Çarşamba , Aralık 4 2024
Anasayfa / Konferanslar / OSMANLI’NIN BORÇLANMA SÜRECİ, DÜYÛN-I UMUMİYE VE OSMANLI DEVLET BORÇLARININ CUMHURİYET DÖNEMİNE İNTİKALİ KONFERANSI

OSMANLI’NIN BORÇLANMA SÜRECİ, DÜYÛN-I UMUMİYE VE OSMANLI DEVLET BORÇLARININ CUMHURİYET DÖNEMİNE İNTİKALİ KONFERANSI

“OSMANLININ BORÇLANMA SÜRECİ, DÜYÛN-I UMUMİYYE VE OSMANLI DEVLET BORÇLARININ CUMHURİYET DÖNEMİNE İNTİKALİ”, Düzenleyen. Kastamonu Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Konferans Serisi, Toplantı Yeri: Fen Edebiyat Fakültesi Konferans Salonu, Toplantı Tarihi: 25 Şubat 2011, Saat 10.00, Kastamonu.

KONGRE TEBLİĞİ

OSMANLI MALİ YAŞAMINA GENEL BİR BAKIŞ

Bizlere oldukça uzakmış gibi gelen bazı tarihler biraz incelendiğinde aslında modern dünya tarihinin uzunca bir geçmişe sahip olmadığı açıkça ortaya çıkar. Osmanlı toplumu ile Batı toplumu arasında başlangıçta çok büyük ve belirgin bir gelişmişlik farklılığı olmadığını hatta birçok konuda Osmanlının daha bilgili ve üstün olduğunu sıkça işitiriz. Ancak ne olmuşsa olmuş iki toplum arasındaki fark bir tarihten sonra Batı’nın lehine hızla açılmaya başlamıştır. Peki bu açılım tarihi acaba hangi zamana denk gelmektedir? Rönesans ve reform hareketlerinin başladığı Yeniçağ’a mı, Batı’da feodalitenin ortadan kalkıp merkezi ulusal devletlerin ortaya çıktığı 17. yüzyıla mı, merkantilizmin egemen olduğu ve ticari kapitalizmin tüm gücüyle dünya piyasalarını etki altına aldığı dönemlere mi, yoksa sanayi devriminin başladığı 19. yüzyıl başlarına mı? Peki yukarıda belirtilen dört döneme konu reform hareketleri, feodal yapıların ortadan kalkıp merkezi ulusal devletlerin kurulması, ticari kapitalizm ve sanayileşme gibi kavramlar acaba o yıllarda Batı toplumunun hemen her coğrafyasında aynı derecede etkisini hissettirebildi mi? Bu durumu çok iyi analiz etmek gerekir. Örneğin Batı’da bazı makinelerde buhar enerjisi ilk defa 1698’de İngiliz mühendis Thomas Savery (16501715) tarafından maden ocaklarında biriken suyun dışarı atılması amacıyla kullanılmıştı. 1786’da 50 beygir gücündeki bir makine ilk defa olarak un fabrikasında, sonrasında iplik, dokuma ve demir fabrikaları ile maden ocaklarında kullanılmaya başlandı. Ama bu yeniliğin bırakın Avrupa’nın diğer bölgelerinde kullanılmasını İngiltere’nin kendi içinde dahi yaygınlaşması oldukça uzun seneler gerektirdi. İlk buharlı gemi 1807’de, ilk buharlı makine 1835’de devreye girdi. (Yani ilk bulunuşundan yaklaşık 100-130 yıl sonra). Gemi yapımında perçin kullanımı bulundu ama bunun gemi yapımcılarınca genel kabul görüp uygulama sahası bulması içinde yine uzun seneler geçmesi gerekti. Johannes Gutenberg (13981468), hareketli parçalar yardımıyla ilk kitap basım yöntemini 1453’de bulup, 1455’de Gutenberg Kutsal Kitabı denen “Mazarin Kutsal Kitabı”nı Latince olarak bastı ama kendisi tarafından bulunan bu makinenin yaygınlaşması onun ölümünden yaklaşık 40 yıl sonra ancak 15. yüzyılın sonlarında mümkün olabildi. Bir konunun iyice irdelenmesi gerekmektedir; Batı dünyasının herhangi bir noktasında bir buluş veya yenilik yaşandığında, insanlar tüm dikkatini bu noktaya yöneltip o yeniliğin hemen uygulanması cihetine gitmemişlerdir. İbrahim Müteferrika İstanbul’da ilk defa olarak bir Türk matbaası kurmak için fetvâ ve izin aldığında tarihler 1729’u gösteriyordu[1]. Bir Alman’ın bulduğu baskı makinesinin Avrupa’nın diğer bölgelerine ulaşması 40-50 sene sürerken, Doğu’ya ulaşması ise ancak 275 senede mümkün olabilmişti. Yeniliklerin kabul edilmesi noktasında Osmanlı ve Doğu toplumlarında var olan tutuculuğun belki kat be kat fazlası Batı toplumları içinde geçerliydi. Mehmet Genç tarafından kaleme alınan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” isimli eserde genişçe anlatılan provizyonizm, fiskalizm ve gelenekçilik kavramlarının son ikisi şüphesiz evrensel nitelik taşımaktadır. Yani devlet gelirlerinin olabildiğince arttırılması gerektiğini ileri süren fiskalist yaklaşım ile geleneklerin sürdürülmesi gerektiğini ileri süren gelenekçi yaklaşım hemen her ülkede egemendi. Gelenekler konusu Doğu ve Batı toplumları için başlangıçta tartışılması bile mümkün olmayan şeylerin başında geliyordu. “Doğru olan geleneklere uymaktır” düşüncesi Doğu toplumları için geçerli bir yaklaşım tarzı olarak kalırken, Batı’da Rönesans ile birlikte “değişmemenin yanlış olduğu” fikri yaygınlaşmaya başlamıştır. Ancak geleneklerde değişme olabileceğine yönelik bu yaklaşımın dahi Batı toplumlarının bazılarınca kabul edilebilmesi ya Fransız Devrimi yada Sanayi Devrimi gibi bazı köklü değişimlerin yaşanması neticesinde mümkün olabilmiştir.

Sadece Doğu ülkelerinde değil Batı ülkelerinde de bölgesel farklılıklar had safhadaydı. Londra, Berlin ve Viyana gibi Avrupa’nın belli başlı merkezleri Yeniçağ’ı yaşarken, bu şehirlerden çok değil 50 kilometre ötedeki kasaba ve köyler Ortaçağ’dan daha geri bir yaşam düzeyine sahipti. Daha yakın bir tarihlere gelelim. Örneğin 1780 yılı bizim için ne anlam ifade ediyor? Fransız Devrimi’nin patlak vermesine daha 9 sene var. O tarihlerde Avrupa’daki sıradağların büyüklükleri ve yükseklikleri aşağı yukarı bilinmekle beraber Asya ve Afrika’dakiler kesinlikle bilinmiyordu. Çin ve Hindistan dışındaki nehirlerin akış yönleri ise herkes için bir sırdı. Bir iki bölge dışında (ki pek çok kıtada kıyıdan ancak birkaç mil içeri girilebilmişti) dünya haritası bilinmeyen beyaz yerlerle doluydu. 19. yüzyıl başlarında Roma ovasının turistik basma resimlerinde birkaç harabenin, bir iki sığırın bulunduğu, sıtmanın kol gezdiği ıssız yerler betimlenmiştir. Tabii o tarihlerde Avrupa’da bile sabanın girdiği toprakların çoğu hâlâ kıraç, çalılık, bataklık, engebeli otlak yada ormanlıktı. Bir bütün olarak ele alındığında Avrupalılar bugünkünden belirgin şekilde daha kısa ve hafifti. Bunun en büyük nedeni de gıda ve besin yetersizliği idi. Ligurya sahilindeki bir kantonda askere alınanların beden ölçüleriyle ilgili bir istatistikte 1792-1799 yıllarında askere alınanların %72’si 1,50 metreden daha kısaydı.

Köylüler ise haftanın büyük bölümünü lordun toprağında zorunlu çalışmayla yada buna benzer yükümlülüklerle geçiren bir serf durumundaydı. Rusya’da ve Polonya’nın bazı yerlerinde köylüler, topraktan ayrı satılan ve köleden hiçbir farkı olmayan birer mal durumundaydı. 1801’de Gazette de Moscou’da verilen bir satılık ilanı bu durumu açıkça gözler önüne serer; “Terbiyeli ve görünüşleri iyi üç arabacı, yanında her ikisi de farklı el işlerinde becerikli ve güzel görünüşlü 18 ve 15 yaşlarında iki kız. Aynı evden biri 21 yaşında okumayı yazmayı, müzik aleti çalmayı bilen araba kullanan, diğeri bay ve bayanların saçlarını yapmakta usta, aynı zamanda piyano ve org çalan iki berber.”

Avrupa’da tarım birkaç gelişmiş bölge dışında teknik açıdan hâlâ hem geleneksel hem de şaşırtıcı biçimde verimsizdi. Ürünleri çavdar, buğday, arpa, yulaf gibi geleneksel ürünlerdi. Avrupa’nın beslenmesi bölgeseldi ve başka iklimlerin ürünleri (şeker dışında) lüks mal sayılıyordu. 1790’larda dönemin en ileri ülkesi olan İngiltere’de ortalama yıllık şeker tüketimi kişi başına 7 kilogram olmasına rağmen, ortalama çay tüketimi ayda 50 gram kadardı.

Endüstri devrim 1780’lerde İngiltere’de başlamış ve 1840’larda ağır endüstriyel ürünlerin (demiryollarının) yapımıyla bitmiştir. Devrimin ateşlenme dönemi olarak bir tarihlendirme yapmak gerekirse o da 1780-1800 arasındaki 20 yıllık dönemdir. Yani aşağı yukarı Fransız Devrimi ile çağdaştır. Pamuklu sanayinde makineleşmenin doğasını belirleyen teknik sorun iplik eğirme ile dokuma arasındaki verim dengesizliği idi. 1730’larda bulunan ve 1760’larda yaygınlaşan uçan mekik sayesinde hız kazanan el tezgahı, dokumacılara yeterli miktarda iplik üretemiyordu. 1780’lerde makineli dokuma tezgahı icat edilmiş olmasına rağmen, imalatta büyük ölçekli makineleşme ancak Napolyon Savaşları’ndan sonra mümkün olabilmiştir. İngiltere’de 1870 yılına gelinceye dek bir resmi ilköğretim sistemi, 1902’ye gelinceye kadar da bir resmi ortaöğretim sistemi oluşturulmamıştı.

Almanya’da Krupps ilk buharlı makineyi 1835’de kullanmaya başlamış ve Ruhr’un büyük kömür havzalarında ilk kuyular 1837’de açılmıştı. Kömür yakılan ilk fırın 1836’da Çeklerin büyük demir merkezi Vitkovice’de, ilk haddehane 1839-40’da Lombardiya’da devreye girmişti. Yeniliklerin ve buluşların çoğu da aslında bir takım ödüllere sahip olmak amacıyla yapılıyordu. Buharlı gemi 1807-1813’de, ağaç talaşından adi kontra 1807’de, vida yolu açma makinesi 1809’da, takma diş 1822’de, yalıtılmış tel 1827-31’de toplu tabanca 1835’de, daktilo ve dikiş makinesi 1843-46’da keşfedilmişti.

Bu icat ve keşifler aslında endüstriyel devrimin ani bir şekilde yaşandığını ancak uygulama sahası bulmasının bayağı zaman gerektirdiğini ortaya koymaktadır. 1800’lü yılların başına kadar aslında Osmanlı toplumu ile Batı toplumu arasında çok bariz bir farklılık bulunmamaktaydı. Yaşam kalitesi açısından birçok Avrupa toplumundan daha iyi durumda olan Osmanlı Devleti, her ne olduysa 30-40 yıllık bir zaman süresi içinde Avrupa’nın oldukça gerisine düştü. Bu dönemde Avrupa ile Osmanlı arasındaki esas kopuş özde mülkiyet noktasında yaşanmıştır. Sermaye ve kapital birikimini gerçekleştiremeyen ve mülkiyet hakkına sahip olmayan Osmanlı toplumu Batı’nın hür ve özgürlükçü düşünce yapısı içinde şekillenen yatırımcı, girişimci, sanayici ve işadamı sınıflarını maalesef oluşturamamıştır. Bu sınıfların yokluğuna ek olarak Osmanlı devlet yapısında var olan sıkı merkeziyetçi yapı ve devleti her şeyin üstünde gören geleneksel anlayış Osmanlı’da sanayileşme sürecinin başlamasına olanak tanımamıştır.

1838 yılında İngiltere ile imzalanan Baltalimanı Ticaret Anlaşması Türk iktisat tarihi açısından önemli bir kilometre taşı niteliğindedir. İngiltere ile yapılan ticaret anlaşması önü alınamayan bir sürecin başlangıcı olmuş, 25 Kasım 1838’de Fransa, 1839’da Hansa şehirleri (Lubleck, Bremen, Hamburg) ve Sardunya, 1840’da İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Belçika ve Zollverein Hükümetleri (Prusya, Bavyera, Saksonya, Wurtemburg, Baden, Hasen Elektörlüğü ve Grand Dukalığı, Thuringen, Nassau Birliği, Serbest Frankfurt Şehri), 1841’de Danimarka, 1843’de Portekiz ve son olarak 1846’da Rusya ile ticaret anlaşmaları imzalanmıştır. Bu anlaşmalar aslında Osmanlının asırlar boyu uyguladığı ekonomi politikasında köklü bir değişiklik anlamına geliyordu. Osmanlı hazinesinin gelir kaybı provizyonist uygulamalardan anti-provizyonist uygulamalara geçişle birlikte hızlanmış, hammaddelerin çok ucuza dışarıya ihraç edilmesine ve henüz gelişmemiş durumda olan sanayinin tamamen çökmesine, iç ve dış ticaretin yabancıların eline geçmesine neden olmuştur.

1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşmaları serisi detayları aşağıda izah edilecek olan Osmanlı’nın geleneksel, kapalı, provizyonist ve fiskalist iktisadi düzenini sona erdirmiş Osmanlıyı liberal çağ ile bütünleştirmişti. Ancak bu liberal yapı tek ayak üzerinde duran Osmanlı ekonomisini kısa sürede yere serdi. Bir anda açık pazar durumuna gelen Osmanlı ekonomisinin yurtdışından alacağı çok şey vardı, ancak üzüm, incir ve pamuk gibi üç beş parça geleneksel tarım ürünü dışında satacak fazla bir şeyi yoktu.

Öncelikle İngiliz ve Fransızlarla sonraları irili ufaklı birçok ülkeyle imzalanan ticaret anlaşmaları, ithalat sırasında alınan gümrük vergilerinin %12’den %3’e indirilmesine, ihraç vergi ve formalitelerinin büyük ölçüde kaldırılmasına, özellikle yabancı tüccarın ülke dahilinde serbestçe dolaşmasına ve istedikleri malları rahatlıkla alıp satabilmelerine olanak sağlamıştı. Bu anlaşmalar sonrasında ihracat üç misli artarken ithalat iki misli artmış, bu durum ülke içindeki altın ve gümüş stokunun ülkeden kaçmasına neden olmuş, 1845 yılına gelindiğinde özellikle İstanbul ve diğer liman kentlerinde ödeme güçlükleri başlamıştı. Altın ve gümüş para eksikliğini azaltmak amacıyla düşünülen çözüm ise ülke ekonomisinin yıllarca başını ağrıtacak yeni bir sorun yaratmış, kaime[2] adı verilen ve yıllık % 8 faiz getirisi sağlayan kağıt paralar piyasaya sürülmüştü.

Devletin gittikçe artan finansman ihtiyacının hazine gelirleri ve iç borçlanma suretiyle karşılanamayacağı anlaşılınca Osmanlı mali otoriteleri dış borç aramanın yollarını aramaya başladılar. Önceleri Osmanlı’nın dış borç talebini reddeden Fransa ve İngiltere, Kırım Savaşı’nda kendilerinin yanında yer alan Osmanlı Devleti’ne bazı teminatlar karşılığında borç vermeye yeşil ışık yaktılar. 1854 Kırım Savaşı dolayısıyla alınan ilk borcu birbiri peşi sıra diğer borçlar takip etmiş, 1854-1874 arası dönemde toplam 15 dış borç sözleşmesi imzalanmış ve 238,773,272 liralık borçlanmaya karşılık Osmanlı Hazinesi’ne net 127,120,220 lira para girmişti. Bu rakam borç tutarının yaklaşık % 53’üne karşılık geliyordu ve bankalara verilen komisyonlarda bu 127 milyonun içindeydi. Borçlanma koşulları hiç uygun olmadığı halde, bu borçların verimli alanlara yönlendirilmeyip daha çok cari harcamalara, bütçe açıklarının kapatılmasına ve kağıt paranın tedavülden çekilmesine yönelik işlerde kullanılması devleti mali açıdan iflasın eşiğine getirdi. 15 yıl içinde 19 maliye bakanı değişmiş, dış borç almaksızın devletin ayakta kalamayacağı düşüncesinden hareketle gerçek bir mali reform yapılamamış, devletin servet ve kaynakları iyi kullanılmamış, vergi sistemi ve yönetimi konusunda kalıcı düzenlemeler yapılamamıştı.

1854-1874 döneminde borçlanılan 238,773,272 lira tutarındaki Osmanlı borçlarının yıllık anapara ve faiz ödemeleri toplamı 13,200,000 liraya yakın olmasına rağmen, 1874-75 senesi bütçe gelirlerinin tamamı 25,104,928 lira idi.[3]

Osmanlı’nın dışa açılma ve liberalizm girişimi özellikle üretime ve ihracata dayalı sanayi dallarının var olmamasından dolayı hüsranla sonuçlanmış, Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın imzalandığı 1838 yılından Osmanlı’nın Kırım Savaşı’na iteklendiği 1854 yılına kadar geçen 16 sene zarfında Osmanlı elindeki kaynakların tamamını son damlasına kadar tüketmişti. 1854’de ilk dış borcuyla tanışmış ve sadece 20 yıl zarfında 1874’de iflas bayrağını çekmişti. Bu arada 1873 yılında Avrupa borsalarında patlak veren ekonomik kriz Osmanlı’ya biraz zaman kazandırmış, ancak 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Berlin Konferansı Batılıların sömürgeciliğe yönelik tüm arzu ve isteklerini gözler önüne serip Osmanlı topraklarının lime lime parçalanmasına yol açarken, Berlin Anlaşması’nın Osmanlı dış borçlarıyla ilgili maddesinin Osmanlı Devleti’ni gelecekte tam bir sömürge devleti haline dönüştüreceğini anlayan Sultan II. Abdülhamit devlet gelirlerinin bir kısmını 1879 senesinde Galata Bankerleri’nin oluşturduğu Rüsûm-ı Sitte İdaresi’ne 10 yıllığına tahsis etmiş ve 1881 yılında kurulacak Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’nin[4] temellerini atmıştır.

  1. yüzyılın son çeyreğinin o kaotik ortamında eğer II. Abdülhamit bu hareketi yapmamış olsaydı Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesi herhalde olması gerekenden 40 yıl önce gerçekleşmiş olacaktı. Düyûn-ı Umûmiyyedönemi hem geçmişte müsrifçe harcanan borçların ödenmesine, hem de Osmanlı’nın soluklanmasına ve zaman kazanmasına olanak sağlamıştır.

Avrupa siyasi tarihi incelendiği sırada karşımıza sık sık çıkan “Rönesans” veya diğer bir ifade ile “yenilenme” veya “reform çağı” gibi kavramlar aslında Batı toplumunun geçmişte yaşadığı çağ dışılık, barbarlık, cehalet ve bilim dışılıktan uzaklaşma evresidir. Ortaçağ, milyonlarca insanın veba, dizanteri, çiçek, frengi gibi hastalıklardan öldüğü, engizisyon sırasında inançlarından dolayı insanların canlı canlı ateşe atıldığı, var olan feodal yapılardan dolayı köylünün esirden öte insan yerine bile konulmadığı, kralın kendi feodal beylerine lafının geçmediği bir dönemdir. O sıralarda Avrupa kıtasının hemen 2000 kilometre ötesinde farklı bir dünya vardır. Bu dünyada rönesanstan çok önceleri fizik, kimya, matematik, astronomi, hukuk, felsefe ve sair ilim dallarıyla Avrupa’nın oldukça önünde güçlü ve canlı ekonomilere sahip devletler bulunmaktadır. Avrupalı tarihçilerin merkezi devlet olarak nitelendirdiği ve tamamı 17. yüzyılda kurulmuş olan İngiltere, Hollanda ve Fransa gibi ülkeler daha henüz devlet bile olamamış iken, Doğu dünyasında çoğu iki üç bin yıllık devletler hemen her kurumuyla dimdik ayakta duruyordu. Çinlileri, İranlıları, Hititleri, Asurluları ve Türkleri yok sayıp bunların tamamını Barbar olarak nitelendiren Avrupalı tarih yazıcıları, bu devletlerin tarihin ilk ve en uzun süreli merkezi devletleri olduğunun farkında bile değillerdir. Avrupalılar, iki üç bin yıllık geçmişe sahip devletlerin binbir kavmi bir arada nasıl tuttuğunu, Asya’nın bir ucundan diğer ucuna milyonlarca kilometrelik bir coğrafyada devlet otoritesini nasıl kurduğunu, binlerce yıl nasıl ayakta kaldığını, hukuk, din, maliye, kamu yatırımları gibi bir devleti devlet yapan unsurları nasıl yerine getirdiğini, yönetici ve bürokratları nasıl seçip yetiştirdiğini bilmeden kendi akıllarınca devlet ve medeniyet tanımı yapmışlardır.

Avrupa’yı Avrupa yapan gelişmeler aslında son 300 yıl içinde yaşanmıştır. Sahip oldukları gemilerle önlerine çıkan ilk sahile kapak atıp sömürgecilik bayrağını diken ve sırf bu nedenle dünyanın büyük devletleri arasında sayılan Hollanda, İspanya, Portekiz ve Belçika gibi devletlerin neredeyse hep aynı süreçten geçmiştir. Sonraları bu sömürgecilik kervanına İngiltere ve Fransa, en son aşamada ise İtalya ve Almanya’da katılmıştı. Aslında eğer dünya ekonomisi son 300 yıl içerisinde çok ciddi bir devrim yaşamışsa bunun en büyük nedeni deniz taşımacılığı konusunda meydana gelen yenilikler ve gelişmelerdir. Burada saydığımız bütün devletler sahip oldukları donanmaları sayesinde okyanusları aşmış, uzak kıtalara ulaşmış, oralarda ticaret şubeleri ve sömürgeler edinmişlerdir. Sömürgeciliği sadece sömürmek amacıyla kullanan İspanya, Portekiz, Hollanda gibi devletlerin bu konudaki egemenlikleri fazla uzun sürmemiş, sahip oldukları sömürgeleri birer ikişer İngilizlere, Fransızlara ve Almanlara kaptırmışlardır. Bunlar içerisinde şüphesiz İngiltere ve Fransa’nın özel bir konumu vardır. Bu devletler sömürgeleri elde etmekle yetinmemiş, buralardan elde ettikleri ucuz hammaddeleri kendi ülkelerinde mamül mal haline dönüştürüp sömürgelerine ve dünyanın diğer ülkelerine satmışlardır. Tabii onlara bu olanağı sağlayanda sanayi devriminin bizzat kendisiydi. Sanayi devrimi ilk defa İngiltere’de sonrasında Fransa’da kendini göstermiş, yeni üretim teknikleri geliştirmek suretiyle sanayide makine kullanımını başlatan bu ülkeler uzunca bir süre dünya ekonomisinin tartışılmaz lideri olmuşlardır.

Peki bu arada Doğu’da neler oluyordu? Mesela Osmanlı ne durumdaydı? Avrupa ülkelerini sömürge sahibi ülke konumuna getirip pozisyonunu güçlendiren denizcilik konusu Osmanlı’da çok mu geriydi? Tabi ki hayır. Osmanlı sahip olduğu deniz gücüyle Kuzey Afrika, Kızıldeniz, Ege Adaları, Mısır ve Rodos gibi ülke ve adaları kısa zamanda ele geçirmiş, kendine bağlı eyaletler arasına sokmuştu. Avrupalıların değimiyle sömürge sahibi ülke durumuna gelmişti. Hatta ülkeler fetheden bu donanma yeri geldiğinde o dönem Avrupa’sının önemli devletleriyle deniz savaşlarına girişip bunları perişan bile etmişti. Yani Osmanlı denizcilik konusunda geri değil aksine oldukça ileri durumdaydı. Asıl eksiklik Osmanlı deniz donanmasının Akdeniz ve Kızıldeniz gibi oldukça sakin denizlere uygun şekilde planlanmış olmasından kaynaklanıyordu. Onun içindir ki Hint Okyanusu’nda Portekizlilere karşı yapılan savaşta Piri Reis gibi bir kaptan bile başarı gösterememiş ve bundan dolayı kafasını kaybetmiştir. Osmanlı açık denizlere uygun gemi inşasına başlamış olsaydı, hiç şüphesiz ekonomik ve siyasi açıdan daha farklı bir noktada olabilirdi.

Hemen her ülkede kendini farklı şekilde hissettiren merkantilist öğretinin uygulaması toplumdan topluma değişiklik göstermiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa Kralı’na verdiği imtiyazları kapitülasyon olarak nitelendiren kişiler aslında Osmanlı ekonomik yapısı ile Avrupa ekonomik yapısı arasındaki ince çizgiyi fark etmemektedirler. Osmanlı sultanından imtiyaz talep eden aslında Fransa Kralı değil onun arkasında durup Osmanlı’dan imtiyaz talep etmesini söyleyen işadamlarıydı. Fransalı işadamlarının para kazanmak için kesinlikle ama kesinlikle mal satması gerekiyordu, çünkü merkantilist öğreti onlara bunu emrediyordu. Osmanlı merkantilizmi bilmiyordu farkında da değildi. 1488 yılında Ümit Burnu[5] keşfedilmiş, Akdeniz havzası eski önemini kaybetmişti. Ümit Burnu’nun keşfedilmesiyle birlikte Çin’den Hindistan’a, Afganistan’dan İran’a, Türkiye’den Venedik’e kadar uzanan bir coğrafyada, Doğu toplumlarının en önemli ekonomik aktivitesini oluşturan İpek Yolu tüm önemini kaybetmişti. Dünyanın en önemli ekonomik buhranı aslında ne “1929 Dünya Buhranı”dır ne de “1979 Petrol Krizi[6]”. Ümit Burnu’nun keşfi, Doğu toplumlarını kaderleriyle başbaşa bırakan, canlı ticaret yollarını bir anda kuş uçmaz kervan geçmez şekle sokan, Çin’den Venedik ve Cenova’ya kadar birçok şehrin ticari önemini kaybetmesine neden olan, milyonlarca insanı işsiz güçsüz bırakıp, şehirlerin boşalmasına, devletlerin yıkılmasına neden olan tarihin en önemli olaylarından biridir. Yani yine günümüzün sihirli sözcüklerinden biriyle bu krize yönelik bir nitelendirme yaparsak o zamanki dünyanın yaşadığı ilk “küresel” yada daha çarpıcı bir ifadeyle ilk “global” krizi “1488 Ümit Burnu Krizi”dir.

Ümit Burnu’nun bulunmasıyla birlikte Akdeniz’in sakin sularında ticaret yapan denizci toplumlar bir daha hiçbir zaman eski önemlerine kavuşamamış, bunların neredeyse tamamı okyanuslara açılma cesaretini kendilerinde bulamamışlardır. Açık denizlere uygun gemilere sahip olan Hollandalılar, İspanyollar ve Portekizliler ise zaten başka da yapacak bir işleri olmadığından gemilerine binip Hindistan sahillerine birer ikişer yanaşmaya ve bu topraklardan dünyanın uzak köşelerine binlerce yıldır mal çeken Arap tüccarların yerini almaya başlamışlardı. Bu arada Osmanlı İstanbul’a yerleşeli henüz 35 yıl olmuştu. Venedik ve Cenevizlilere Fatih tarafından ilk imtiyazlar verilmiş, II. Bayezid ise bu imtiyazların süresini uzatmıştı. Kanuni tarafından 1535’te Fransa kralı I. François ile yapılan dostluk ve ticaret antlaşmasıyla Fransızlara ticari imtiyazlar verilirken, önceki padişahlar döneminde Venediklilere tanınan imtiyazlara 1540’da son verildi. Benzer imtiyazlar 1579’da İngilizlere ve 1612’de Hollandalılara verildi.

Şimdi Osmanlı sultanlarının yabancı ülkelere verdiği ticari imtiyazları farklı bir bakış açısıyla yeniden değerlendirelim. Yıl 1488, Ümit Burnu yolu keşfediliyor ve daha önce Akdeniz’den mal taşıyan ticari gemiler artık Hint Okyanusu’na direkt olarak gitmeye başlıyorlar. İpek Yolu ciddi bir durgunluk yaşamaya başlıyor. Önce yavaş yavaş daha sonra hızlı bir gerileme sürecine giriliyor. Yol üzerindeki her kervansaray, her köy, her kasaba, her vilayet, hatta her ülke bu krizden nasibini alıyor. Kervan ticareti dolayısıyla ciddi vergi gelirleri toplayan ülkelerin ödemeler dengesi açık vermeye başlıyor. Bu durum Osmanlı ekonomisini de direkt olarak etkiliyor. Devletin en kısa zamanda bazı tedbirler alması ve devlete gelir sağlayıcı bazı girişimlerde bulunması gerekmektedir. Fatih döneminde Doğu’nun tüm mallarını Batı ülkelerine taşıyan ve ödedikleri ithalat vergileriyle devlete çok ciddi paralar kazandıran Venediklilerin desteklenmeleri ve bazı imtiyazlarla teşvik edilmeleri çok doğaldı. Ancak 1540’da imtiyazları kaldırıldı. Çünkü Akdeniz ticareti bitince onlarda bitmiş eski önemlerinden eser kalmamıştı. Müflis tüccarla ilişkinin bir şekilde bitirilmesi gerekiyordu. Osmanlının paraya ihtiyacı vardı ama bu coğrafyada paralı devlet kalmamıştı. Paranın açık denizlerle doğrudan ticaret yapan ve yıldızları parlayan yeni Avrupa devletlerinin elinde olduğunu biliyorlardı. Onun için 1535’de Fransızlara, 1579’da İngilizlere ve 1612’de Hollandalılara ticari imtiyazlar verildi. Osmanlının mal alacak parası zaten yoktu. Tüketim oldukça sınırlıydı. Bu devletler tarafından Osmanlı limanlarına getirilen mallar, bedeli limanda altın ve gümüş parayla peşin ödenmek kaydıyla vergilendiriliyordu. Bu malların önemli bir kısmı da Doğu ülkelerine ters yönlü bir ticarete konu oluyordu. Yani Osmanlı Ümit Burnu Krizi’nin olumsuz etkilerini kısmen azaltmak için yeni bir ekonomi politikası uygulamaya başlamış ve limanlarda tahsil ettiği ithalat vergileriyle var olan dış ticaret açığını kapatma yoluna gitmiştir. Şimdi bu bakış açısıyla bakıldığında Osmanlı sultanlarının yabancı ülkelere tanıdığı imtiyazlar acaba kapitülasyon mudur yoksa döviz kazandırıcı bir işlem midir?

Avrupa’da merkantilist politikalar izleyen devletler, dış ticareti ulusal serveti artırmanın ve işsizliği azaltmanın bir aracı olarak görmüş ve bu nedenle ihracatı artırmaya, ithalatı sınırlamaya çalışmışlardı. Ayrıca merkantilist devletler dış ticaretin kendi ülkelerinin filolarıyla yapılmasını zorunlu kılıyorlardı. Osmanlı devleti ise erken dönemlerden itibaren ticareti özendirmek amacıyla Avrupa ülkelerinin gemilerine ve tüccarlarına ayrıcalıklar tanımaya başlamıştı. 14. ve 15. yüzyıllarda bu ayrıcalıklar Doğu Ak­deniz ticaretini ellerinde tutan Venediklilere ve onlarla rekabet eden Ragusa (Dubrovnik), Cenova ve Floransa gibi İtalyan kent devletlerinin vatandaşları­na verilmişti. Merkezi devlet için transit ticaretinin sağladığı gümrük gelirleri büyük önem taşımaktaydı. Öte yandan Osmanlı Devleti yalnızca mali ve iktisadi nedenlerle değil, Avrupa’nın güçlü devletleriyle siyasal dostluklar kurmak amacıyla da ticari ayrıcalık kartını kullandı. 16. yüzyılda Fransa, İngiltere ve daha sonraları Hollanda, Avusturya, Prusya ve diğer ülkelere ayrıcalıklar verilmesinin bir nedeni de bu idi.

Kapitülasyonların Osmanlı liman kentlerinde yaşayan ve müstemin adı verilen Avrupalı tüccarlara sağladığı ayrıcalıklar içinde en önemlileri, imparatorluk dahilinde ticaret ve yolculuk yapabilmek, mallarını bir yöreden diğerine aktarabilmek, kendi ülkelerinin bayrağını taşıyan gemileri kullanabilmek gibi haklardı. 17. ve 18. yüzyıllarda kapitülasyonlarla tanınan haklar genişlemeye başlayınca, Avrupalı tacirlere Osmanlı ülkesinde kendi mahkemelerini kurma ve ticari anlaşmazlıklarını kendi mahkemelere götürme gibi devletin egemenliği ile çelişen yeni haklar da verilmeye başlandı.

Peki Osmanlı’nın nasıl bir ekonomi politikası vardı ve merkantil dünyanın tüm aktörlerine karşı nasıl direnebildi? Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 17. yüzyılın sonlarına kadar geçen yaklaşık 400 yıllık süre genişleme dönemidir. Bu süre boyunca Osmanlı Devleti, küçük veya geçici sayılabilecek birkaç istisna dışında, hiçbir önemli yenilgi yaşamamıştır. Osmanlı Devleti 1354 yılında ayak bastığı Avrupa kıtasında, 300 yıldan fazla süre boyunca oldukça kararlı bir şekilde genişlemiştir. Tabii Türklerin Avrupa’ya ayak bastığı yıllarında iyi irdelenmesi gerekmektedir. 13471351 yılları arasında Avrupa‘da büyük yıkıma yol açan veba salgını yaşanmaktadır. Asya‘nın güney batısında başlayarak 1340’lı yılların sonlarında Avrupa‘ya ulaşan veba salgını Avrupa nüfusunun bölge bölge %30 ile %60 arasında düşmesine yol açmıştı. Bu kadar yüksek ölüm oranının yaşandığı ve Avrupa’nın kendi derdine düştüğü yaklaşık 100 yıllık dönem Osmanlı akıncılarının karşılarında çok fazla mukavemet görmeden hızlı Avrupa içlerine ilerlemesine olanak sağlamıştı.

Ancak bu hızlı ilerleyişe karşılık 19. yüz­yıldan itibaren “hasta adam” ilan edilen bu yapının dağılması pek de kolay olmamıştır[7]. Dünyaya hakim olma konusunda önemli mesafeler almış olan Avrupa karşısında Osmanlı Devleti açıklanması kolay görünmeyen bir direnç göstererek, I. Dünya Savaşı’na kadar ayakta kalmayı başarmıştır.

  1. yüzyıl ve sonrasında merkantilist düzen dünyanın hemen her köşesinde etkisini hissettirirken Doğu ülkeleri modern dünyanın ilk kapitalizm örneği ile tanışmışlardır. Ticari merkantilizm her şeyi para üzerine inşa etmiş, düne kadar Avrupalılara mal satan Doğu toplumu bir anda mal satın alan bir tüketim toplumu haline gelmiştir. Osmanlı Devletiaslında her haliyle merkezi bir yapı sergiliyordu. Fakat Avrupa’yı bütünleştiren ve kalkındıran bu merkezi yapı Osmanlıyı belli bir süre sonra sıkıntıya sokmaya başladı. Bu sıkıntı Osmanlı’nın güç ve otoritesinden kaynaklanmıyor, kapitalist sermaye birikimini sağlayamamış olmasından kaynaklanıyordu. Osmanlı vatandaşlarının para ve sermaye birikimiyle tanışması 1839 TanzimatFermanı’na kadar zaten mümkün değildi. Çünkü Osmanlı’da mülkiyet hakkı yoktu. Bütün topraklar ve servetler devletin malı durumundaydı. Bir ömür boyu sürekli çalışan orta halli Osmanlı vatandaşının elindeki tek para “kefen parası” olarak isimlendirilen çok komik paralardan ibaret kalıyordu. Çiftçi ve köylüler ise zaten asırlar boyu tımar sistemi içerisinde aynî bir vergilendirmeye tabi tutulmuş, elinde kalan artıkla ancak tohumluğunu ayırıp karnını doyurabilmişti. Peki bu arada zenginler ne durumdaydı? Çoğu gayrimüslim olan Osmanlı vatandaşları ithalat ve ihracatla uğraşıyor, çok paralı olanlar sarraflık ve bankerlik yapıyordu. Ancak bunların hiç birinin gelecek garantisi yoktu. Bir şikayet durumunda veya herhangi bir nedenle birilerinin gözüne fazla batmaları durumunda tüm mal ve servetlerine devlet tarafından bir anda el konulabiliyordu. Para ve servetle tanışan Türkler ise ancak üst düzey devlet kademesinde görev alan asker ve bürokratlardı. El koyma işlemi bu asker ve bürokratlar için en büyük tehlikeydi. Görevden alınan veya gözden düşen veya vefat eden bir Osmanlı bürokratının tüm mal ve servetine doğrudan doğruya el konulabiliyor ve yıllar boyu çalışılarak biriktirilen servetler bir anda yok olabiliyordu. Mülkiyet hakkı ve miras hukukunun olmaması Osmanlı’da kapitalist bir toplum oluşumunu engellemiştir. İnsanların çalışmaya ihtiyacı yoktu çünkü çalışmasının bir anlamı da yoktu. Nasıl olsa her şey eninde sonunda devletin malı durumuna geliyordu. Aynı nedenle Osmanlı ekonomisi orta ve büyük çaplı sınai tesislere sahip olamamıştır. Servetin göze battığı bir ortamda kendi halinde günlük yaşamak, para ve servet sahibi olmamak daha uygun bir davranıştı.

Çok geniş toprakları denetimi altında bulunduran Osmanlı Devleti, bu topraklar üzerindeki tarımsal ve hayvansal üretimi acaba nasıl vergilendiriyordu? Osmanlı İmparatorluğu’nda toprakların çoğunluğu devlet mülkiyeti altındaydı. Üç kıtada çok geniş alanları kapsayan imparatorlukta tımar sisteminin yanısıra, farklı toprak mülkiyet biçimlerine ve bunlara bağlı farklı üretim ilişkilerine de rastlanıyordu.

Rumeli’de Hıristiyanlardan yeni fethedilen topraklar ile Müslü­manlara ait olan ancak özel mülkiyetin henüz yerleşmediği bölgelerde devlet kendi üstün haklarını kabul ettirerek tımar düzenini çok rahat kurabiliyordu. Bu araziler doğrudan devlet malı niteliğini taşımaktaydı. Buna karşılık, Anadolu Beylikleri döneminde Anadolu Selçuklu Devleti’nin eski toprakları üzerinde özel mülkiyet ortaya çıkmıştı. Osmanlı yönetimi İslâm hukukuna göre bu özel mülkiyeti kabul etmek zorunda kal­dı. Merkezi devletle yerel unsurlar arasındaki mücadele, bu topraklar üzerinde iki ayrı mülkiyet hakkının tanınmasıyla sonuçlandı. Özel mülk sahibinin haklarına malikâne, devletin haklarına divani, sözkonusu topraklara da malikâne-divani adı verildi.

Toprakta özel mülkiyet biçimine en çok merkezi devletin kendi yönetim biçimini tam anlamıyla oluşturamadığı eyaletlerde rastlanıyordu. Doğu Anadolu’da Kürt aşiretlerinin yaygın olarak bulunduğu sancakların bir bölümünde, Bağdad ve Basra vilayetlerinde, Mısır’da, Rodos, Kıbrıs ve Girit gibi da­ha geç fethedilen adalarda, devlet var olan yapılara fazla dokunmamayı tercih etmiştir. Bu topraklarda devlet eyalet bazında saptanan yıllık vergileri toplamakla yetinmiş, toprakta yaratılan artığa ise özel mülk sahiplerinin kendisi el koymaya devam etmiştir. Mevat olarak adlandırılan boş topraklarda da üretimi özendirmek için devlet benzeri bir yönteme başvurmuştu. Bu toprakları üretime açanlara veya devrin değimiyle şenlendirenlere İslâm hukukuna uygun olarak temlikname adlı bir belge verilir ve toprakta özel mülkiyet hakları tanınırdı. Bu mülk sahiplerinin devlete toprak kirası ödeme yükümlülükleri yoktu.

Osmanlı toplumundaki özel mülk sahipleri her zaman devlet müdahalesi ve mülklerine devlet tarafından el konulması tehlikesiyle karşı karşıya idiler. İşte bu durum mallarına sahip çıkma arzusunda olan kişileri yeni alternatifler aramaya yöneltti. Mülk sahipleri kendilerine uygun çözümü İslâm hukukunda buldular ve sahip oldukları malları kendi kurdukları vakıflara vakfetmek suretiyle gelecek nesillere intikal etmesine olanak sağladılar.

Toprakta özel mülkiyetin tam tersi bir durum, devlete ait olan ve doğru­dan doğruya devlet tarafından işletilen miri haslarda ortaya çıkıyordu. Miri haslar, fethedilen alanlarda tımarlar oluşturulduktan sonra merkezi devlete kalan topraklarda kurulmuş olan ve gelirleri doğrudan doğruya merkezi hazineye giden yerlerdi. Bu nedenle miri hasların konumu, hem sipahilerin yönettiği tımarlardan, hem de gelirleri yüksek devlet memurlarına bırakılan ve tımar düzeninin bir parçası olan has ve zeametlerden çok farklıydı. Miri hasları merkezi devletin atadığı ve maaş verdiği emin isimli memurlar yö­netirdi.

  1. yüzyılın ikinci yarısında ve 15. yüzyılın ilk yarısında hem BizansDevleti, hem de Balkanlar’daki küçük prenslikler oldukça zayıf durumdaydılar. Bu bölgelerdeki siyasal parçalanma ve yukarıda da belirtilen veba salgını gibi bazı hastalıklar Osmanlı Devleti’nin genişlemesini kolaylaştırmaktaydı. Yayılmanın erken aşamalarında Balkanlar’daki küçük feodal beyler kendi aralarındaki çatışmalarda Osmanlı Devleti’ni sık sık yardıma çağırıyorlardı. Daha sonraki dönemlerde ise bu feodal beylerin toparlayabildiği ordular, hem sipahilere hem de Avrupa’nın ilk sürekli ordusu olan yeniçerilere karşı oldukça zayıf kaldılar. Osmanlı Devleti ilk başlarda fethedilen topraklarda var olan mülkiyet ve üretim biçimlerine dokunmadı. Yalnızca yerel feodal beyleri yıllık vergiye bağlamakla yetindi. Ancak zaman içinde bu topraklarda devlet mülkiyetine ağırlık verilmeye başlandı. Fethedilen topraklar “tımar” adı verilen birimlere bölünerek askeri yükümlülük karşılığında sipahilere dağıtıldı.
  2. yüz­yıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak dönemidir. Coğrafi sınırlarını genişletmeyi sürdüren Osmanlı Devleti, bu yüzyılda yalnızca Avrupa’nın değil tüm Eski Dünya’nın en büyük ve en güçlü devletlerinden biri durumuna gelmiş, 16. yüzyılın üçüncü çeyreğine gelindiğinde ise devletin sınırları kuzeyde KırımHanlığı’na, batıda Macaristanve Sırbistan’a, güneyde Kuzey Afrika kıyıları ile Mısır ve Nil vadisine uzanmıştı. Osmanlı Devleti artık kuzeyde Rusya, batıda Habsburg İmparatorluğu, doğuda da Safevi Devleti ile komşu duruma gelmişti. Ancak ulaşılan sınırlar ve güçlü komşular, artık hızlı ve kolay yayılma sürecinin sonuna gelindiğinin de habercisiydi.

İster Doğu’da ister Batı’da yerleşik tarıma dayalı tüm toplumlarda egemen kesimlerce hep aynı soruya yanıt aranmış ve o dönemin en önemli üretim kaynağı olan tarım ve hayvancılığın ne şekilde vergilendirileceği araştırılmıştır. O dönemin şartlarında tarımsal artığın ürün olarak toplanması, pazara taşınarak paraya çevrilmesi ve sonra maaş olarak askerlere dağıtılması oldukça zordu. Tımar düzeninin tarihsel kökenlerini Batı Asya’da ve özellikle İran’daki toprak rejimlerinde, Selçuklular’ın ikta sisteminde ve Bizans’ın pronoiasında aramak gerekir[8].

Tarımsal artığa el konulmasına yönelik Batı’daki uygulama Osmanlı tımar sisteminden çok farklı değildir. Avrupa’daki kral ve yöneticilerde kendilerine savaş zamanlarında gereken ordu ve asker ihtiyacını karşılamak için sahip oldukları bazı toprakları kendi feodal beylerine tahsis etme yoluna gitmiştir. Osmanlı’nın tımar uygulaması ile Batı’nın feodal toprak düzeni arasında göze çarpan en önemli farklılık, tımar düzeninde köylünün hür ve özgür olması, feodal düzende ise serf ve köle konumunda olmasıydı.

Tımar sisteminin yürürlükte olduğu bölgelerde devlet, vergi geliri sağlayabilecek tüm mal ve in­san kaynaklarının sayımını yapar ve bunları tahrir defterlerine kaydederdi. Yalnızca tarımsal topraklar değil, kentlerdeki imalathaneler, pazar yerleri, limanlar, değirmenler ve gümrük kapıları da bu defterlere işlenirdi. Daha sonra da bu kaynaklar sağlayacakları yıllık gelirin miktarına göre dirlik adı verilen irili ufaklı birimlere ayrılırlardı. En fazla gelir sağlayan dirliklere has, orta boydakilere zeamet ve sayıca ezici çoğunluğu oluşturan küçük dirliklere de tımar adı verilirdi. Has ve zeametlerin gelirleri padişahın ken­disine veya maaşlarına karşılık olmak üzere yüksek devlet memurlarına ay­rılırdı. Tımarlar ise bir beratla birlikte sipahilere dağıtılırdı. Sipahilerden ve büyük dirlik sahiplerinden beklenen, kendi dirliklerinde üretime yönelik ticari faaliyetlerin düzenli bir biçimde yapılmasını sağlamak ve tahrir defterlerine işlenen vergi gelirlerini topla­maktı. Ayrıca dirlik sahipleri bu gelirlerin bir bölümünü kendi geçimleri için ayırdıktan sonra hem savaş sırasında orduya sipahi olarak katılmak, hem de dirliğin büyüklüğüne göre öngörülen sayıda cebelü adı verilen si­lahlı ve zırhlı askerin orduya katılmasını sağlamakla yükümlüydüler.

  1. yüzyılın ortasından itibaren Amerikakıtasından Avrupa’ya akan altın ve gümüş gibi kıymetli metaller Avrupa genelinde ve özellikle Akdenizhavzasında fiyatların yükselmesine sebep olmuştu. Fiyat Devrimi’nin etkisiyle sipahilerin tarımsal üreticilerden nakit olarak topladıkları çift resmi gibi vergiler erozyona uğramaktaydı[9]. Bu durumda devlet sadece savaş gibi olağanüstü du­rumlarda başvurulan avarız-ı divaniyye ve tekâlif-i örfiyye gibi vergileri sık sık talep etmeye başladı. Devletin tarımsal artığın giderek daha büyük bir bölümüne doğrudan el koyma çabalarının daha önemli sonucu ise, dirlik düzeninin yada tımar sisteminin gerilemesi ve iltizam düzeninin tarımsal kesime yayılması olmuştur. 16. yüzyıl ve öncesinde merkezi devletin tica­retten, kentlerdeki üretim faaliyetlerinden ve diğer kaynaklardan aldığı ver­gilerin bir bölümü açık artırma yoluyla mülte­zim adı verilen aracılara bırakılıyordu. Mültezimlerin amacı devlet adına vergi toplama işinden kâr sağlamaktı.

Mültezimler ve diğer sermaye sahipleri açısından çiftlikleri çekici kılan bir diğer neden de 16. yüzyılda Akdeniz havzasında artan tarım ürünü fiyatlarından dolayı zirai ürün ticaretinin kârlı bir hâle dönüşmüş olmasıydı. Böylece mültezimler devlet adına topladıkları öşür yada tefecilik yoluyla ele ge­çirdikleri tarımsal ürünleri giderek artan fiyatlarla tüccarlara satabiliyorlar­dı. Tüccarlar ise yerel pazarlardan topladıkları tarımsal malların bir bölü­münü kentlere gönderirken, bir bölümünü de Doğu Akdeniz havzasından mal toplayıp bu ürünleri daha yüksek fiyatla Avrupa’nın diğer bölgelerine taşıyan Batılı tüccarlara devrediyorlardı.

Osmanlı Devleti’nin erken dönemlerinden itibaren kullanılan iltizam yönteminde devlet, belirli bir vergi kaynağını açık artırma yoluyla 1-3 yıllık süreler için mülte­zim adı verilen özel kişilere devrediyor yada satıyordu. Tımar düzeni dışında kalan bu vergi kaynakları mukataa olarak adlandırılıyordu. Mukataalar coğrafi sınırları belli, mik­tarları maliye tarafından saptanmış vergi kaynağı yada kaynakları anlamına geliyordu. Örneğin, herhangi bir kentin esnaf loncaları veya dış ticaret güm­rüğü bir mukataa olarak tanımlanabildiği gibi, bir yörenin çeşitli türdeki vergileri veya birden fazla yörenin bir tek vergi türü bir mukataa oluşturabiliyordu. Devletin idari yetersizlikleri nedeniyle, mukataaların bü­yük bir bölümünün geliri iltizam yoluyla toplanırdı. Ayrıca Bağdad ve Bas­ra vilayetleri gibi tımar düzeninin oluşmadığı yerlerde de vergi gelirleri iltizam yoluyla toplanırdı. Ancak mukataaların sınırlı bir bölümü devletin emin adı verilen memurları tarafından emaneten yönetilmekteydi.

  1. yüzyılın ikinci yarısında devletin nakit ihtiyacının artma­sıyla birlikte, daha çok tarıma dayanan ve tımar düzeninin bir parçası olan vergi kaynakları mukataalara çevrilerek açık artırma yoluyla mültezimlere devredilmeye başlandı. Böylece İstanbul’da veya taşrada oturan sermaye sahiplerine, askerlere, yüksek devlet memurları­na, ulemaya, sarraf olarak adlandırılan büyük tefecilere ve bir ölçüde de büyük tüccarlara çekici ve giderek genişleyen bir yatırım alanı açılmış olu­yordu. Aslında bu durum Osmanlı vatandaşlarının para ve sermaye biriktirebilmesine olanak sağlayan ilk ciddi girişimdi. Ancak bu vergi kaynaklarını ihaleyle alan kişilerin sözkonusu arazileri kendileri işletecekleri yerde işin kolayına kaçıp belli bir kârla alt mültezimlere devretmeleri bu çok önemli fırsatın kaçmasına yol açtı. Devlet tarafından kendilerine maaş yerine tımar düzenine bağlı büyük dirliklerin vergi gelirleri tahsis edilmiş olan büyük devlet me­murları da, bu gelirlerin toplanması işini mültezimlere devretmeye başladı­lar. İltizamın alanı 17. yüzyılda giderek genişledi, İstanbul’da oturan büyük mültezimler geniş coğrafi alanları kapsayan büyük mukataaları satın alarak bunları daha küçük parçalara bölmeye ve taşradaki ortaklarına yada alt mültezimlere devretmeye başladılar. 18. yüzyılda ise taşrada güçlenen ayan, İstanbul’daki büyük devlet memurlarıyla ortaklıklar kurmaya ve mukataaları ellerine ge­çirmeye başladı.

Aslında Osmanlı mali sisteminin önemli bir eksikliğini de gözardı etmemekte yarar vardır. Fetihlerle birlikte ele geçirilen topraklarda yapılan ilk işin tahrir işlemi olduğu daha öncede belirtilmişti. Tahrir işlemi esnasında o bölgenin menkul ve gayrimenkul varlığının tamamı kayıt altına alınıyordu. Zirai öneme sahip araziler, bağlar, bahçeler, dutluklar, zeytin ağaçları, arı kovanları, nüfusun cinsiyet, yaş, din, dil olarak detaylı sayımı bunlardan bazılarıydı. Bu topraklardan elde edilen tarımsal artığa el konulması noktasında iki işi bir arada çözümlemek isteyen Osmanlı Devleti, bir yandan vergiyi en ucuz ve en kolay şekilde toplayabilmek diğer yandan da kendisine gerekli olan askeri gücü hazineye herhangi bir yük yaratmaksızın finanse edebilmek amacıyla tımar sistemini benimsemişti. Devlet gelirlerinin liman ve gümrükler hariç neredeyse tamamının tarımsal nitelikte olup bu şekilde tımar düzeni içerisinde dolaylı bir vergilendirmeye konu olması Osmanlı’nın yerleşik bir maliye teşkilatı kurmasını engellemişti. Devletin kendisi de aslında işin kolayına kaçmış, “ben kimseye, kimse de bana bulaşmasın” mantığıyla daha iyi şartlarla vergilendirebileceği vergi kaynaklarından asırlar boyu mahrum kalmıştı. Osmanlı vergi kaynaklarının ne kadar sağlam ve yüksek gelire sahip olduğunun anlaşılması için aradan ancak üç asır geçmesi ve 1879’da Rüsûm-ı Sitte İdaresi’nin kurulup vergi tahsilat rakamlarının ortaya çıkması gerekmişti[10].

  1. yüzyılın ortalarına doğru devlete ait vergi kaynakları neredeyse yarı yarıya tımar sistemi ve iltizam sistemi arasında paylaşıma konu olurken, sonrasında nakdi ekonominin önem kazanma­sıyla birlikte iltizam lehine değişmeye başladı.

Bu arada Osmanlı Devleti açısından büyük felaketlerle sonuçlanacak yeni bir dönem başlıyordu. 1683’de IV. Mehmet döneminde II. Viyana Kuşatması başlatılmış, Osmanlı’nın yenilgisi ile sonuçlanan bu kuşatma ve savaş gerileme sürecinin başlangıcı şeklinde yorumlanmıştı. Osmanlı’yı Avrupa’dan söküp atmak amacıyla Kutsal İttifak oluşturulmuştu. 1683’de Habsburg ordusu Estergon Kalesi‘ni ele geçirdi. 1684’de Vişgrad, Ayamavri ve Dalmaçya‘daki bir çok kale Venedikliler’in eline geçti. 1685’de Uyvar Kalesi kaybedildi. 1686’da Venedikliler Navarin Kalesi’ni işgal etti ve aynı yıl Budin kalesi Habsburglar’ın eline geçince Macaristan‘daki Osmanlı hâkimiyeti sona erdi. 1687’de Osmanlı ordusunun Mohaç Savaşı‘nda yenilmesi Valpo ve Posega gibi 15 kalenin düşman eline geçmesine neden oldu. Aynı yıl Atina Venediklilerin eline geçti, Habsburg ordusu Eğri kalesini fethetti. 1688’de İstolni Belgrad kalesi elden çıktı ve Belgrad‘ı kuşatan Habsburg ordusu kaleyi ele geçirdi. 1690’da Kanije kalesi düşman eline geçti. 1696’da Rus ordusu harap haldeki Azak Kalesi’ne saldırdı ve ele geçirdi. 1697’de Osmanlı ordusu Zenta Savaşı‘nda Savoylu Prens Eugene‘in kuvvetlerine yenildi. 1698’de İngiltere ve Hollanda‘nın arabuluculuğunda Avrupa‘da savaşan devletlerin Macaristan‘ın Karlofça kasabasında toplanıp anlaşması uygun görüldü ve 1699’da Karlofça Anlaşması imzalandı.

Bu kadar olumsuzluğun üst üste yaşandığı Osmanlı Devleti’nde moralsizlik had safhada idi. Devlet bir yandan vergi kaynaklarının durumunu iyileştirmek, diğer yandan da savaşlar dolayısıyla yaşadığı nakit sıkıntısına çare bulabilmek amacıyla hazineye gelir temin eden mukataaları peşin parayla ve adına muaccele denen bir bedel karşılığında isteyenlere kayd-ı hayat şartıyla satmaya karar verdi. Ocak 1695’de yayımlanan bir fermanla malikane sistemi uygulama konuldu.

Bu sistemde vergiler iltizam usûlünde olduğu gibi yine müzayede ile satılıyordu ancak normal iltizam sisteminde müzayede hazineye ödenecek yıllık vergi miktarı üzerinde gerçekleşirken, bu yeni sistemde yıllık miktar hazine tarafından belirleniyor ve bu miktarın müzayede ile arttırılması veya düşürülmesi söz konusu olamıyordu.

Mukataanın getireceği yıllık kârı ömür boyu elde etme karşılığında ödenecek muaccele bedelinin miktarı, hazinenin tes­pit ettiği ve genellikle yıllık net kârın zamana göre 2 ilâ 8 katı arasında değişen alt sınıra inmemek şartıyla alıcıların rekabeti sonucunda belirleniyordu. Defterdarlığa bağlı bir büroda uzunca bir süre halka açık tutu­lan defter üzerinde en yüksek teklifi yapan kişiye satış yapılırdı. Satış bedeli olan muacceleyi hazineye yatıran alıcı­ya ölünceye kadar işleteceği malikâne ile ilgili olarak tüm hak ve yükümlüklerini açıkça belirten bir berat verilirdi. Mukataa sahibi detayları kanunla belirlenen bu kurallara riayet etmek kaydıyla mukataasını istediği şekilde idare ede­bilir, arzu ederse bir başkasına satabilirdi. Muaccele yöntemi mültezimler bakımından iltizam yöntemine göre güvenceli ve cazip bir sistemdi. İltizam usûlünde bir mukataayı prensip olarak aynı adamın uzunca süre elinde tutması müm­kün değildi. Herhangi bir anda herhangi bir kişinin daha yüksek teklif vermesi durumunda sözkonusu mukataa o kişinin elinden alınır daha yüksek teklif önerene verilirdi.

1683 yılında Avusturya’ya karşı düzenlenen II. Viyana Kuşatması ile başlayıp sonrasında 1699 Karlofça Anlaşması’na kadar devam eden savaşlar dizisi malikane sisteminin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. 1768-1774 yılları arasında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı ise yine devletin yaşadığı ekonomik sıkıntılara bağlı olarak yeni bir sistemin gerekliliğini ortaya koydu. Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanan bu savaş sonucunda Ukrayna‘nın güneyi, Kuzey Kafkaslar ve Kırım Yarımadası Rusya‘nın eline geçmişti. 1699 Karlofça Anlaşması Osmanlı Devleti’nin ciddi toprak kayıplarına yol açmıştı. 1768-1774 Osmanlı Rus Savaşı sonucunda imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması ise toprak kaybının yanısıra ilk defa olarak Osmanlı Devleti’nin bir başka devlete (Rusya) savaş tazminatı ödemesiyle sonuçlanmıştı. 12 sene devam eden uzun bir savaşım döneminden sonra çeşitli ekonomik sıkıntılarla mücadele eden Osmanlı mali çevreleri krizden çıkışın yolu olarak malikâne sisteminin bir ileri aşamasını gündeme getirmiş ve esham sistemi olarak belirlenen bu yöntem 1775-1860 yılları arasında uygulama alanı bulmuştur. Esham sistemi “mukataa” olarak bilinen vergi kalemlerinden bazılarına ait yıllık gelirlerin faiz olarak isimlendirilen belirli bölümleri 2500 kuruşluk sehimler halinde dilimlenerek özel şahıslara “muaccele” adı verilen bir peşin bedel karşılığında kayd-ı hayat şartı ile satılıyordu.

Kadın veya erkek, müslüman veya gayrimüslim, asker veya reaya her Osmanlı vatandaşı sehim alabilirdi. Muaccele bedelinin %5 ile %10’u kadar dellâliye ve kalem harçlarını hazineye yatıran kişiler, kendi adlarına düzenlenen beratı alıp sehmine kayd-ı hayat şartı ile sahip olurdu. Beratını alan her kişi, muaccelenin %10’u kadar kasr-ı yed resmini hazineye yatırmak şartıyla sehmini başkasına satabilirdi. Sahibi ölen sehim mahlûl (sahipsiz) sayılır ve hazineye ait olurdu. Mirasçı­lara herhangi bir ödeme yapılmazdı; zira sistemin mantığına göre hazine aldığı muacceleyi ödediği yıllık faizlerle itfa etmiş sayıldığı için ayrıca bir anapara ödenmesi sözkonusu olamazdı.

Malikâneler, vergi mükelleflerini yönetme sorumluluğu gerektirdiği için sadece askeri zümre mensuplarına veriliyordu. Padişah kızları dışında kadınlara verilmediği gibi çok nadir istisnalar hariç gayrimüslimlere de verilmezdi.

Osmanlı Devleti 19. yüzyılın başından itibaren yine sıkıntılı bir döneme girdi. 1804’de Sırp İsyanı, 1806-1812 yılları arasında Osmanlı-Rus Savaşı yaşandı ve bu savaşın sonucunda 28 Eylül 1812’de Bükreş Antlaşması imzalandı. Kısa bir durgunluk döneminden sonra 1821-1829 yılları arasında Yunan İsyanı yaşandı ve kanlı mücadelelerden sonra dönemin büyük güçlerinin desteğiyle Osmanlı egemenliğine karşı başlayan ayaklanma Yunan Krallığı’nın kurulmasıyla sonuçlandı. Günümüzdeki modern Yunanistan, 1821‘de Osmanlı Devleti‘nin İngiltere, Fransa ve Rusya karşısında aldığı yenilgiler sonucu, İstanbul‘un idaresinden koparılan Mora Yarımadası ve Atina‘dan ibaret küçük bir bölgede “Yunan Krallığı” adı altında kuruldu. İlk Yunan Kralı Bavyeralı aristokrat aileden gelen Otto isminde bir Alman idi. 1828-1829 yıllarında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı ve sonrasında imzalanan Edirne Antlaşması ise Osmanlı’nın Küçük Kaynarca Antlaşması‘ndan sonra imzaladığı en ağır antlaşmalardan biridir. Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Yunanistan Devleti’nin kurulmasını kabul ediyor, Eflak, Boğdan ve Sırbistan‘a imtiyazlar tanıyor, Rus ticaret gemilerine boğazlardan geçiş hakkı veriyor, Rusya‘ya savaş tazminatı ödemeyi kabul ediyordu. Osmanlı Devleti Çerkesya üzerindeki tüm haklarından vazgeçtiği gibi Kuban ve Bzıb ırmakları arasındaki Karadeniz kıyı kontrolünü de Rusya’ya devrediyordu. Edirne Antlaşması’ndan beş ay sonra, 3 Şubat 1830 tarihinde İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan yeni bir “Londra Protokolü” ile bağımsız Yunanistan Devleti’nin kurulduğu ilan edildi ve Osmanlı Devleti 24 Nisan 1830‘da Yunanistan‘ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı.

1 Temmuz 1839‘da II. Mahmut’un ölümü üzerine Abdülmecit tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı Devleti büyük bir buhran yaşıyordu. Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı ordularını birkaç yerde yenilgiye uğratmıştı. İngiltere ve Fransa bazı reformlar yapılması karşılığında Osmanlı’ya yardım edeceklerini açıklamıştı. O sırada Dışişleri Bakanı olan Mustafa Reşit Paşa devletin bu güç durumunu Padişah’a anlatıp bazı reformlar yapılması hususunda onu ikna etti. Tanzimat Fermanı 3 Kasım 1839’da büyük bir törenle bizzat Mustafa Reşit Paşa tarafından okundu. Bu fermanla bundan böyle mahkeme kararı olmadıkça gizli veya aleni hiçbir kimsenin idam edilmemesi, hiçbir kimsenin ırz ve namusuna dokunulmaması, herkesin malını serbestçe tasarruf edebilmesi, kimsenin malının müsadere edilmemesi, tüm vatandaşların aynı haklardan istifade etmelerine olanak tanındı ve ayrıca hükümdarın bundan böyle bir mahkeme hükmü olmadan kimseyi öldürtmeyeceği ve zehirletmeyeceği, kimsenin malını elinden almayacağı, halkın zararına olan iltizam usulünü kaldıracağı resmî olarak güvence altına alındı.

İşte esham sistemi ciddi sıkıntıların yaşandığı bir dönemde devletin oldukça artan nakit finansman ihtiyacının giderilmesi amacıyla yaratıldı. Sistemi etkileyen en önemli faktör, Tanzimat’ın ilânı ile birlikte büyük çapta kredi ihtiyacının gündeme gelmiş olmasıydı. Da­ha önce malikâne sisteminden esham uygulamasına geçilmesine yol açan zaruretlerin benzeri şimdi de esham sistemini zorlamaya başlamıştı. Faizlerin çok daha düşük olduğu dış ülkelerden borçlanma yolları denenmiş ancak yukarıda izah edilen nedenlerden dolayı başarılı olunamamıştı. Tanzimat maliye otoritele­ri esham sistemini kayd-ı hayat şartından kopararak orta vadeli ve daha ucuz bir borçlanma yöntemi bulmaya çalıştı. Eshamın kayd-ı hayat şartından kopması demek, sahibi ölen sehimlerin hazineye değil mirasçılara intikal etmesi, yani anaparanın özel mülkiyet sınırları içinde tutulması demekti. Zaten Tanzimat Fermanı’da buna olanak tanıyordu. Ağustos 1840’ta piyasaya sürülen evrak-ı nakdiye isimli yeni sehimlerin satışı başarılı oldu. “Esham kavâimi, kaime-i mutebere, evrak-ı nakdiye” gibi isimler verilen bu ilk deneme ile eshamın niteliği artık değişmeye başlamış oluyordu. Ancak daha öncede açıklandığı gibi miktarı hızla artan evrak-ı nakdiye piyasada hızlı bir şekilde değer kaybetmeye başladı ve bir Osmanlı altını evrak-ı nakdiye ile 500 kuruşa kadar yükseldi. Ancak mülkiyet ve miras garantisi olduğu için hazine bu yöntem sayesinde giderek daha düşük faizlerle borçlanma imkânını buldu. İlk olarak %12 ile piyasaya sürülen evrak-ı nakdiyelerin faiz getirisi önce % 10’a, daha sonra % 8’e indirildi. Bu hızlı genişleme ile birlikte değeri de düşen kaime piyasada önemli bir istikrarsızlık kaynağı haline gelmeye başladı.

Nihayet 1849’da kayd-ı hayat şartını, esham satın alanın kız veya erkek çocuklarına yansıtan ve “evlâdiyet surûtu” diye nitele­nen esham türü piyasaya çıkarıldı. Bu yeni türde eshamı ilk alan kişi ve ondan ileride satın alacak olan ikinci şahıs öldükleri zaman, sehimler hazi­neye geri dönmeyecek ve çocuklarına eşit paylarla intikal edecekti. Ancak bu ikinci kuşak da ölünce sehim mahlûl sayılıp hazineye intikal edecekti.

1854 yılında ise Osmanlı mali otoriteleri dış borçlanma yoluyla finansman ihtiyacının karşılanması yoluna gidip 1874 yılına kadar 15 dış borç anlaşmasına imza atmışlardır. Sonrası ise 1879’da Rüsûm-ı Sitte’nin, 1881’de Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’nin kuruluşu ile sonuçlanmıştır.

1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Hükümet para ihtiyacını İstanbul’daki yerli bankerler ve bankalardan sağlamış, bu borçlanmalara karşılık kendilerine en önemli devlet gelirlerini teminat olarak göstermişti. Avrupa bankalarının Türkiye’ye sırt çevirdiği dönemde Osmanlı Bankası ve yerli alacaklıların Hükümet’e kredi açması bir vefa borcu niteliğinde öncelikle bu borcun kapatılmasını gerekli kılmıştı. Rüsûm-ı Sitte’nin kurulmasına yönelik ilk öneri 1879 yılı sonlarında Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası’nın öncülüğünde Hükümet’e getirildi. Teklif, Osmanlı Devleti’ne ait bazı gelir kaynaklarının, 1879-80 yılındaki senelik geliri gözönüne alınarak bu kişilere kiralanması yönündeydi. Hükümet bu teklifi kabul etti ve 22 Kasım 1879’da başkentin sermayedar grubu ile hükümet arasında bir sözleşme imzalandı. Kiracılar; Bank-ı Osmani-i Şahane’nin müdürleri H. Forster, Emile Deveaux ve Von Haas ile Galata Bankerleri’nden Georges Zarifi, Salomon Fernandez, Bernard Tubini, Eustache Eugenidi, Theodore Mavrokordato, A. Vlasto, A. Barker, Paul Stefanovich Schilizzi, Leonidas Zarifi, Georges Coronio, Ulysse Negroponti ve Z. Stefanoviç idi. Bu sözleşme ile Osmanlı Devleti, tuz, ipek, içki, balık avı, tütün ve damga vergilerini alacaklı sıfatıyla yukarıdaki kişilere geçici bir süreliğine ihale ediyordu. Bu kişiler verginin toplanmasını üstlenecek, ihale bedeli kadar tutarı alacaklarına mahsup edecek, fazla olan kısmını ise Hükümet’e teslim edeceklerdi. Çok profesyonelce hazırlanan bu sözleşme, sonradan Avrupalı tahvil alacaklıları ile imzalanacak olan sözleşmenin (Muharrem Kararnamesi) bir nevi özünü teşkil edecekti.

Düyûn-ı Umûmiyye-i Osmaniyye İdâresi’nin ilk şekli olan Vâridât-ı Sitte İdâresi Osmanlı Bankası’nın önderliğinde kurulmuştu. Hükümet’in bu suretle ihale ettiği geliri altı tane olduğundan, tarafların bu gelirleri idâre etmek için oluşturdukları İdâre’ye “Rüsûm-ı Sitte İdâresi” denilmiştir. Rüsûm-ı Sitte İdâresi, iyi idâre edildiği takdirde Osmanlı Devlet gelirlerinin inanılmayacak derecede arttığını ispat etti. Rüsûm-ı Sitte’ye tabi ürünlerin piyasası canlandı, üreticiler yeni tarım alanları açmaya başladı. Avrupa’dan ipek tohumu ithal edilerek hastalıklı ipek böceği tohumlarının kullanılması önlendi ve Bursa civarında ipekçilik kısa zamanda gelişmeye başladı.

13 Ocak 1880’de R. Hamilton’ın yönetiminde faaliyete geçen Rüsûm-ı Sitte İdâresi, çoğunluğu daha önceden imtiyazlı gelirlerin tahsilatıyla görevli idârelerde çalışmış beş binden fazla deneyimli memurla kısa sürede tüm imparatorluk sathına yerleşti. Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin kuruluşu Avrupalı alacaklıları ilk başlarda tedirgin etti. Hükümet, 10 Kasım 1879 uzlaşına göre; pul, ispirto ve bazı bölgelerin av ve ipek vergisi ile tütün tekellerini, bu vergi kalemlerinin 1 Mart 1879’dan 1 Mart 1880’e kadar olan gelirlerini dikkate alarak %10 fazlasıyla alacaklılara ihale etmişti. Yıllık 1,620,000 lira olarak tahmin edilen gelirlere ait rakamların ilk altı ayda hızla artması Avrupa’da şaşkınlıkla karşılandı ve Osmanlı tahvil sahiplerini ümitlendirdi.

Avrupalı alacaklıları Rüsûm-ı Sitte İdaresi’nin kuruluşundan rahatsız olmaları ve bu durumu hükümetleri nezdinde protesto etmeleri üzerine II. Abdülhamit, Avrupalı alacaklılara da çağrıda bulunarak Osmanlı borçlarının ödenmesi hususunda görüşmeler yapmayı önerdi. 1881 yılının sonlarında Avrupalı alacaklı vekillerinin katılımıyla İstanbul’da düzenlenen toplantılar sonucunda Rüsûm-ı Sitte İdaresi tüm aktif/pasifi ve çalışanlarıyla birlikte Düyûn-ı Umumiyye İdaresi’ne devredildi.

1882 yılı başından itibaren organizasyon çalışmalarına başlayan Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi, Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin deneyim ve becerilerinden faydalandığı gibi Osmanlı Bankası aracılığıyla Galata Bankerleri ile de sıkı bir işbirliği yapma yoluna gitti. Gerçekte Rüsûm-ı Sitte İdâresi’ni kuran Galata Bankerleri, kendilerine 1879’da tahsis edilmiş olan altı gelir kaynağını çok önceden beri mültezim sıfatıyla zaten Devlet’ten ihale yoluyla alıp topladıkları için, mükelleflerin durumunu yakından takip edecek çok etkin bir yönetim mekanizması kurmuşlardı. Bu İdare’nin başındaki M. Lang işin teknik açıdan uzmanı konumundaydı. Galata Bankerleri, bu altı rüsûmun senelerce mültezimliğini yaptıkları için vergilerin kimlerden, ne şekilde ve nasıl toplanacağı hususunda müthiş bir bilgi birikimine sahiptiler. Rüsûm-ı Sitte’nin Düyûn-ı Umûmiyye çatısı altında faaliyet göstermesi Galata Bankerleri açısından olumsuz bir durum yaratmıyordu. Hatta Galata Bankerleri aslında bu yapı değişikliğinden memnuniyet duyuyordu. Nedenine gelince, Rüsûm-ı Sitte’nin tarafı olan Galata Bankerleri neticede Osmanlı vatandaşıydı. Devletin herhangi bir nedenle Rüsûm-ı Sitte anlaşmasını feshetmesi durumunda Galata Bankerleri’nin çok da itiraz edecek bir durumları yoktu. Padişahın, sadrazamın veya maliye nazırının iki dudağı arasından çıkacak tek bir cümle bir anda her şeyi alt üst edebilirdi. Rüsûm-ı Sitte yerine Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi gibi daha resmi ve daha ciddi bir kurumun varlığı onların alacaklarını da güvence altına sokacaktı. Yabancı ülkelerin müdahalesinden çekinen II. Abdülhamid’in, Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ne karşı herhangi bir olumsuzluğa müsaade etmeyeceğini de çok iyi biliyorlardı.

Bu yapı ile Osmanlı Devleti’nde o güne kadar Batı’da örneği olmayan yeni bir uygulamaya geçiliyordu. Devlet, gelirlerinin bir kısmını yabancı alacaklılara tahsis etmeyi kabul ediyor ve kurulacak alacaklılar örgütüne bu gelirleri toplayıp borçların tasfiye edilmesi hususunda ödeme yetkisi veriyordu.

Muharrem Kararnamesi diye bilinen ve 20 Aralık 1881’de imzalanan anlaşma ile borçlar konsolide edilmiş ve borç koşulları değişikliğe uğramıştı. Bu sözleşme ile ana borçlar ve faizler düşürülüp birleştirilmiş, 190 milyon sterlin tutarındaki anapara borç toplamından 94 milyon sterlin, 62 milyon sterlin tutarındaki faiz toplamından ise 52 milyon sterlin indirim yapılarak neticede 252 milyon sterlin tutarındaki genel borç toplamı 106 milyon sterline düşürülmüştü. Ancak, konsolidasyon karşılığı yabancı alacaklılar Osmanlı malî yönetimi üzerinde sıkı bir denetim kurmuştu. Bu sözleşme ile Birleştirilmiş Osmanlı Borçları A, B, C, D Tertibi olarak dört gruba ayrıldı. Aslında Düyûn-ı Umûmiyye, Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin çok daha kurumsallaşmış bir şekliydi. Doğal olarak bu tür bir yönetimin varlığı Osmanlı Devleti’nin egemenlik hakkıyla bağdaşmıyordu. Düyûn-ı Umûmiyye ile yabancılar Osmanlı malî örgütünün yanısıra ayrı bir örgüt kurarak vergilerin doğrudan doğruya kendi elemanlarınca toplanması yetkisini elde ediyorlardı. 1909-1910 yıllarında Düyûn-ı Umûmiyye’nin İstanbul ve vilâyetlerde bulunan memur sayısı beş bini buluyordu. Bunların yalnız 50 kadarı yabancıydı. Geriye kalanlar Osmanlı uyruğundan olup % 8’i gayrimüslim idi. Beş bin memurun 3,927’si vilâyetlerde görevli olup, bunların 1,491’ini piyade ve atlı kolcular oluşturuyordu. 1912 yılına gelindiğinde Düyün-ı Umûmiyye’nin çalıştırdığı memur sayısı 8,931’e yükseldi. Aynı yıl Osmanlı Maliyesi’nde çalışan memur sayısı ise 5,472 idi. Yine aynı tarihlerde Düyûn-ı Umûmiyye’nin topladığı vergi gelirleri, o günkü devlet gelirlerinin üçte birine tekabül ediyordu.

Düyûn-ı Umûmiyye’nin İdâre Meclisi, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan gibi alacaklı ülkelerin beş temsilcisi ve Osmanlı Bankası ile Galata Bankerleri’nin iki temsilcisi olmak üzere toplam yedi kişiden oluşuyordu. Babıâli, Meclis’in her yıl hazırlayacağı bütçeyi onaylayacak, yıl sonlarında bir bilanço hazırlanacaktı. Osmanlı üst yönetimiyle bağlantıyı sağlamak üzere İdare bünyesinde bir Düyûn-ı Umûmiyye Komiseri görev yapıyordu. Kabaca sekiz gelir kaleminin yönetimi ve tahsili Düyûn-ı Umûmiyye’ye bırakılmıştı. Bunlar; tuz, tütün, ispirtolu içkiler gibi tekel maddeleri hasılatı ile balık avı ve damga vergileri; gümrük resimleri fazlası; temettü (kazanç) vergisi artışları; Bulgaristan vergisi; Kıbrıs vergisi; Şarkî Rumeli vergisi; tömbeki hasılatının bir kısmı; Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan’a ait Düyûn-ı Umûmiyye hisseleri idi.

Galata Bankerleri ve Rüsum-ı Sitte…

  1. Abdülhamit gerek Galata bankerlerine olan vefa borcunu ödemek gerekse yabancı alacaklıları anlaşma masasına oturtabilmek için önemli bir adım atar ve borçlarının ödenmesi hususunda anlaşma masasına davet eder. Bu arada Avrupalı alacaklılar Osmanlıyı köşeye sıkıştırmak ve alacaklarını devletler arası bir borç şekline dönüştürmenin çabası içindeydiler. Rus Savaşından yenilgi ile çıkan Osmanlı Devletine Berlin Konferansı sırasında dayatılan konuların başında dış borçlar meselesi geliyordu. Ancak Osmanlı bu konunun devletler arası bir konu olmadığını, Osmanlı devleti ile Osmanlıya borç veren şahıslar ve bankalar arasında çözümlenmesi gerektiğini savundu ve bu konudaki dayatmaları kabul etmedi. Neticede Berlin Konferansı Osmanlının tezi yönünde şekillendi. Ancak Avrupalı alacaklılar masaya oturmakta direniyordu. Bu direnişi kırmanın yolu ise Galata Bankerleri ile anlaşmaktan geçiyordu. 1879 yılında Galata Bankerleri ile Osmanlı Devleti arasında 8,725,000 liralık borcun geri ödenmesi hususunda anlaşma imzalandı ve Osmanlı devleti altı adet vergi kaynağının toplanması hususunda Galata Bankerlerini mültezim olarak görevlendirdi. İçki, damga pulu, İstanbul ve civarı deniz ürünleri vergisi, İstanbul, samsun, Edirne ve Bursa ipek öşürü, tömbeki ve tütün inhisarı gelirleri “Altı Vergi İdaresi” olarak Türkçeleştireceğimiz bir şekilde Rüsum-ı Sitte İdaresine tahsis edildi. 5714 çalışanı olan bu idare altı vergiyi devlet adına 10 yıl süreyle toplayacak ve borçlarını tasfiye edecekti.

Düyun-ı Umumiyye İdaresinin kuruluşu…

İdarenin ilk altı aylık tahsilat rakamları beklentilerin çok üzerinde çıkıp da Galata Bankerlerinin memnuniyeti gazetelere yansıyınca, Osmanlı Devleti ile masaya oturmaktan imtina eden Avrupalı alacaklılar kendi devletleri vasıtasıyla Osmanlıya baskı yapmaya başladılar. Nasıl olurda kendilerinin 230 milyon liralık alacakları dururken 8,750,000 lira alacakları olan Galata bankerlerine ödeme konusunda öncelik tanınırdı. Osmanlı bu konuda tavrını net olarak ortaya koymuştu. Borç meselesi Osmanlı devleti ile ancak ve ancak şahıslar arasında çözümlenecektir. Netice de Osmanlı Devleti ile yabancı alacaklılar (ki bunlar şahıslar ve bankalardır) 1 Eylül 1881 tarihinde İstanbul’da görüşmeye başlarlar. İngiliz, Fransız, alman, İtalyan, Hollanda, Avusturya, Macaristan alacaklı vekilleri ile toplam olarak 24 toplantı düzenlenir ve 20 Aralık 1881 tarihinde nihai anlaşma metni imzalanır.

Tarihimize Muharrem Kararnamesi adıyla geçen bu anlaşma metni ile Düyun-ı Umumiyye İdaresi kurulur. Galata Bankerleri tarafından kurulan Rüsum-ı Sitte İdaresi tasfiye edilerek Düyun-ı Umumiyye İdaresi ile birleştirilir. İdareye tahsis edilen gelir kalemlerine tuz, Rumeli Şarki Vilayeti ve Kıbrıs geliri ile Gümrük Geliri fazlaları da ilave edilir. Muharrem Kararnamesi ile Osmanlı devletinin 252 milyon sterlin tutarındaki dış borç rakamı ciddi bir indirimle 106 milyon sterline (111 milyon Osmanlı lirası) düşürülür. İdare vergi toplama konusunda çok başarılı oldu ve idarenin faaliyete geçtiği 1882 yılından 1914 yılına kadar geçen 32 yılda 190 milyon liralık dış borç geri ödemesi yapıldı. Ancak bu kadar ödemeye rağmen Osmanlının dış borç rakamında herhangi bir değişiklik olmuyordu, çünkü yapılan bu ödemelerin tamamı dış borçların yıllık anapara ve faiz ödemelerine karşılık geliyordu. 1914-1915 mali yılı bütçesinde devletin tüm vergi gelirleri 34 milyon altın liraydı ve bu paranın 14 milyonu Düyun-ı Umumiyenin hissesine düşüyordu. 1914-1918 Savaş yıllarında Düyun-ı Umumiyenin yabancı idarecileri sınırdışı edilir ve ödemeler durdurulur. 1918’de Sevr Anlaşması Düyun-ı Umumiye’yi devletler üstü duruma getirmeye çalışır. Bu şartlar altında borcun kapatılması neredeyse imkansız gibidir.

Anadolu’da kurtuluş mücadelesi…

Derken başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun bir çok yeri işgal edilir. Anadolu’da Mustafa Kemal’in öncülüğünde kurtuluş mücadelesi başlatılır.

Kurtuluş mücadelesi sırasında Düyun-ı Umumiye ile Mustafa Kemal yandaşları arasındaki ilişkiyi gösteren önemli bir belge Başbakanlık Osmanlı Arşivindedir. 1920 yılına ait bu belgede Kemalilerin (Kemalistlerin) Bursa ve Trabzon’daki Düyun-ı Umumiye İdarelerini basarak kasadaki paralara el koydukları, bu durumun engellenmesi istenmektedir. Osmanlı hükümeti ise bu isteğe “maalesef sözümüz İstanbul dışına geçmiyor” şeklinde yanıt vermiştir.

 “İstanbul’un yaptığı tüm anlaşmalar, verdiği tüm imtiyazlar geçersizdir”.

Konumunu 1922 Eylül ve Ekim aylarındaki askeri ve siyasi başarılarla kuvvetlendiren Ankara hükümeti 16 Ekim 1922’de bir tebliğ yayınlayarak, devlet tarafından konulmuş vergiler hakkında görüşmelerde bulunmaya ve anlaşma yapmaya sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin yetkili olduğunu, Ankara Hükümeti’nin onayı alınmaksızın İstanbul’daki Hükümet’in imzaladığı veya imzalayacağı anlaşma, sözleşme, alınmış ve alınacak tüm resmi kararların, verdiği veya vereceği imtiyazların tamamıyla boş ve hiç olmamış gibi kabul edileceğini, ayrıca Milli Hükümet’in katılımı olmaksızın İstanbul’daki Hükümet’in teklifi üzerine yapılan borçlanmaların ve bunlara mahsuben imtiyazlı malî müesseselerce herhangi bir İdâre’ye yapılacak ödemelerin tanınmayacağını açıklar.

Lozan Görüşmelerinde Osmanlı borçlarının ne şekilde dağılacağı tespit edilir, ancak ödeme şekli belirlenmez…

Lausanne Anlaşması, Osmanlı borçlarının ne şekilde dağıtılacağını tespit etmiş, fakat bu borçların ne şekilde ödeneceği hususunu doğrudan doğruya Hükümet ile alacaklılar arasında yapılacak görüşmelere bırakmıştı. İsmet İnönü, borçların indirilmesini talep etmiş, Lausanne’a taraf olan devletler ise özel şahıs alacaklarına müdahale etmek istemediklerini beyan etmişlerdi. Fransız alacaklılarla görüşmek üzere Mayıs 1923’de Paris’e giden Hasan Saka ise, önemli fikir ayrılıklarından dolayı müzakarelere başlamamıştı.

Lozan’da Türkiye’nin hissesine düşen borçlar…

Lausanne ile kapitülasyonlar ve Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi kaldırıldı. Dış borçlar Osmanlı topraklarında oluşan yeni devletler arasında paylaştırıldı. Bu paylaşım barış görüşmelerinin en çetin konularından biriydi. Uzun görüşmeler sonunda, Osmanlı Devleti’nden ayrılıp Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’a katılan topraklara düşen borç hisselerinin ödenmesi sorumluluğu sayıları 16’yı bulan bu ülkelere bırakıldı. Bu oran % 24 idi. Türkiye’ye ise % 76 oranında bir borç yükü kalıyordu. Paylaşımdan sonra, Türkiye’nin payına düşen 107 milyon liralık borç tutarının yıllık mürettebatı (faiz ve anapara ödemesi) 7,5 milyonu aşıyordu. Alacaklılar, altın olarak verdikleri borcun faiz ve amortismanlarının altınla ödenmesini istiyorlardı. Oysa, savaş ertesi Türk Lirası’nın değeri, altına oranla büyük ölçüde düşmüştü. Borçların altınla ödenmesi olanaksızdı. Lausanne’da bir çözüm bulunamadı ve sorunun çözümü Düyûn-ı Umûmiyye ile varılacak anlaşmaya bırakıldı.

Yabancı Alacaklılarla yapılan 1923-1925-1926-1927-1932 görüşmeleri…

Türk temsilciler ile Fransız alacaklılar arasındaki Lozan sonrasındaki ilk görüşme Ağustos 1925’de gerçekleşti ancak itfa ödemeleri konusundaki derin görüş farklılıkları yüzünden bundan da bir sonuç çıkmadı. Bir sonraki toplantı Nisan 1926’da Paris’de yapıldı ancak bu görüşmede sonuçsuz kaldı. Sonuçta Nisan 1927’de tekrardan başlayan görüşmelerde sorunlar tek tek halledildi ve 13 Haziran 1928 tarihinde bir mutabakat zabtı imzalandı. Sözkonusu belge 1 Aralık 1928 tarihinde TBMM’nce tasdîk edildi.

1928 anlaşması Borçlarda birinci indirim…

Varılan uzlaşmaya göre 107,5 milyon lira olan Osmanlı borçları 68,200,000 liraya indiriliyor ve 25 yıl içinde ödenip tasfiye edilmesi karara bağlanıyordu. Borçların düzenli bir biçimde ödenmesi için gümrük resimleri karşılık gösterilmişti. Düyûn-ı Umûmiyye tarafından atanacak bir murakıbın gözetiminde tahsil edilecek olan bu resimler Osmanlı Bankası’na yatırılacak, buradan kupon hamillerine ödeme yapılacaktı. Artan kısım ise Hazine’ye devredilecekti. Ancak, “Kuponlar Anlaşması” daha yürürlüğe girmeden 1929 yılında dünya yeni bir buhranla karşılaştı. Bu koşullarda taksitler tamamen ödenemediği gibi, altın ve döviz transferleri de yapılamadı. Bu arada Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nin merkezi İstanbul’dan Paris’e taşındı.

Lozanda kapitülasyonların reddi…

Cumhuriyet’in kurucu lider kadrosu, alınan dış borçlardan dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı sömürge haline dönüştüğünün bilincindeydi. Yabancıların Türkiye’deki siyasi ve ekonomik ayrıcalıklarına ve en başta da bu devletlerin Düyûn-ı Umûmiye İdâresi vasıtasıyla sürdürdükleri denetimine son vermek isteyen Kemalistler, Lausanne görüşmelerinde kapitülasyon talepleriyle karşılaşmış, yeni dış borçlanmaların ileride Türkiye’nin siyasi bağımsızlığı üzerinde baskı aracı olarak kullanılabileceğine dair işaretler almışlardı. Osmanlı borçlarının koca bir devleti ne noktaya getirdiğini bilfiil yaşayan Cumhuriyet kadrosu yeni borç alımına oldukça soğuk bakıyordu.

1929 Dünya bunalımı ve 1928 anlaşmasının askıya alınması…

1928 anlaşmasına göre ödemeler gerçekte altın lira değil, taksit tutarına karşılık gelen miktar kadar sterlin ile ödenecekti. Anlaşmanın en ağır maddesi de aslında bu idi. Bu doğrultuda Türkiye’nin, 1929-1954 yılları arasında toplam olarak 68.200.000 altın Osmanlı lirası ödemesi planlanmıştı. Bu ödeme planına göre 107.500.000 Osmanlı Lirası tutarındaki borç miktarı üzerinden %37’lik indirim sağlanmış oluyordu. Ankara Hükümeti 1929 yılındaki ilk taksiti zamanında ödedi. Ama, 1929 yılı toplam ihracat gelirinin %10’una ve genel bütçe gelirlerinin %8’ine karşılık gelen 2,000,000 liralık bu ödeme Hükümeti oldukça zorladı. 1929 yılının sonlarında, ödemeler dengesi açığının büyümesi ve buna bağlı olarak Türk Lirasının döviz karşısında hızla değer kaybetmesi nedeniyle Hükümette bir panik havası yaşandı. Bu sırada Amerika’da patlak veren ve sonrasında tüm dünyaya yayılan 1929 Buhranı Türk ekonomisini de etkilemeye başlayınca Hükümet, Düyûn-ı Umûmiyye’ye yapacağı sonraki ödemeleri durdurdu.

1932 anlaşması. Borçlarda ikinci indirim.

1929 Buhranı’nın yarattığı olumsuzluklar Türkiye Cumhuriyeti’ni, Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi ile yeni bir anlaşma yapmaya zorladı. Aralık 1932’de Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi ile yapılan çetin pazarlıklar bir mucizeyi gerçekleştirdi ve Türkiye’nin Osmanlıdan devir alınan borcu bazı kur oyunlarıyla 8.600.000 altın liraya, yıllık faiz ve anapara taksitleri de 700.000 altın liraya indirildi. Yeni taksitler 1933, 1934 ve 1935 yıllarında ödendi. 1936’da ise Türk Hükümeti, Osmanlı borç senetlerinin çoğunu elinde bulunduran Fransız Hükümetiyle anlaşarak yıllık taksitlerin yarısını belirli ihraç mallarıyla ödemeye başladı. 1938’de ise taksitlerin tamamının bu şekilde ödenmesi kararlaştırıldı.

Kısa bir özet…

Sultan Abdülmecid döneminde 24 Ağustos 1854 tarihinde alınan 5.000.000 Sterlin tutarındaki ilk borçtan itibaren uzun bir aşama kaydeden Osmanlı Borçları, devletin 100 yıllık geçmişine damgasını vurmuş ve aradan tam bir asır geçtikten sonra 25.05.1954 tarihinde 1933 anlaşmasına göre ödenmesi gereken tarihten 29 sene önce tamamen tasfiye edilerek kapatılmıştır. Cumhuriyet Hükümetleri bu borçların ödenmesi konusunda kendi lehine olan hemen her fırsatı değerlendirmiş, bu konuda geçmiş nesillerin gösteremediği devlet menfaatini koruma hassasiyetini büyük bir beceri ile sergilemiştir. 1854’de ilk borcun alınmasını takiben 1874’de iflasını ilan eden, 1879’da gelirlerinin bir kısmını Rüsûm-ı Sitte İdâresi’ne, 1881’de ise Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ne devreden Osmanlı Devleti, bugünkü kurlarla milyarlarca dolarlık bir borç yükünü genç Türkiye Cumhuriyeti’ne devretmiş, borcu devir alan Türkiye ise Lausanne’da milli egemenlik konusunda gösterdiği hassasiyeti Osmanlı borçları konusunda da sergilemiştir. 1928 anlaşmasıyla borç miktarını 107.500.000 Osmanlı lirasından 68.200.000 Osmanlı lirasına indiren Türkiye Cumhuriyeti, 1933 anlaşması ile bu borç tutarını 8.578.343 Altın Liraya indirtmeyi başarmış ve 1954 yılında tamamen tasfiye edip kapatırken, ekonomik bağımsızlığını elde etmiştir.

Kaldı ki bu parada gerçek anlamda nakit olarak ödenmemiş, ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılar öne sürülerek bu paranın Fransa’ya mal ihracatı karşılığı takas ve kliring yoluyla ödenmesi sağlanmıştır.

[1] Bu matbaada ilk basılan eser, metal harflerle basılan iki ciltlik Vankulu Lügâtı’dır.

[2] 1840 yılında Kaime-i Mutebere-i Osmaniye adıyla çıkartılan ka­imeler yılda % 8 faiz getiriyordu. Büyük itibar gören bu ilk paraların sar­raflar tarafından ticareti yapılmaya başlanmış ve ilk 160,000 liralık ih­raçtan sonra 240,000 liralık ek ih­raç yapılmış ancak elle yazılan bu yeni partide gerekli özen gösterilmeyerek ucuz hattatlar kullanıldı­ğından sahteleri yapılmıştı. 1841’de matbaada basılan kaimeler çıkarıla­rak el yazılı eski kaimlerle değişti­rilmiş olmasına rağmen bunların da taklitlerinin yapılmasıyla üç ay son­ra yalnız İstanbul’da geçerli olma­ları kararlaştırıldı. Tahvil gibi sak­lanmaları ve hazineye ve gümrük­lerde ödeme için kullanılmaları ne­deniyle 1845’de faiz haddi düşü­rüldü. 1850 yılında piyasaya faizsiz ve bozuk para olarak kullanılması ama­cıyla 10 ve 20 kuruşluk kaimeler sürüldü. 1852 yılında ihraç edilen kaimelerin sahteleri çoğalınca İane-i Umumiye uygulamasıyla toplanan kaimeler yakıldı. Kırım Savaşı sıra­sında çıkarılan kaimeler % 70 oranında değer kaybetti ve sarraflar tarafından %10’u altın ve gümüş kar­şılığı, geri kalanı ise kuruşluk kaimelerle değiştirilmeye çalışıldı. Ancak bu düzenlemelerinde fayda sağlamaması üzerine, vergi karşılığı olarak kabul edilip tedavülden kaldırıldı. 1857 yılında faizli kaimeler Esham-ı Cedide isimli devlet tahvilleriyle değiştirildi. Böylece 3,5 milyon liralık kaime toplanarak yakıldı. 1861 yılında mali zorluklar nedeniyle gene kaime ih­racı yapıldı. Bu kaimeler de 1862 yılında Osmanlı Bankası’na banka açma imtiyazı tanınırken sağlanan krediyle topla­narak imha edildi ve İmparatorluk’ta kaime kalmadı. Ancak 1877 Osmanlı-Rus Savaşı sıra­sında Osmanlı Bankası kayıt numarası ve mührüyle 15 milyon lira­lık kaime ihracı yapıldı. 1879 yı­lında altın liranın 500 kaimeye ka­dar yükselmesi karşısında büyük spekülasyonlara yol açan kaimelerin 16 milyon liralık kısmı Beyazıt Meydanı’nda halkın gözü önünde yakılarak gü­ven sağlanmaya çalışıldı. 1911 yılında çıkarılan kaimeler de sonradan başa baş değiştirildi.

[3] Mehmet Hakan Sağlam, “Osmanlı Devleti’nde Moratoryum 1875-1881 Rüsûm-ı Sitte’den Düyûn-ı Umûmiyye’ye”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2. Baskı, Temmuz 2007, İstanbul, sh. 26.

[4] Tam ismi “Düyûn-ı Umumiyye-i Osmaniye Varidât-ı Muhassasa İdaresi”.

[5] Ümit Burnu, Güney Afrika‘daki Cape Yarımadası’nın güneydeki uç noktasıdır. Denize doğru uzanan kayalık bir burun olan Ümit Burnu denizden yaklaşık 245 metre yüksektedir. Afrika’nın en güneydeki noktası olduğu yaygın kanı olmakla birlikte, kıtanın gerçek güney ucu Ümit Burnu’nun 160 km güneydoğusundaki Agulhas Burnu‘dur (Cape Agulhas).

[6] 1979 yılında İran İslam Devrimi’nin yaşanması İran’da bazı karışıklıklara neden olmuş ve İran’ın petrol üretimi önemli oranda azalmıştı. Bu durum ham petrol fiyatlarının hızla yükselmesine neden olmuş ve 5 Nisan 1979’da varili 15,85 dolar olan petrol fiyatı 12 ay içerisinde 39,50 dolara kadar yükselmişti.

[7] Rus Çarı I. Nicola 9 Ocak 1853’de bir konserden çıkarken sohbet etmekte olduğu İngiltere’nin Rusya elçisi Hamilton Seymour’a Osmanlı İmparatorluğu için “hasta adam” benzetmesini kullanmıştı. İngiliz elçisi de bu değerlendirmeyi Londra’ya rapor edince I. Nicola’nın bu sözleri hızla yayıldı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi için “hasta adam” deyimi Avrupalılar tarafından kullanılmaya başlandı.

[8] Bizansın “pronoia”sı batının “fief”ine benzeyen, askeri hizmet karşılığında feodal beylere verilen toprak parçasıydı. Ancak batıdan farklı olarak, babadan oğula geçmiyordu ve pronoia ancak imparatordan alınabiliyordu. Bu durum merkezi otoritenin gücünün yarattığı ve güçlü kalmasını sağlayan bir farklılıktı. Osmanlılar Bizans topraklarını fethedince, Bizans’ın askeri ve toprak düzenini, üretim ve savaş teknolojilerini, bazı uyarlamalarla benimsediler. Osmanlı toplumundaki derebeylik düzeninin ve sipahi sisteminin bir kaynağı da Bizans kurumlarıdır.

[9] Amerika kıtasının altın ve gümüş stoklarının öncelikle İspanya’ya akmasıyla 1550’li yıllarda Avrupa’da fiyat devrimi olarak adlandırılan ani fiyat artışları kaydedilmiştir.

[10] Rüsûm-ı Sitte İdaresi yaklaşık 5800 çalışanı ile Osmanlı Devleti tarafından kendisine tahsis edilen vergi kaynaklarını toplamaya başlamış, 1881 yılında tüm çalışanlarıyla beraber Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’ne katılan bu kurum Osmanlı Maliye teşkilatının temellerini atmış, hatta Anadolu’da kurtuluş mücadelesinin başlamasıyla birlikte bazı illerde bulunan Düyûn-ı Umûmiyye İdareleri Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk maliye birimleri haline dönüşmüştür.

Bunada Bakın

“BU ÜLKE ELİMİZDEN GİDERSE” KONFERANSI-KARAMAN

BU ÜLKE ELİMİZDEN GİDERSE… 14 Nisan 2017-Yunus Emre Konferans Salonu- Saat 20.30 – Karaman

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber