(Article 187-09/10/2017)
Bugün elime çok güzel bir kitap geçti. TurkishTime tarafından çıkartılan bu kitabın ismi; “BİLİME YÖN VEREN 100 TÜRK”. Biyogenetikten nanoteknolojiye, enerjiden gen teknolojilerine kadar bilim dünyasında kendini ispat etmiş son derece değerli 100 insanımızı ele almışlar. İçlerinde kamuoyunun yakından tanıdığı Aziz Sancar olduğu gibi, birçoğumuzun ismini dahi duymadığı hepsi birbirinden kıymetli çok sayıda kişi var. Kitapta yer almayı hak edenler, bilimsel çalışmalarıyla en fazla atıf alan bilim insanlarının sıralandığı H-Endeksi (H Index) dikkate alınarak belirlenmiş. Gökhan Hotamışlıgil, Aziz Sancar, değerli dostum Çetin Kaya Koç, İbrahim Haznedaroğlu ve diğerleri.
Ben bu kitabı farklı bir bakış açısıyla değerlendirmeye tabi tuttum ve çok ilginç sonuçlara ulaştım. Öncelikle bu 100 bilim insanının neredeyse tamamı, çalışmalarını Princeton, MIT, Harvard, Ontario, Zurih, Pittsburgh, Texas, Washington, Waterloo, Stanford, Yale gibi Avrupa ve Amerika’daki en önemli üniversitelerde yürütmekte.
Ancak bunlar içinde birisi var ki bence çok önemli. Önemli olması hali hazırda büyük bir devlet üniversitesinin rektörü olmasından kaynaklanıyor. Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü Profesör Dr. BAHRİ ŞAHİN, üniversite bünyesindeki Gemi İnşaatı ve Denizcilik Fakültesi’nin kurucularından olup, Uluslararası Hidrojen Teknolojileri Merkezi’nde (ICHET) yönetim kurulu üyesi olarak görev yapmakta. Termodinamik, enerji üretim sistemleri, termal sistemlerin dizayn ve optimizasyonu alanlarında çok sayıda uluslararası çalışmaları olan Şahin 2014 yılında ICCI tarafından Enerji Ödülü’ne layık görülmüş.
Türkiye’deki üniversitelerin Bahri Şahin gibi donanımlı kişilerce yönetilmesi en büyük temenni ve arzumuz. Ancak “Bilime Yön Veren 100 Türk” isimli kitapta yer alan bilim insanlarının neredeyse önemli bir kısmı, Türk üniversitelerinde çalışmayı çok arzu etmelerine rağmen bu isteklerini bir türlü hayata geçiremiyorlar.
Nedeni çok basit: Türkiye’deki akademisyen ve idareci kadrosunun çapsızlığı, kıskançlığı, bilimsel yetersizliği, arsızlığı, edepsizliği, ahlâksızlığı.
“Bu cümleler çok ağır oldu!” diyebilirsiniz ancak maalesef durum tam da böyle. Kendilerinden başka hiç kimseye yaşam şansı tanımayan, laboratuar anahtarlarını babalarının tapulu malıymış gibi ceplerinde taşıyan, asistan yetiştirmeyen, bırakın uluslararası yayın yapmayı ulusal dergilerde yayınlanmış makaleleri bile bulunmayan, kadro ve kürsü aşkıyla yanıp kavrulan, iki saat fazla ek ders ücreti alabilmek için ondan bundan ders dilenen akademisyenlerle kim çalışmak ister ki?
Vatanına olan minnet borcunu ödemek için büyük umutlarla Türkiye’ye dönen ve fakat ne kadro, ne oda, ne itibar göremediği için geldikleri ülkelere gerisin geriye kesin dönüş yapan çok sayıda bilim insanı tanıdım.
Prof. Dr. Bahri Şahin, işte bu hengame içerisinde ayakta kalabilen, üniversitesini önemli bir dünya üniversitesi yapmaya gayret eden son derece değerli bir bilim insanı.
Bu arada Sayın Rektörün sadece Yıldız Teknik Üniversitesi’ni yönettiğini de zannetmeyin. Üniversite’nin teknopark ve akademik birimleri içine çöreklenmiş FETÖ ve Mafya gruplanmalarıyla da mücadele edip, bu tarz yapıları Üniversite’den kazıyarak atan Bahri Şahin hocaya “Allah yardımcınız olsun” demekten başka bir şey yapamayız.
Üniversiteler kapasitesiz, çapsız ve yetersiz olunca bakın neler oluyor. Şimdi biraz da bu konuyu ele almak istiyorum.
14 Mayıs 2017 tarihinde CHP’nin düzenlediği bir çalıştaya katılmak üzere Bursa’ya giden Kemal Kılıçdaroğlu, programların ardından çoğunlukla üniversite öğrencilerinin yaşadığı Görükle Mahallesi’ndeki bir kafeye giderek gençlerle buluşmuş, masada gençlerle çay içmiş ve Maliye bölümü öğrencilerine müthiş ve son derece önemli! tavsiyelerde bulunmuştu; “Üretime dayalı yatırım yapmalıyız. Sakız üretmeliyiz, katma değeri yüksek ürün üretmeliyiz, bez üretmeliyiz, demir-çelik üretmeliyiz.”
Bilimsel gelişmişliğin arttırılması noktasında CHP’liler oldukça ilginç fikirler sunabiliyor. 2014 yılında da CHP’li Ensar Öğüt’ün “ÖZGÜR İNEK” fikri kamuoyunu uzunca süre meşgul etmişti. Ensar Öğüt, CHP’nin oylarının artması için; “Merada özgür dolaşan inekler yetiştirelim. Onun sağlıklı etini yedirelim, sağlıklı nesiller yetişsin. Bu Omega 3 değeri yüksek hayvanların eti insanlar zeki olur. İnsanlar zeki olursa, okur, CHP’ye oy verir” ifadelerini kullanmıştı.
Türkiye’nin en eski ve köklü partisi olan CHP’nin lideri ve o partinin bir milletvekilinin topluma verip verebileceğini sadece bu iki örnekten anlayabilmek mümkün.
Peki bu ülkeyi nasıl kalkındıracağız? Nasıl büyüteceğiz? Nasıl zenginleştireceğiz? Dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına nasıl sokacağız?
Biraz da bunu konuşmak gerekiyor.
AR-GE’ye dayalı ürün geliştirilmediği takdirde, gelişmekte olan ülkelerin “dış ticaret açığı”, döviz darboğazı, enflasyon, devalüasyon, stagflasyon, kısacası iktisadın tüm lasyon ve losyonlarını yaşamasından daha doğal bir şey olamaz. Neden mi? Çünkü örneğin Türkiye’de dış ticaret açığının yüzde 32’si ileri teknolojiye dayalı ürün ticaretinden kaynaklanıyor.
TİM verilerine göre, kilogram başına ihracat gelirimiz geçen yıl 1.44 dolar seviyesinde iken, bu yıl 1.39 dolar düzeyine geriledi.
Büyük ölçüde enerji kullanarak ürettiğimiz demir çeliğin kilosunu 0.53 dolara ve yine yüksek oranda enerji kullanarak üretilen çimento, cam ve seramik ürünlerinin kilosunu 0.13 dolara ihraç ediyoruz.
Yaş meyve ve sebze ihracatı ekonomimiz için son derece önemli ama yaş meyve ve sebzede kilogram başı ortalama ihraç fiyatımız sadece 0.58 dolar. Otomotiv ihracatında ise kilogram fiyatımız 6.42 dolar. Buna karşılık ihracat konusunda otomotiv endüstrisi ile başa baş yarışan hazır giyim ürünlerini ise 16.13 dolarlık kilogram fiyatı üzerinden ihraç ediliyoruz.
Hazır giyim sektörüne girdi sağlayan tekstil ve tekstil hammaddelerinin kilogram fiyatı ise sadece 4.30 dolar. Bu iki rakam arasındaki fark, giyim sanayinin katma değer yaratmadaki önemini ortaya koyuyor.
Makine ve makine aksamı ürünlerinde kilogram başına ihraç fiyatı 5.74 dolar gerçekleşirken, elektrik ve elektronik sanayinde bu rakamın 4.82 dolar olması, teknoloji yoğun değil de sıklette ağır ürün ihraç ettiğimizin en büyük göstergesi.
Bu arada 1 kg. bilgisayarı 600 dolardan, akıllı telefonların kilosunu 2 bin dolardan ithal ettiğimizi de lütfen unutmayalım.
432 ton demir karşılığında 1 ton ilaç, 1753 tır çimento karşılığında 1 tır bilgisayar, 1 tır domates karşılığında 7 kilo domates tohumu, 1 adet otobüs karşılığında ise 1 kilo kalp pili alıyoruz.
432 TON DEMİR = 1 TON İLAÇ
1753 TIR ÇİMENTO = 1 TIR BİLGİSAYAR
1 TIR DOMATES = 7 Kilo DOMATES TOHUMU
Yüksek teknolojiye dayalı endüstriler, genel olarak yüksek katma değerli, diğer bir ifadeyle “yükte hafif pahada ağır” mallar üretiyor.
İhracatı ağırlıklı olarak orta ve düşük teknoloji ürünlere dayalı Türkiye ise kelimenin tam anlamıyla “yükte ağır, pahada hafif” mallar üretip satıyor. Bu nedenle bazen bir kiloluk ithalat için TIR’lar dolusu mal vermek zorunda kalıyoruz.
Türkiye, birim fiyatı ortalama 570 dolar bir adet dizüstü bilgisayar alabilmek için, kilosu 13 sentten 4385 kilo çimento satmak zorunda kalıyor. Bir TIR’ın ortalama 24 ton taşıdığı dikkate alırsa Türkiye’nin 1 tır dolusu dizüstü bilgisayar alabilmesi için 1753 tır dolusu çimento satması gerekiyor.
Demir-çeliğin kilosunu ise ortalama 53 sentten satıyoruz. Bir tır dolusu cep telefonu alabilmek için 670 tır dolusu demir satmamız gerekiyor.
Bir kilo elektronik entegre devrenin fiyatı 364 doları buluyor. Bir tır dolusu elektronik devre ithal edebilmek için 50 tır dolusu mefruşat satmamız şart.
Bilgisayarlarda kullanılan REM belleklerin kilo fiyatı ise 416 dolara kadar çıkıyor. Bir tır dolusu REM bellek alabilmek için 18 tır dolusu hazır giyim eşyası ihraç etmemiz gerekiyor.
Bir tır ilaç alabilmek için 582 tır ekmeklik un, 1 tır aşı alabilmek 2 bin 88 tır krom cevheri satmak gerekiyor.
İthalat fiyatı 300 bin doları aşan bir bilgisayarlı tomografi cihazı alabilmek için de yaklaşık 25 tır mermer ihraç etmemiz gerekiyor.
Bir adet helikopter satın alabilmek için 49 tır dolusu kabuksuz fındık ihraç etmek zorundayız.
1 kilo uçak ve helikopter yedek parçası alabilmek için 5 bin 610 kilo buğday vermemiz gerekiyor.
Bir adet uçak alabilmek için 723 tır dolusu kuru kayısı satmamız gerekiyor ki, Türkiye’nin toplam kayısı ihracatıyla ancak 6 tane uçak alabiliyoruz.
Türkiye sadece ileri teknoloji ürünlerinde değil tarım ürünlerinde de benzer bir durumu yaşıyor. Tarım ürünü ihracatı yerine söz konusu ürünlerin tohumlarını geliştirip ihraç etmek çok daha kazançlı olabilir. Bir kilo domates tohumu alabilmek için 3.429 kilo domates satmak gerekiyor. Başka bir ifadeyle 7 kilo domates tohumu, bir tır dolusu domatese denk geliyor. Aynı şey diğer tohumluklar için de geçerli. Türkiye, patlıcan tohumunun kilosunu 6349 dolardan ithal ederken, bir kilo yetişmiş patlıcanı 89 sentten satıyor. Bir tır dolusu patlıcan ile ancak 3,5 kilo patlıcan tohumu alabiliyoruz.
Dünyanın en büyük firmalarını ayakta tutan tek bir unsur var ki o da: AR-GE denilen ürün yenileme ve geliştirmeye yönelik harcamalardır.
AR-GE harcamalarına, uluslararası bir ilaç firmasının yaptığı harcama kadar kaynak ayıramayan Türkiye’nin, kısa ve orta vadede dış ticaret açığını kapatabilmesi mümkün değildir.
Türkiye ekonomisinin, uluslararası düzeyde daha iyi rekabet edebilir ve bu rekabeti sürdürülebilir bir noktaya taşıyabilmesi için teknolojik bilgi üretimine, üretilen bilginin ticarileştirilmesine, teknoloji yoğun üretime, yoğun Ar-Ge yatırımlarına ve nitelikli işgücünün istihdamına yönelik ilave teşviklerin verilmesi gerekmektedir.
Ancak AR-GE yatırımlarının, kalkınma için tek başına yeterli olduğunu iddia edebilmek tabi ki mümkün değil. Entelektüel bilgi birikiminin oluşması ve bilginin endüstriyel yaşama uyarlanması, AR-GE’nin kendisinden bile daha önemli.
Bundan 4 yıl kadar önce Amerika’nın en önemli üniversitelerinden biri konumundaki Boston’daki MIT (Massachusetts Institute of Technology) kampüsünü ziyaret etmiş, Üniversite’nin ana binasında bir yazı gözüme ilişmişti; “Bu üniversite, yeni buluş ve keşiflerin endüstriyel yaşama uyarlanması amacıyla kurulmuştur.”
Bu cümlenin meali esas olarak şu anlama geliyor; Örneğin yanmaz kağıt mı buldunuz? Yanmaz kağıdın bulunması değil, bunun nerede kullanılacağı daha önemlidir. Sürtünmeyi azaltacak bir malzememi buldunuz? Malzemenin kendisinden değil, bu malzemenin hangi sektör ve ürünlerde kullanılacağı daha önemlidir.
Endüstriyel yaşamın iki temel unsuru işte bu cümlede ete kemiğe bürünmüş vaziyette karşımızda durmaktadır. Eğer tarım toplumundan sanayi toplumuna, buradan da endüstri ve teknoloji toplumuna geçiş yapılması arzu ediliyorsa kesinlikle iki şeye önem verilmesi gerekiyor; ilk aşamada “buluş ve keşif yapacak bilim insanlarının yetiştirilmesi”, ikinci aşamada ise bu buluş ve keşifleri endüstriyel ürüne dönüştürecek “vizyoner girişimci ve müteşebbislere yaşam şansı tanınması”.
Peki şu an ne durumdayız?
Buluş ve keşif yapacak bilim insanları açısından durumumuz hiç de iç açıcı değil. ABD’de ilk 150 üniversitenin patent sayısı 1 milyon 750 bin, Avrupa Birliği ülkelerinde ilk 150 üniversitenin patent sayısı 100 bin iken, Türkiye’de patent sahibi 4 üniversitenin 90 yılda üretebildiği patent miktarı sadece 274!
ODTÜ’de PKK ve DHKP-C’li teröristlere destek için hemen her gün eylem yapılırken, Ankara Üniversitesi’nde İNEK BAYRAMI adı altında İslâm’a ve Müslümanlara hakaret edilirken, Boğaziçi, İTÜ, Koç, Bilgi üniversitelerinde hükümete muhalif hemen her toplumsal eyleme destek verilirken, üniversitelerimizde görev yapan sözüm ona 1128 bilim insanı! teröre destek amacıyla hazırlanan yasadışı bildirilere imza atarken, “buluş yapıp patent almak” kimin umurunda olabilir ki?
Ukrayna’da 225 dolar aylık maaşla çalışan öğretim üyelerinin sahip olduğu ortalama patent sayısı 10-12.
Ayda 2-3 bin dolar maaş almalarına rağmen; “devlet bize yeterli para vermiyor, ne kadar ekmek o kadar köfte” diyebilme ahlaksızlığını sergileyen ve bilimsel açıdan kocaman bir “hiç” niteliğinde olan bizdeki hoca kırıntılarına ise söyleyecek söz dahi bulamıyorum.
Bu kadar çapsız, bu kadar seviyesiz, bu kadar bilgisiz vatan haini “cahil eğitmenler sürüsüyle” endüstri toplumundan teknoloji toplumuna nasıl dönüşebiliriz o da ayrı bir konu.
En zengin olduğumuz husus ise; buluş ve keşifleri endüstriyel ürüne dönüştürecek “vizyoner girişimci ve müteşebbislerin varlığı”.
Ülkemiz, zehir gibi çalışkan insanlarla dolu. Savunma sanayi konusunda son yıllarda yaşanan gelişmelerin kaynağı; esas olarak bu tür kişiler. İkitelli, Ostim, Bursa, Gaziantep, Kahramanmaraş ve daha birçok OSB’de faaliyet gösteren ve üniversitelerdeki binlerce ve hatta onbinlerce öğretim üyesini arka ceplerinden çıkaracak binlerce girişimci, bugün Türkiye sanayisinin lokomotif gücünü oluşturmuş durumda.
Dış ticaret açığını kapatıp zengin olabilmek için Kılıçdaroğlu’nun sakız üretme, CHP’nin oylarını artırabilmek için de özgür mera ineği yetiştirme fikrini yukarıda anlattıklarımla birleştirdiğimde ortaya tam bir komedi çıkıyor.
Üniversitelerin, bilgi birikimleriyle sanayiye öncülük etmesi gerekirken, ülkemizde bunun tam tersi bir durumun yaşanması ise ne kadar acı değil mi?
Ben devletin yerinde olsam; Ukrayna ve Rusya başta olmak üzere yurtdışındaki üniversitelerden bol sayıda akademisyen getirir, patent, buluş, keşif, teorem ve önerimi olmayan, araştırmayan, okumayan, son okuduğu kitabı dahi hatırlamayan, 30 yıldır aynı kitabı okutan, bırakın öğrencisini kendisine dahi bir şey katmayan, sakal bırakıp fular takınca kendisini üstad-ı azam zanneden, yıllar boyu terör örgütlerine eleman devşiren, DHKP-C, PKK gibi cani örgütlere manevi destek veren, devlet aleyhindeki bildirilere gözü kapalı imza atan hoca süprüntülerinin tamamını kapı önüne koyar, her biri birer ideoloji çiftliği haline dönüşmüş “yüksek liseden hallice” üniversitelerin bazısını kapatır, bazılarını birleştirir, geri kalanını ise yeni baştan planlardım.
Sahiden merak ediyorum: bunlar kimin üniversitesi ve bu hocalar kimin akademisyeni?
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM