taha suresinin 5. Ayetini (Rahman olan Allah, Arş üzerine istiva etmiştir.) emsal göstererek Allah’ı insana benzetir ve “Allah Kürsüye oturmuştur” derler.

FETİH suresinin 10’uncu ayetinde (Şüphesiz sana baş eğerek ellerini verenler, Allah’a baş eğip el vermiş sayılırlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir.) ve HUCURÂT suresinin 18’inci ayetinde (Şüphesiz Tanrı, göklerin ve yerin gaybını bilir. Tanrı, yaptıklarınızı görendir.) geçen; “Allah’ın eli” ve “Tanrı yaptıklarınızı görendir” kelimelerini mesnet göstererek Allah’ı eli ve gözü olan, kürsüye oturan bir insan gibi betimlerler.

Bu daha ne ki? Vahhabilere göre;

  • Âdem ne nebi, ne de resuldür”.
  • La ilahe illallah” diye zikretmek bid’at ve şirktir.
  • Yahudilerden önce tasavvufla savaşın; çünkü onlarda Mecusi ruhu vardır”.
  • Peygamberin hürmetine” demek caiz değildir.
  • Şaban ayının 15’ini namaz ve oruçla geçirmek haramdır”.
  • Dini geceleri kutlamak haramdır”.
  • “Peygamber kabrinin ziyaretiyle ilgili rivayet edilen hadisler yalandır.”
  • Hacı olsa da uzaktan Medine’ye Peygamber’in kabrini ziyaret için gelmek haramdır.”
  • Kabre hurma dalı koymak caiz değildir.”
  • Peygamberin kabri de olsa, kadınların kabir ziyareti büyük günahtır.”
  • Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir olur. Kabirde olandan işitmeyenden dua istemek şirktir. Ölü ve uzakta olan diri, işitmez ve cevap vermez. Bunların fayda ve zararları olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.”
  • Erkeğin sakalını az da olsa kesmesi haramdır.”
  • Âdet dönemindeki boşanma geçerli olmaz.”
  • Camilere minare yapmak münker iştir.”
  • Kabir başında Kur’an okumak haramdır.”
  • Boyna dua ve âyet asmak haramdır.”
  • “Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların etlerini fakirlere dağıtıp, sevaplarını Peygamberlere ve Evliyaya hediye etmek şirktir.”.

Bir diğer Vahhabi İmam Dr. Ahmad Al-Mub’i ise insanın kanını donduran başka fetvaları birbiri peşi sıra döktürüyor:

Evlilik iki şeyden ibarettir: İlki aralarında kontrat olması. Bu evliliğin ilk şartıdır. İkincisi ise karınızla seks yapmanızdır. Evliliğe girmek için minimum bir yaş yoktur. Bir yaşındaki bir kızla bile evliliğe girebilirsiniz. 7-8-9 yaşındaki kızlardan bahsetmeye bile gerek yok. Bu bir rıza anlaşmasıdır. Veli genelde baba olmalıdır. Çünkü baba kararı zorunludur. Böylelikle kız, kadın olmuş olur. Ama kız seks için hazır mıdır, ilk seferinde ilişkiye girmenin doğru yaşı nedir? Bu çevre ve geleneklere bağlı olmak üzere değişir. Yemen’deki kızlar 9-10-11 ya da 13 yaşında evlenirken diğer ülkelerde 16 olabilmektedir. Bazı ülkelerde kızların 18 yaşına gelmeden ilişkiye girmeleri kanunla yasaklanmıştır.”

Bu “imam bozması” insan aklının kabul etmesi mümkün olmayan tezlerini sıralarken, Hz. Muhammed’i referans göstermekten de çekinmiyor; “Hz. Muhammed izlediğimiz bir modeldir. Hz. Ayşe’yi 6 yaşında kadını olarak aldı. Fakat 9 yaşında iken onunla ilişkiye girdi. Hz. Muhammed’i modelimiz olarak görüyoruz. Eğer veli baba ise ve uygun bir ortamda evlenilmişse bu evlilik geçerlidir. İnsanlar kendilerini çeşitli koşullar altında bulabilmektedir. Örnek olarak; 2-3 hatta 4 kızı olan-ki hiç karısı olmasın- ve bir yolculuğa çıkmak zorunda kalsın. Kızını böyle bir durumda evlendirse iyi değil mi? Onu koruyacak ve destekleyecek ve uygun bir yaşa geldiğinde onunla ilişkiye girecek. Bütün erkeklerin azılı kurtlar olduğunu kim söylüyor?” diyerek, sözlerine kendince mantıklı bir açıklama da getiriyor.

Halbuki Peygamberimiz Hz. Ayşe ile 18-19 yaşında evlenmiştir. İslâm da “sübyan bir kızla evlenme” diye bir şey asla söz konusu değildir. Çünkü Araplarda kız çocukları ancak akil baliğ yaşına ulaşınca yani ay hali görmeye başlayınca adamdan sayılır ve yaşı hesaplanmaya başlanırdı. Bu durumda Hz. Ayşe evlendiğinde 9 yaşındaydı demek, “Akil baliğ olalı 9 yıl olmuştu, 9 yıldır ay hali görüyordu” demektir. O devirde ortalama bir kız 12-13 yaşında ay hali görmeye başladığına göre Peygamber Efendimiz Hz. Ayşe ile söylenenlerin aksine 9 yaşında değil 18-19 yaşlarında evlenmiştir.

Bu coğrafyada hain de eksik olmaz, kâfir de!

Şimdi tarihte 300 yıllık yeni bir atlama yapalım ve 1974 yılında bu coğrafyada kendini gösteren yeni “lâ-dini” yapılanmalara dikkat kesilelim.

1974 yılında İslam coğrafyasında üç tane örgütün temelleri atılmıştır.

Bunlardan birincisi Pakistan’da etkin olan Muhammed Tahir el Kadri, diğeri Irak’ta örgütlenen Muhammed Kesnizani, sonuncusu ise Türkiye’deki Fethullah Gülen yapılanmasıdır.

Muhammed Tahir el Kadri Yapılanması…

Din alimi ve Pakistan Halk Hareketi (PAT) lideri Tahir el Kadri, 19 Şubat 1951’de Pakistan’ın Jhang şehrinde tıp doktoru, din alimi ve şair bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Eğitim hayatına 1955’te bir Hristiyan! okulunda başlayan Kadri, çocuk yaşta iken hem İslamiyet hem Hristiyanlıkla tanışır.

1974 yılında Lahor Pencap Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden birincilikle mezun olan Kadri bir süre avukatlık yaptıktan sonra, 1978 ile 1983 arasında mezun olduğu ve daha sonra hukuk doktorasını tamamladığı fakültede hukuk eğitmeni olarak görev yapar. Urduca, Pencabi, İngilizce, Farsça ve Arapça bilen Kadri, bu özelliği ile uluslararası din alimleri arasında önemli bir yer edinir.

1980’lerde Kadri’nin konuşmaları birçok din alimini kızdırmaya başlar. Çünkü Kadri, sıkça Hazreti Muhammed ile ilgili rüyalar görmektedir. Servetinin kaynağı ise gerek Pakistan’da gerekse diğer ülkelerde açtığı eğitim kurumlarıdır. Hristiyan ve Müslüman alimlerin bir araya geldiği Müslüman-Hristiyan Diyalog Forumu’nun da başkanı olan Kadri, Ekim 1981’de değişik dini azınlıklarla dinler arası diyalog sürecini başlatan Lahor’daki Uluslararası Minhaj-ul Kuran Örgütü, Minhaj Üniversitesi ve Minhaj Refah Vakfı ile gücüne güç katar. Dünyanın birçok şehrinde şubesi bulunan Uluslararası Minhaj-ul Kuran Örgütü’ne 2011’de Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi tarafından “Özel İstişare Statüsü” verilir.

25 Mart 1989’da halen liderliğini yaptığı Pakistan Halk Hareketi adlı siyasi partiyi kurar ve 1990 yılında genel seçimlere katılır. 1999 yılında General Pervez Müşerref, Navaz Şerif hükümetini darbe ile devirdikten sonra yapılan ilk seçimde Kadri milletvekili seçilir. Müşerref’ten emeklerinin karşılığında en azından Din İşleri Bakanı yapılmasını beklerse de umduğunu bulamaz ve bu gelişmenin ardından 2004’te milletvekilliğinden istifa edip 2005’te Kanada’ya yerleşir. Kadri, Kanada’dan parti çalışanlarına hitap etmeyi sürdürür. Avrupa, Amerika ve Ortadoğu’da yaşayan Pakistan’daki eski öğrencileri sayesinde bir ağ kurmayı başarır ve yüksek miktarlarda paralar toplar. Büyük bir servet edinen Kadri, Aralık 2012’de ani bir kararla “Siyasetini değil devletini koru” sloganıyla Pakistan’a geri döner. Kanada’dan döndükten sonra siyasi bir kampanya başlatan Kadri, hükümetin yolsuzluklarını protesto etmek amacıyla “milyon kişilik yürüyüş” adı verdiği protestoyu başlatır.

Fakir Pakistan halkının milli ve hissi duygularına hitap etmeyi iyi bilen Kadri, halkın hassasiyet gösterdiği yolsuzluk ve rüşvet gibi hususları hemen her aşamada kullanmak suretiyle Pakistan siyasetini yıllardır yıpratmaktadır.

Muhammed Kesnizani Yapılanması…

70’li yılların ilk yarısında bu coğrafyada yaratılan ikinci bir terörist organizasyon ise Kesnizani yapılanmasıdır. Kürtçe kökenli bir kelime olan “Kesnizani”nin anlamı da yeterince gizemlidir; “kimse bilmiyor, kimsenin bilmediği”.

Kesnizani” tarikatının kurucusu Şeyh Abdülkerim Kesnizani’dir. Süleymaniye’de bir aşiret lideri iken her nasılsa birden bire Şeyhlik mertebesine yükselen bu zat, tarikat liderliğini 1978 yılında İktisat Fakültesi mezunu! oğlu Muhammed Kesnizani’ye devreder.

Babasından farklı olarak Muhammed Kesnizani oldukça gizemlidir. Yeni ve acemi müritler onun “ayağını”; kıdemli müritler “elini”; üst düzey (bölge imamı) müritler ise ancak “omuzunu” öpme şerefine nail olabilirdi.

Tarikatın siyaseten güçlenmesi İktisatçı! (dikkat edin ilahiyatçı bile değil) Muhammed Kesnizani ile başlar. Tarikat toplantılarındaki sohbetler, ezoterik anlatımlarla süslenir. Kadirilerde kanlı-bıçaklı sahneler hoş karşılanmadığı halde, müritlerin dikkati bu tür gösterilere kaydırılır. Jilet ve cam kırıklarını yeme, vücudun değişik bölgelerine bıçak ve şiş saplama şeklindeki kanlı gösteriler izleyenleri adeta büyüler. Gösteriler sırasında müritlerden ölen olduğunda ise, mürit suçlanır ve “tam inançlı olmadığı, ihlas ve huşu ile yapmadığı için öldüğü” ifade edilir.

Kesnizani tarikatının zihin yıkama modeli; “Telkin”, “Taht” ve “Tavus” prensibi üzerine kurulmuştur.

Telkin-Taht ve Tavus…

İlk aşama olan “telkin sürecinde; tarikat mensupları, profesyonel kişilerce örgüt evlerinde tertip edilen özel sohbet toplantılarında Şeyh Efendi’ye karşı koşulsuz saygı duymaya kodlanır.

İkinci aşamada; müritlere, Allah adına “taht” ikramı yapılır. İşsiz güçsüz insanlara devlet kademesinde belli bir komisyon karşılığında iş teklif edilirken, hali hazırda devlet memuru olanlara da makamda yükselecekleri vaat edilir.

Üçüncü aşamada “tavus” devreye girer. Tavus devreye girdi mi, artık büyünün, ezoterik anlatımların, kehanet ve kerametlerin yolu açılır. Müritlerin rüyalarına giren “Peygamber” hikâyeleri, Şeyh efendinin Allah ve Peygamber ile sürekli görüştüğüne yönelik anlatılar ve çağdaş hipnoz yöntemleri kullanılarak müritler adeta uyuşturulur ve kelimenin tam anlamıyla; zihinleri kontrol altına alınan ve her istenileni sorgusuzca yerine getiren “mankurtlarsürüsü oluşturulur.

Irak’ın 33 yıllık lideri Saddam Hüseyin, 2003’deki Amerikan askeri işgali sırasında ülkeyi sırtından hançerleyen Kesnizani tarikatı ve müritlerince devrildi. Kesnizani mensupları, devletin tüm kritik kurumlarına, maliye, milli eğitim, ordu, emniyet, istihbarat başta olmak üzere sarayın tüm kılcal damarlarına yıllar içinde sızmışlardı. Saddam’ın karısı Sacide, kardeşleri Vatban ve Barzan ile oğlu Uday bile müritler arasındaydı. Devletin kilit noktalarında bulunup bu tarikata katılma konusunda tereddüt edenler ya ortadan kaldırılıyor ya da MOSSAD ve CIA’nın yeşil dolarları ile ikna ediliyordu. Saddam’ın en güvendiği adamlardan biri olan İbrahim İzzet El Duri’de Kesnizani tarikatı mensubuydu.

Saddam bu durumu fark ettiğinde iş işten çoktan geçmişti. 1990’lı yıllarda başlayan devlet kademelerine sızma hareketi, 2000’li yılların başında artık tamamlanmıştı. Amerikan işgal güçleri 2003 yılında Basra’dan Bağdat’a doğru ilerlerken, Şeyh Muhammed Kesnizani, “Amerikan askerlerine direnmemeleri” hususunda müritlerine fetvalar veriyor, onların sanıldığı kadar tehlikeli olmadığını söylüyordu. Onun bu telkinleri sayesinde, ülkenin bağımsızlığı için savaşması gereken generaller, beyaz bayrakları havaya kaldırarak Amerikan işgaline göz yumdu.

Sonuç? Üçe bölünen ve bir daha asla birleşmeyecek olan Sünni, Şii ve Kürt Irak…

İşgal sonrasında, ABD ve dolayısıyla Kesnizani ile işbirliği yapmayan onbinlerce bilim adamı, araştırmacı, fikir insanı, cemaat önderi, doktor, hakim, savcı, avukat, gazeteci, mühendis, teknisyen, bürokrat ve memur öldürüldü. Bunların kimileri kurşunlanarak, kimileri ise işkenceyle ortadan kaldırıldı. Devlet arşivleri, kütüphaneler, müzeler, tapu ve nüfus kayıtları başta olmak üzere devletin tüm arşivleri imha edildi, Irak’ın insan, kültür ve tarih hafızası yok olup gitti.

Kesnizani ile Fethullah Gülen yapılanmasının yöntem ve telkinleri birbirine ne kadar benziyor değil mi?

Örgüt evlerindeki sohbet ve telkinler, mevki ve makam vaatleri, ezoterik anlatımlar, rüyada görülen Mehdi ve Peygamber hikayeleri, Kesnizani’nin “Amerikalı askerlere direnmeyin” telkinine karşılık, Fethullah Gülen’in “Haçlı’nın ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir. Onlar sizin karınıza kızınıza el sürmezler” şeklinde sarf ettiği cümleler birebir aynı değil midir?

Sadece Kesnizani ve Fethullah Gülen benzerliği bile, Türkiye’nin etrafında nasıl bir kumpas kurulduğunun ve kan kokusu alıp avının etrafında dolanmaya başlayan sırtlan, köpekbalığı ve akbabaların ülkemize saldırmalarının en büyük göstergesi değil midir?

14 Asırlık İslâm dünyasının yarattığı en büyük Haşhaşi: Fethullah Gülen…

Haşhaşi teriminin Türk halkı nezdinde gündeme oturmasına hiç şüphesiz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı bir konuşma neden oldu. Cumhurbaşkanı (o yıllarda Başbakan idi) 17/25 Aralık 2013 Yargı ve Emniyet Darbesi sonrasında, Fethullah Gülen ve mensuplarını kastederek bu örgüt mensuplarını “Haşhaşi” olarak nitelendirmişti.

Türkiye’nin son 40 yıllık siyasal ve politik yaşantısında kamuoyunu meşgul eden, gündem yaratan, ülkeyi sarsan ne kadar suikast, eylem, toplumsal olay varsa bunların tümünün altından öyle veya böyle FETÖ yapılanması çıkıyor. 15 Temmuz 2016 Darbesi, kendilerini “Hizmet Hareketi” olarak tanımlayan bu kişilerin gerçek arzularını ortaya koyması bakımından önemli bir dönüm noktasıdır.

Fethullah Gülen, Türk halkı nezdinde artık fakir çocuklara kol kanat geren, onlara yurt ve barınma imkânı sağlayan, okutan ve işe yerleştiren bir figür olmaktan çıkmıştır. Karşımızda Müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, “Ilımlı İslâm” tanımlamasının arkasına sığınıp İslâmın yeni bir versiyonunu değil de, tamamen farklı bir din yaratmayı kafasına koymuş saplantılı bir kişilik bulunmaktadır. Tıpkı Arap yazarı İbn’ül Kalanisi (ö.1160)’nin Nizariler için kullandığı “kafalarının içinde beyin, kalplerinde inanç olmayan köylüler” şeklinde yaptığı tanımlama gibi.

Fethullah Gülen tarzındaki adamların varlığı tüm İslâm coğrafyası için yeni bir şey değildir. “Baş örtüsü füruattır”, “namaz kılmaya gerek yok”, “oruç tutmayın” şeklinde sapkın fetvalar veren ve bırakın bir İslâm alimi olmayı, ilkokul mezunu olmayı bile başaramamış bu sapkının fikir ve düşünceleriyle Vahhabilik inancının temel öğretilerini lütfen karşılaştırın.

Bunlar yazılı olanlar. Bir de televizyon kameraları karşısında salya sümük ağlayıp dansöz misali kıvırtarak verdiği fetvalar var ki onlar daha vahim. Bunlardan birkaç tanesi şunlar;

  • “Cebrail gelse, parti kursa, kusura bakma, ben senin kurduğun partiye girmem.”
  • “İmam hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılmasının bir mahsuru ve zararı yoktur. Millet dinini ilahiyat fakültelerinde öğrenir”.
  • “Beceremedin bırak, istifa et” (Başbakan Erbakan’a hitaben)
  • “En nefret ettiğim kişi; USAME BİN LADİN”
  • “Bana bir şefaat hakkı verilse, Bülent Ecevit için kullanırım.”
  • “Başörtüsü bir teferruattır”
  • “Başınızı açın, üniversitelere girin” (28 Şubat sürecinde başörtülü kızlara)
  • “Haçlının ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir. Çünkü sizinle onlar arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar sizin kadınınıza kızınıza ilişmezler. Mabedinize ilişmezler. İlişmemiş Haçlılar.”

Fethullah Gülen hakkında yazılacak o kadar çok şey var ki detaylı olarak yazılmaya kalkışılsa koca bir külliyat olur.

Artık şu çok açık ve net şekilde ortaya çıkmıştır; bu adam Türkiye ve Türki Cumhuriyetler başta olmak üzere İslâm dünyasında ayrışma yaratmak amacıyla Batılılarca kurgulanmış bir figürdür. Bu adamın İslâm diniyle ve Müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır.

Irak’ta ortaya çıkan Kesnizani yapılanması ile yine aynı yıllarda Türkiye’de palazlanmaya başlayan Fethullah Gülen yapılanması birbirinin tıpatıp aynısıdır.

Batılılar, Doğu toplumlarına ve Müslümanlara karşı artık klasik Haçlı Seferleri’ni tercih etmiyor. Bunun yerine operasyon yapılacak ülkenin zayıf toplumsal halkalarını kullanıyorlar. 100 salak, 100 bin dolar para ve 100 kaleşnikof formülüyle irili ufaklı terör örgütleri oluşturuluyor. İslam dünyasındaki mezhep, tarikat ve cemaatler manipüle ediliyor. Kelimenin tam anlamıyla “iti ite kırdırma” politikası izleniliyor.

Geçmişte sömürgeciliğin öncü kuvvetleri olarak Hıristiyan misyoner okullarını kullanan Batılılar, artık bu okulları Müslümanlara açtırıp, “imanlı nesiller yetiştirme” uğruna finansmanını da Müslümanların bizzat kendisine yaptırıyor. Bu okullarda, küresel elite hizmet edecek zihnen ve fikren “iğdişleşmiş” köleler yetiştirildiğinin en bariz örneği; Muhammed Tahir el Kadir, Muhammed Kesnizani ve Fethullah Gülen yapılanmasının “mankurtlaşmış” müritleridir.

Kesnizani tarikatının insan devşirme yöntemini, Hasan Sabbah’ın Alamut kalesinde yetiştirilen fedaileri, Kesnizani’nin jilet, cam ve çivi yiyip vücutlarına şiş saplayan müritleri ve gece gündüz Peygamber efendimiz ile muhabbet eden! Fethullah Gülen’in “Işık Evleri”nde yetişen öğrencileri ile karşılaştırın.

Işık evleri”ndeki sohbet toplantılarında insanların Fethullah Gülen’e karşı koşulsuzca bağlanmaları, bu kişilere mevki ve makamda yükselecekleri hususunda teminatlar verilmesi ve son olarak gerek 17/25 Aralık 2013 gerekse 15 Temmuz 2016 darbesinde yaşandığı üzere kendilerinden istenileni sorgusuzca yerine getirmeleri, Alamut kalesinin burçlarından atlayan fedailerin yaptıklarıyla birebir örtüşüyor.

Tek bir farkla!

Alamut kalesindeki sahte Cennet’te hurilerle yatıp kalkabilmek ve öldüğünde orada yer edinebilmek için Şeyhinin bir dediğini ikiletmeyen erkek fedailer yerine, Cennet’in en güzel köşesini kapabilmek için onun bunun yatağına giren ahlâksız ve edepsiz ablaların kullanılması!

Bu kadarına da pes artık!

Hasan Sabbah’ı iyi okuyan ve dersini iyi çalışan İngilizlerin, 1700’lü yılların ilk çeyreğinde Muhammed bin Abdulvahhab üzerinden Vahhabilik mezhebini icat etmeleri, ardından Türk İslam Halifeliğine son vermeleri ve nihayetinde Kadri, Kesnizani ve Gülen gibi hainleri içimize sokup Müslümanlara karşı kullanmaları ne kadar ilginç değil mi?

İsminin başında “akademisyen” ünvanını kullanan ÖNDER AYTAÇ isimli bir geri zekâlı ebleh “Hocaefendi bize şah damarımızdan daha yakındır. O yaptıklarımızı görür, duyar ve bilir” şeklinde bir tweet atmıştı.

Yüce Allah KAF suresinin 16’ncı ayetinde; “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona ŞAH DAMARINDAN daha yakınız” demiştir.

Bu beyinsiz salağın yazdıkları Allah’ı yok saymaktan başka bir şey değil. Akıl ve izandan yoksun müritlere göre; “Peygamber kim ki? Allah zaten Fethullah’ın kendisi”.  

Bu ümmet ve millet nelerle uğraşıyor görüyorsunuz değil mi?

Bu arada isminin başında profesör ünvanı yazan nice ilâhiyatçımızın yıllar boyu sadece gevezelik yaptıklarını, mevcut bilgileriyle İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın İslâm kürsüsünde temizlikçi bile olamayacaklarını, İngilizlerin ve yabancı istihbarat kuruluşlarının Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere İslâm coğrafyasında kaleme alınan bütün hadis kitaplarını satır satır okuyup Müslümanlar arasına fitne sokmak için gece gündüz çalıştıklarını da özellikle ifade etmek isterim.

Koca İslâm dünyası maalesef ikinci bir Abdulehad Davud çıkaramamış. 2. Abdulhamit’in keşfettiği bu eşsiz insanı sizlere bir başka yazımda anlatacağım.

Allah Türklerin ve Müslümanların yardımcısı olsun.

 

Dr. Mehmet Hakan Sağlam

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

2 Yorumlar

  1. Sayın hocam, f gülen dinde gerçekten aykırı yaşam sergilese 40 yıllık oluşum deniyor daha önce ortaya çıkardı ki düne kadar bilinen çok Prof ilahiyatçı falan müdavimleriydi ki alt tabaka da derdi sadece din olan çok insan vardı ve merak edilen diğer husus, tüm bu tecrübelerden sonra koca bir devlet nasıl önce farkedip önlemedi çünkü şimdi ekranlar ben biliyordum ben ısınamamıştım ben uyarmıştım diyen kehanet uzmanları olmasına rağmen, cevap bekleyen bu konularda halk daha aydınlatılamamıştır ve bu meseleden tutuklananlardan gerçekten pişman mağdur olanlar neden tutuklu bekleniyor hüküm giymeden suçlu muamelesi görüyor.üst tabakada kaçanların kaçmış olmasına rağmen alt tabaka nereye kaçabilir

  2. Mehmet özparlak

    Saygıdeğer hocam devleti akıl mantık feraset yönetir.tasavvuf bunları besler ama yönetmeyi gaye edinmez çünkü iman olmadan ancak firavun olursun..islamın özü Allah cc kul olmak O nu tanımak ve sevmektir.bu uğurda sünnetullaha tam uymaktır.İslam tarihi boyunca Allah dostları Şeyh ler hep olmuştur.hayatları ve yaptıkları ortadadır.yazılarınız gerçekten çok güzel.ama işin bu tarafından hiç bahsetmediğiniz gibi sanki bütün tarikatlede böyledir.şeyh efendilerinde sonu böyledir gibi bir imada bulunuyorsunuz gibi oluyor.Bukadar kıymetkar yazılarınız da sahipsiz kalıyor.lütfen cefakar ve vefakar insanları hainlerle karıştırmayın.şu ahir zamanda imanının derdine düşenleri küçük görüp bir darbede siz indirmeyin.yunuslar mevlanalar hep o tekkelerde yetişti.bize düşen bu şimdi ne durumdadır bunu insaflı analiz etmek.15 temmuzda en çok şehit olan sofi kardeşlerimizdi.peki o ruh ne idi nereden geldi.uzmanların analiz yazılarından,mankurtlardan,yada akıl mantık hocalarının müritlerinden mi neşet etti.saygıdeğer hocam analizlerinizde bir nebze de olsa hatırlanmayı umut ediyoruz.çünkü bir hakkı yerine koymak adalet koymamak zulümdür.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber