ÖNSÖZ
Nümismatik ve filateli konusundaki koleksiyon merakımdan dolayı Osmanlıca öğrenmiş, bu merakımın bir uzantısı olarak Osmanlı darphane ve posta merkezlerini araştırmış, ancak her iki konuda da kapsamlı bir yayın ve araştırmaya ulaşamamıştım. Nümismatik konusunda Türkiye ve hatta dünyanın önde gelen isimlerinden birisi olan rahmetli Cüneyt Ölçer beyefendi ile Beyazıt Çınaraltı’nda tanışma fırsatı bulmuş, eşsiz bilgi ve tecrübelerinden yararlanmıştım. Cüneyt Ölçer’in, Selçuklu, Osmanlı ve Anadolu Beylikleri dönemine ait madeni paralar hakkında yazmış olduğu kitaplar, para koleksiyonu yapan kişiler açısından tam bir klasik eser niteliğindedir. Para ve pul konuları benim ruhumda bir fizyon süreci başlatmış, darphaneler ve posta merkezleri derken, Osmanlı haritalarını incelemek zorunda kalmış, daha sonradan Salnâme ve Düstûr serilerine dalmıştım. Osmanlı’nın 1839 ile 1922 yılları arasında yayımlanmış neredeyse tüm devlet mevzuatının yer aldığı 25 ciltlik Düstûr dizisinin içeriğini incelediğimde ise, Osmanlı devlet yapısı ve ekonomisi hakkında ne kadar az şey bildiğimi fark ettim.
Haydar Kazgan hocamız, Galata Bankerleri isimli kitabının önsözünde aynen şu ifadeleri kullanmıştır; “…hepsi Cumhuriyet çocuğu olan ve harf ve dil devrimleri sebebiyle yarım asır geriye kadar dahi gidip araştırma yapmak olanağı bulamayan birçok iktisatçımız, bu geriye dönüşü olmayan yolda yabancı kaynaklara başvurarak bir şeyler ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. Maalesef, iktisadi mali konularda, özellikle son yüz elli yıllık Osmanlı Devleti hakkında yapıtlar vermiş olan hemen bütün Batılı yazarlar misyon adamı olduklarından, gerçekleri bu misyonları doğrultusunda değiştirmiş veya atlamıştır. Ayrıca, bugün için Osmanlı Devleti’nin son 150 yıllık iktisat tarihinin araştırılması, çağdaş iktisat ilmi anlayışına uygun yapılmadığı taktirde, örneğin 1960’ların başında Türkiye için kullanılan azgelişmişlik sıfatının tarihi kökenlerinin araştırılması ile asla bağdaşmamaktadır.”
İşte bu cümleler beni oldukça etkiledi. Önceleri kendi kendime kuruntu yaptığımı düşünürken, gerek Haydar Kazgan hocamın önsözü ve gerekse Zafer Toprak hocamın benzer tarz düşüncelerinin etkisiyle, araştırmacılara yardımcı olması amacıyla hızlı bir şekilde 25 ciltlik Osmanlı Düstûr serisini tek tek inceledim ve Tarih Vakfı tarafından yayımlanan iki ciltlik “Osmanlı Devlet Mevzuatı” isimli kitabımı hazırladım. Osmanlı Devleti’nin hukuksal, ekonomik ve siyasal yapısıyla ilgili binlerce bilinmeyeni barındıran Osmanlı Düstûrları içerisinde o kadar çok ekonomik karara rastladım ki, merak ettiğim bir diğer konu olan Osmanlı borçlarını kapsamlı olarak araştırmaya karar verdim. Tarih Vakfı tarafından yayımlanan “Osmanlı Borç Yönetimi” isimli ve Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nin 1879 – 1891 yılları arasındaki faaliyetlerini anlatan dört ciltlik kitap bu şekilde doğdu. Haydar Kazgan hocamızın Galata Bankerleri üzerine araştırma yaparken karşılaştığı sıkıntıların aynısını bende yaşadım. Koskoca Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ne ait ortada hiçbir şey yoktu. Kütüphanelerde ise hep aynı cümlelerin tekrar be tekrar kullanıldığı aynı kaynaklardan alıntı yapılmış az sayıda kitap ve tez bulunuyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda 1879 – 1922 yılları arasında son derece etkili birer kurum olan Rüsûm-ı Sitte ve Düyûn-ı Umûmiyye İdâreleri hakkında kaynak taraması yaptığımda bu konudaki bilgilerin oldukça cılız olduğunu farkettim. Özellikle Rüsûm-ı Sitte İdâresi ile ilgili bilgiler yok denecek kadar azdı ve dahası Osmanlı’nın son 43 yıllık ekonomik yaşamına damgasını vurmuş olan bu kurumların arşivinin nerede olduğu da bilinmiyordu. Osmanlı arşivlerinde tasnif edilmiş durumda bulunan kaçakçılık ve kaçakçılar hakkındaki Düyûn-ı Umûmiyye yazışmaları dışında İstanbul ve Ankara kütüphanelerinde bulunan konu ile ilgili kitapların sayısı iki elin parmaklarını geçmeyecek derecede azdı. İbrahim Hakkı Yeniay hocamızın 1964 yılında kaleme almış olduğu “Yeni Osmanlı Borçları Tarihi” isimli kitabın içindeki bir paragraf, bu iki İdâre’ye ait arşivlerin akibetini bir anda ortaya koydu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takiben Paris’e taşınan Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi, İstanbul’daki tüm arşivini beraberinde götürüyor, Osmanlı borçlarının 1948 yılında ödenmesini takiben Paris’e giden Türk heyeti, karşılıklı ibralaşmada bulunduktan sonra Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nin elindeki arşiv belgelerini teslim alıp imha ediyordu. Son derece kıymetli belge ve dokümanların yok edilmesinin nedeni herhalde hesaplarda geriye dönüş ihtimalini ortadan kaldırmak içindir.
Osmanlının yıkılışına yönelik nedenler sayılırken Düyûn-ı Umûmiyye bahsi mutlaka geçmektedir. Osmanlı Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi, acaba bizlere anlatıldığı gibi dış güçlerin Osmanlı Devleti’ni tarih sahnesinden silmek için kurdukları düzenin bir parçası mıdır? Yoksa Osmanlı mali sistemini denetim altına alıp tahvil sahiplerinin hak ve alacaklarını tasfiye etmek için oluşturulan bir kuruluş mudur?
Bu soruları doğru cevaplandırmak ve bir bilim adamı yaklaşımıyla tarafsız şekilde analiz edebilmek için öncelikle olayların o günün koşullarında değerlendirilmesi gerekmektedir. III. Selim, II. Mahmut ve Abdülmecid gibi reform yanlısı padişahların devleti batıya yaklaştırma, bağnazlıktan ve cehaletten kurtarma noktasında sarfettikleri çabaları küçüksemek mümkün değildir. Birbiri peşi sıra yaşanan savaşlar, iç karışıklıklar, isyanlar, bunalımlar, çaresizlikler, yokluklar ve değişen dünya düzeni içerisinde hiçbir şey yapamamanın verdiği eziklikler Osmanlıyı tam bağımsızlıktan mali kontrol noktasına getirmiştir.
Modernleşme ve çağdaşlaşma arzularının kaoslarla iç içe yaşandığı 18. yüzyıl başlarından 1922’ye kadar geçen sürecin bence en dikkat çekici yönü, batılılaşma gayreti ile önemli reformlara imza atan Osmanlı sultanlarının bir çok sıkıntıyı birbiri peşi sıra yaşamış olmalarıdır. III. Selim’den sonraki en büyük reformist olan II. Mahmut müthiş değişimlere imza atmış ancak hükümdarlığının hemen her döneminde iç ve dış sorunlarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Diğer bir reformist padişah Abdülmecid’de farklı şeyler yaşamamıştır.
İkinci Abdülhamid tahta geçtiği ilk andan itibaren kendisini bir batağın içinde bulmuş, 93 Harbi olarak isimlendirilen 1877 – 78 Osmanlı-Rus savaşını en acımasız şekilde yaşamış, Rus orduları İstanbul’un hemen yanıbaşında Yeşilköy’e kadar yaklaştığında hiçbir Osmanlı padişahının yaşamadığı ezikliği adeta iliklerinde hissetmiştir. İmparatorluk topraklarının beşte ikisi onun döneminde elden çıkmış, ancak o hiçbir şekilde reform veya yenilik yapmayı düşünmemiştir. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini takiben onun yerine geçen Sultan V. Mehmet Reşad ise bir takım yeniliklere mecbûren imza atmak zorunda kalırken, o da elinde kalan toprakların beşte üçünü kaybetmeye engel olamamıştır.
Düyûn-ı Umûmiyye’ye giden süreç hiç şüphesiz acılarla ve çaresizliklerle doludur. 18.-19. asır Osmanlı Türk toplumu için kayıplarla dolu zor yıllardır. Donanması yok edilen, peş peşe toprak ve itibar kaybına uğrayan, hemen her cephede savaşmak zorunda kalan, insan ve para kaybının yanı sıra ümit ve hislerini de kaybeden Osmanlı toplumu, kendisini bu çaresizlikten kurtarabilecek hemen her ipe sarılmak zorunda kalmıştır. İmparatorluğun son iki yüz yılında Yunanistan ve Bulgaristan devletleri kurulmuş, Kıbrıs ve Mısır İngilizlerin, Trablusgarb ve Ege adaları İtalyanların, Cezayir ve Tunus Fransızların eline geçmiş, Ortadoğu toprakları İngilizler ve Fransızlar arasında paylaşılmış, Balkan toprakları ise zaten tarumar edilmiştir. Fransız ihtilalinin ürünü olan “ulus devlet” ve “özgürlük” kavramları Osmanlı mülkünde kendine bir anda müşteri bulmuş, Osmanlı’nın Avrupa topraklarında birbiri peşi sıra patlak veren isyan ve ayaklanmalar devleti dermansız bırakmıştır.
Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nin Osmanlı ekonomisi ve Osmanlı devlet yapısı içerisindeki rolü hep tartışılmıştır. Birçok kişi Muharrem Kararnamesi’ni zoraki şekilde imzalanmış bir belge niteliğinde görmesine rağmen, İdâre’ye ait yazışma ve bültenler bunun aksini ortaya koymaktadır. Aslında İdâre ile Hükümet sürekli olarak birbirini idâre! etmeye çalışmış, hiçbir zaman birbirlerinin sorumluluk sahasına girmemişlerdir. Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nin başarılı olmasının en büyük nedeni hiç şüphesiz 1882’de tüm aktif ve pasifi hatta çalışanlarıyla birlikte İdare’ye katılan Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin tecrübe ve deneyimleridir. Gerçi her iki kurumda aşağı yukarı aynı amaçla kurulmuştu ama aralarında gözle görülür derecede temel bazı farklılıklar bulunuyordu. En başta Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ndeki yabancı egemenliğine karşın, Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nde Osmanlı tebaası egemenliği vardı ve Osmanlı Hükümeti açısından “Varidat-ı Sitte İdaresi” daha “milli” bir yapıya sahipti. Daha önce Osmanlı toplumu içinde yaşamamış olan Düyûn-ı Umûmiyye yöneticilerinin, Rüsûm-ı Sitte yöneticilerinin aktif görev yaptığı 1879-1882 yılları arasındaki kurumsal deneyimlerden yararlanmamış olmasını düşünmek dahi mümkün değildir.
Osmanlı Hükümeti’nin her iki İdare’ye bakış açısına gelince, imzalanan sözleşmelerde yıllar boyu tek bir harf değişikliği bile yapılmaması ve vergi gelirlerinin arttırılması noktasında idarelerden gelen hemen her teklif ve önerinin aynen kabul edilmesi Hükümet’in memnuniyetini gösteren ciddi bir ölçüttür. Gerek Rüsûm-ı Sitte gerekse Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nin kuruluş kararnamelerinde, İdârelerce Hükümet’e sunulan herhangi bir önerinin altı ay içerisinde karara bağlanmaması durumunda, kabul edilmiş gibi işlem göreceği yönünde madde bulunmasına rağmen, İdâreler ile Hükümet arasında böyle bir sorun hiç yaşanmamıştır.
Bu yapı içerisinde aslında herkesin amacı belliydi. Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi kendi alacaklılarının hakkını koruma gayesiyle hareket ederken, Hükümet, borçların bir önce tasfiye edilmesini, mali sistemin sağlam bir yapıya oturmasını ve vergi gelirlerinin artmasını hedefliyordu. Hatta bazı durumlarda devlet tarafından konulan olağanüstü vergilerin toplanması görevinin Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ne havale edilmesinin bir nedeni de aslında bu idi.
Tarih Vakfı tarafından birinci takımı basılan “Osmanlı Borç Yönetimi” isimli kitap, Rüsûm-ı Sitte ve Düyûn-ı Umûmiyye İdâreleri’nin işleyişi konusundaki tüm bilinmeyenleri ortaya koymakta, bu idarelerin kendilerine tahsis edilen vergi gelirlerinin tahsili konusunda ne derece ciddi ve dikkatli hareket ettiklerini göstermektedir. Aşarın ne şekilde ihale edildiği, mültezimlerce idarelere verilecek senetlerin ne şekilde düzenleneceği, memur asaletlerinin ne şekilde onaylanacağı, zimmetine para geçiren memurların teminat senetlerinin nasıl tahsil edileceği, damga pullarının gerektiği şekilde iptali ve pul yapıştırılmamış mektup sahiplerinin kolcular tarafından yakalanıp en yakın postahaneye teslim edilmesi, rakıya dönüştürülen ispirtolardan vergi alınması, içki ihracatçılarına vergi iadesi ödenmesi gibi bugün birçoğumuzun haberdar dahi olmadığı binlerce konuda yasal düzenlemelere imza atan Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi Türk mali sisteminin yeniden yapılanması noktasında kendinden bekleneni fazlasıyla vermiştir.
Bu kitap, artan devlet borçları karşısında bir takım vergilerin yerli alacaklılara tahsis edilmesine olanak sağlayan Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin kuruluşunu, yabancı alacaklıların bu duruma itiraz etmeleri sonucunda İstanbul’da toplanan alacaklılar komisyonunun yaptığı toplantılar serisini ve bu toplantılarda alınan kararları, Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin fesh edilip onun yerine Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’nin kuruluşunu, devam eden süreçte Osmanlı Borçlar İdâresi’nin kuruluş belgesinde yapılan çeşitli tadilatları ve Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal eden Osmanlı borçlarının ne şekilde ödenip tasfiye edildiği konularını içermektedir.
Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin kuruluşu ile birlikte Galata Bankerleri açısından Osmanlı Devlet borçlarının ödenmeyeceği hususundaki endişeler önemli ölçüde azalmış olmasına rağmen, Avrupalı alacaklılar açısından risk halen devam ediyordu. Rüsûm-ı Sitte kurulmuş ve daha ilk altı ayında rüşdünü ispat etmişti. İdâre tarafından açıklanan hasılat rakamları gerek ülke içindeki gerekse ülke dışındaki alacaklıları ümitlendirmişti. İşte tam bu sırada Osmanlı Hükümeti tarafından tahvil alacaklılarına yönelik olarak yapılan çağrı, 1 Eylül 1881 tarihinde ilk meyvelerini vermiş ve başta İngiliz ve Fransız tahvil alacaklılarının temsilcileri olmak üzere Avrupalı delegeler birer ikişer İstanbul’a gelip masanın etrafına oturmaya başlamışlardı.
Osmanlı Hükümeti açısından bu büyük bir kazanımdı. Zira masanın etrafına oturan delegeler devletlerini değil, bizzat tahvil alacaklılarını temsil ediyorlardı. Bu haliyle, uluslararası sorun olmaya aday olan bir konu, kazasız belasız atlatılacakmış gibi görünüyordu. Komisyon toplantılarına sonraki aşamalarda İtalyanlar, Almanlar ve Avusturyalı alacaklı vekilleri de katılmış, peşpeşe 24 toplantı düzenlenmiş ve çetin geçen görüşmelerden sonra 20 Aralık 1881 tarihinde hazırlanan uzlaşı metni oybirliği ile imzalanmıştı. Düyûn-ı Umûmiyye Sözleşmesi tamamlanmış, geciktirilmeksizin II. Abdülhamid’in onayına sunulmuş ve hemen yayımlanmıştı. Kendine güzel bir isim de bulmuş ve yayımlandığı aydan dolayı Muharrem Kararnamesi ismini almıştı. Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nin kuruluşuna olanak sağlayan Muharrem Kararnamesi çok önemli bir uzlaşı belgesi niteliğindedir. Ancak bu belgenin altlığı niteliğinde olan komisyon toplantıları da bir o kadar önem taşımaktadır. İlk defa yayımlanan bu belgeler, üzerinde yıllar boyu en ufak bir değişiklik yapılmayan Muharrem Kararnamesi’nin ne kadar titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu ortaya koymaktadır. Muharrem Kararnamesi kadar önem taşıyan bir diğer belge ise, hiç şüphesiz Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin fesih sözleşmesidir. Bu fesih sözleşmesi ile Rüsûm-ı Sitte İdâresi iki yıllık yaşamına veda ediyor, yerini Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ne bırakıyordu. Muharrem Kararnamesi’nin Osmanlı Hükümetleri açısından taşıdığı bir diğer önem, nederedeyse son 200 yıl içinde ilk defa dış baskı olmaksızın hazırlanan ve imzalanan bir belge niteliğinde olmasıydı.
Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nin kuruluşu, Osmanlı Devlet borçlarının belli bir oranda indirilmesine, iç ve dış borç anapara ve faiz ödemelerinin yeniden başlamasına, Osmanlı mali yapısının rahatlamasına ve devlet itibarının artmasına olanak sağlamıştır. Ancak şu da var ki Düyûn-ı Umûmiye’nin başarısı göreceli olmaktan öteye gidememiştir. 1882-1922 döneminde Osmanlı borçları düzenli olarak ödenmiş, ancak bu esnada sadece faizlere çalışılmıştır. Düyûn-ı Umûmiyye’nin kuruluşunda devir alınan borç rakamı ile Türkiye Cumhuriyeti’ne devir edilen borç rakamı arasında çok büyük bir farklılık bulunmamaktadır. Bu borçların tasfiye edilmesi sürecinde en köklü değişim Cumhuriyet döneminde yaşanmış, Osmanlı’nın Avrupalı alacaklılarla ilk kez masaya oturduğu tarihten 44 yıl sonra 1925’de tekrardan masaya oturulmuştu. Ancak bu sefer görüşmeler çok daha çetin geçmiş, Cumhuriyet Türkiye’sine devir edilen Osmanlı borç rakamında önemli oranda indirim yapılmasına olanak sağlayan anlaşma ancak 1928 yılında imzalanabilmişti.
Tam her şey bitti derken bu defa Amerika Birleşik Devletleri’nde 1929 Buhranı patlak vermiş, kriz bir anda tüm dünyaya yayılmış, genç Türkiye Cumhuriyeti bu global krizin dışında kalamayıp dış borç ödemelerini durdurmak zorunda kalmıştı. Uzun bir küllenme döneminden sonra Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi ile kesilen görüşmeler 1933 yılında yeniden başlamış, işte tam bu noktada Türkiye Cumhuriyeti kendinden bekleneni yapıp yılların intikamını almıştır. 1928 anlaşmasıyla borç miktarını pazarlıklar sonucu 107.500.000 Osmanlı lirasından 68.200.000 Osmanlı lirasına indirtmeyi başaran Türkiye Cumhuriyeti, 1933 anlaşması ile borç tutarını bu kez 8.578.343 Altın Liraya çektirtmiş, üzerinde mutabık kalınan bu rakamı 1954 yılında tamamen tasfiye edip kapatırken, ekonomik bağımsızlığını elde etmiştir.
Türk İktisat Tarihi ve Osmanlı-Türk Mali Sistemini inceleyen araştırmacılar açısından önemli bir kaynak eser olacağına inandığım bu kitabın basımı esnasında değerli bilgilerini benimle paylaşan ve katkılarını hiç bir zaman unutamayacağım saygıdeğer hocam Sayın Prof. Dr. Zafer TOPRAK’a, bu çalışmayı basma nezaketini gösteren Tarih Vakfı’nın değerli yönetici ve çalışanlarına, moral desteğini hiçbir zaman esirgemeyen dostum ve meslektaşım sayın Prof. Dr. Targan ÜNAL’a sonsuz teşekkürlerimi arz etmeyi bir borç bilirim. Şubat 2007, İstanbul.
Mehmet Hakan SAĞLAM
İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi