(Article 035-01.11.2014)
Rönesans, Yenilenme ve Reform Çağı nedir? Bu kavramlar size neyi ifade ediyor? Avrupa siyasi tarihinde kendine yer edinen “Rönesans” veya diğer bir ifadeyle “yenilenme” veya “reform çağı” gibi kavramlar aslında Batı toplumunun geçmişte yaşadığı barbarlık, cehalet ve bilim dışılıktan uzaklaşma evresidir. Ortaçağ, milyonlarca insanın veba, dizanteri, çiçek, frengi gibi bulaşıcı hastalıklardan öldüğü, inançlarından dolayı insanların canlı canlı ateşe atıldığı, var olan feodal yapılardan dolayı köylünün esirden öte insan yerine bile konulmadığı, kralın kendi feodal beylerine lafının geçmediği bir dönemdir.
O sıralarda Avrupa kıtasının hemen iki bin kilometre ötesinde farklı bir dünya vardır. Bu dünyada; fizik, kimya, biyoloji, matematik, astronomi, hukuk, felsefe ve sair ilim dallarıyla Avrupa’nın oldukça önünde güçlü ve canlı ekonomilere sahip devletler bulunmaktadır. Avrupalı tarihçilerin “merkezi devlet” olarak nitelendirdiği ve tamamı 17. yüzyılda kurulmuş olan İngiltere, Hollanda ve Fransa gibi ülkeler daha henüz devlet bile olamamış iken, Doğu dünyasında iki üç bin yıllık geçmişe sahip devletler hemen her kurumuyla dimdik ayaktadır. Çinlileri, İranlıları, Arapları, Hititleri, Asurluları ve Türkleri yok sayıp, bunların tamamını Barbar olarak nitelendiren Avrupalı tarih yazıcıları, bu devletlerin tarihin ilk ve en uzun süreli merkezi devletleri olduğunun farkında bile değillerdir.
Avrupalılar, iki üç bin yıllık geçmişe sahip bu devletlerin onlarca yüzlerce kavmi nasıl bir arada tuttuğunu, Asya’nın bir ucundan diğer ucuna milyonlarca kilometre karelik bir coğrafyada devlet otoritesini nasıl yerleştirdiğini, binlerce yıl nasıl ayakta kaldığını, hukuk, din, maliye, kamu yatırımları gibi bir devleti devlet yapan unsurları nasıl yerine getirdiğini, yönetici ve bürokratları nasıl seçip yetiştirdiğini bilmeden kendi akıllarınca devlet ve medeniyet tanımı yapmışlardır.
Modern dünya tarihinin çok uzun bir geçmişe sahip olmadığı herkesin malumudur. Avrupa’yı Avrupa yapan gelişmelerin neredeyse tamamı son 300 yıl içerisinde yaşanmıştır. Hollanda, İspanya, Portekiz ve Belçika gibi sömürgeci merkantilist devletlerin neredeyse tamamı hep aynı süreçten geçmiştir. Sonraları bu sömürgecilik kervanına İngiltere ve Fransa, en son aşamada ise İtalya ve Almanya’da katılmıştır. Eğer dünya ekonomisi son 300 yıl içerisinde çok ciddi bir dönüşüm yaşamışsa bunun en büyük nedeni; deniz taşımacılığı konusunda meydana gelen yenilikler ve gelişmelerdir. Yukarıda saydığımız bütün devletler sahip oldukları donanmaları sayesinde okyanusları aşmış, uzak kıtalara ulaşmış, oralarda ticaret şubeleri ve sömürgeler edinmişlerdir. Sömürgeciliği sadece sömürü ve soygun amacıyla kullanan İspanya, Portekiz, Hollanda gibi devletlerin bu konudaki egemenlikleri fazla uzun sürmemiş, sahip oldukları sömürgeleri birer ikişer İngilizlere ve Fransızlara kaptırmışlardı. Bunlar içerisinde şüphesiz İngiltere ve Fransa’nın özel bir konumu vardır. Bu devletler sömürgeleri elde etmekle yetinmemiş, buralardan elde ettikleri ucuz hammaddeleri kendi ülkelerinde mamül mala dönüştürüp gerisin geriye sömürgelerine ve dünyanın diğer ülkelerine satmışlardır. Tabi onlara bu olanağı sağlayan sanayi devriminin bizzat kendisiydi. Sanayi devrimi ilk defa İngiltere’de, sonrasında Fransa’da kendini göstermiş, yeni üretim teknikleri geliştirmek suretiyle sanayide makine kullanımını başlatan bu ülkeler, uzunca süre dünya ekonomisinin tartışılmaz lideri olmuşlardır.
Peki bu arada Doğu’da neler oluyordu? Mesela Osmanlı ne durumdaydı? Avrupa ülkelerini sömürge sahibi ülke konumuna getirip pozisyonunu güçlendiren “denizcilik” konusu Osmanlı’da çok mu geriydi? Tabiki hayır. Osmanlı sahip olduğu deniz gücüyle Kuzey Afrika, Kızıldeniz, Ege Adaları, Mısır ve Rodos gibi ülke ve adaları kısa zamanda ele geçirmiş, kendine bağlı eyaletler arasına sokmuştu. Avrupalıların değimiyle sömürge sahibi ülke durumuna gelmişti. Hatta ülkeler fetheden bu donanma, yeri geldiğinde Avrupa’nın önemli devletleriyle deniz savaşlarına girişip onları perişan bile etmişti. Yani Osmanlı denizcilik konusunda geri değil aksine oldukça ileri durumdaydı. Asıl eksiklik Osmanlı deniz donanmasının Akdeniz ve Kızıldeniz gibi oldukça sakin denizlere uygun şekilde planlanmış olmasından kaynaklanıyordu. Onun içindir ki Hint Okyanusu’nda Portekizlilere karşı yapılan savaşta, Piri Reis gibi bir kaptan bile başarı gösterememiş ve bundan dolayı kafasını kaybetmiştir. Osmanlı açık denizlere uygun gemi inşasına zamanında başlamış olsaydı, hiç şüphesiz ekonomik ve siyasi açıdan daha farklı bir noktada olabilirdi.
Hemen her ülkede kendini farklı şekilde hissettiren merkantilist öğretinin uygulanması toplumdan topluma değişiklik göstermiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa Kralı’na verdiği imtiyazları “kapitülasyon” olarak nitelendiren kişiler, aslında Osmanlı ekonomik yapısı ve devlet anlayışı ile Avrupa ekonomik yapısı arasındaki ince çizgiyi fark edememektedir. Osmanlı sultanından imtiyaz talep eden aslında Fransa Kralı değil onun arkasında durup Osmanlı’dan imtiyaz talep etmesini dillendiren merkantilist işadamlarıydı. Fransız işadamlarının para kazanmak için kesinlikle ama kesinlikle mal satması gerekiyordu, çünkü merkantilist öğreti onlara bunu emrediyordu. Osmanlı merkantilizmi bilmiyordu, farkında da değildi. 1488 yılında Ümit Burnu keşfedilmiş, Akdeniz havzası eski önemini kaybetmişti. Ümit Burnu’nun keşfedilmesiyle birlikte Çin’den Hindistan’a, Afganistan’dan İran’a, Türkiye’den Venedik’e kadar uzanan geniş bir coğrafyada, Doğu toplumlarının en önemli ekonomik aktivitesini oluşturan İpek Yolu önemini kaybetmişti. Dünyanın en önemli ekonomik buhranı aslında ne “1929 Dünya Buhranı” ne de “1979 Petrol Krizi”dir. Ümit Burnu’nun keşfi; Doğu toplumlarını kaderleriyle baş başa bırakan, canlı ticaret yollarını bir anda “kuş uçmaz kervan geçmez” noktaya getiren, Çin’den Venedik ve Cenova’ya kadar birçok şehrin ticari önemini kaybetmesine sebep olan, milyonlarca insanı işsiz bırakıp, şehirlerin boşalmasına, devletlerin yıkılmasına neden olan tarihin en önemli olaylarından biridir. Yani günümüzün moda kelimeleriyle bu krize yönelik bir isimlendirme yaparsak, o günkü dünyanın yaşadığı ilk “küresel” ya da daha çarpıcı bir ifadeyle ilk “global” kriz “1488 Ümit Burnu Krizi”dir.
Ümit Burnu’nun bulunmasıyla birlikte Akdeniz’in sakin sularında ticaret yapan denizci toplumlar, bir daha hiçbir zaman eski önemlerine kavuşamamış, bunların neredeyse tamamı okyanuslara açılma cesaretini kendilerinde bulamamışlardır. Açık denizlere uygun ticaret gemilerine sahip olan Hollandalılar, İspanyollar ve Portekizliler ise zaten başka da yapacak bir işleri olmadığından, gemilerine binip Hindistan sahillerine birer ikişer yanaşmaya ve bu topraklardan dünyanın uzak köşelerine binlerce yıldır mal çeken Arap tüccarların yerini almaya başlamışlardı. Bu arada Osmanlı İstanbul’a yerleşeli henüz 35 yıl olmuştu. Venedik ve Cenevizlilere, Fatih tarafından ilk imtiyazlar verilmiş, II. Bayezid ise bu imtiyazların süresini uzatmıştı. Kanuni tarafından 1535’te Fransızlara ticari imtiyazlar verilirken, önceki padişahlar döneminde Venediklilere tanınan imtiyazlara ise 1540’ta son verilmişti. Benzer imtiyazlar 1579’da İngilizlere, 1612’de Hollandalılara verildi.
Şimdi Osmanlı sultanlarının yabancı ülkelere verdiği ticari imtiyazları farklı bir bakış açısıyla yeniden değerlendirelim. Yıl 1488, Ümit Burnu yolu keşfediliyor ve daha önce Akdeniz’den mal taşıyan ticari gemiler artık Hint Okyanusu’na direkt olarak gitmeye başlıyorlar. İpek Yolu ciddi bir durgunluk yaşamaya başlıyor. Önce yavaş yavaş daha sonra hızlı bir gerileme sürecine giriliyor. Yol üzerindeki her kervansaray, her köy, her kasaba, her vilayet, hatta her ülke bu krizden nasibini alıyor. Kervan ticareti dolayısıyla ciddi vergi gelirleri elde eden İpek Yolu üzerindeki ülkelerin ve toplumların ödemeler dengesi açık vermeye başlıyor. Bu durum Osmanlı ekonomisini de direkt olarak etkiliyor. Devletin en kısa zamanda bazı tedbirler alması ve devlete gelir sağlayıcı bazı girişimlerde bulunması gerekmektedir. Fatih döneminde Doğu’nun tüm mallarını Batı ülkelerine taşıyan ve ödedikleri ithalat vergileriyle devlete çok ciddi paralar kazandıran Venediklilerin desteklenmesi ve bazı imtiyazlarla teşvik edilmesi çok doğaldı. Ancak 1540’ta imtiyazları kaldırıldı. Çünkü Akdeniz ticareti bitince onlarında eski önemlerinden eser kalmamıştı. Müflis tüccarla ilişkinin bir şekilde bitirilmesi gerekiyordu. Osmanlı’nın paraya ihtiyacı vardı ama bu coğrafyada paralı devlet kalmamıştı. Paranın açık denizlerle doğrudan ticaret yapan ve yıldızı parlayan yeni Avrupa devletlerinin elinde olduğunu biliyorlardı. Onun için 1535’te Fransızlara, 1579’da İngilizlere ve 1612’de Hollandalılara ticari imtiyazlar verildi. Osmanlı’nın mal alacak parası zaten yoktu. Çünkü nakdi bir ekonomi değil, ayni bir ekonomi söz konusuydu. Devletin temel ekonomi politikası “provizyonizm” ilkesine dayanıyordu. Provizyonizm; toplumun refahını en üst düzeyde tutan, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” prensibinin uygulandığı, iç piyasada hiçbir şekilde mal sıkıntısı yaşanmasını arzu etmeyen, son talep sahibinin ihtiyacı karşılanıncaya değin herhangi bir mal veya hammaddenin ihracına izin vermeyen Osmanlı ekonomi politikasına verilen isimdir. Osmanlı sadece mübrem malların ithalatını yapıyordu ki bu da aynı amaca hizmet etmekteydi. İçeride yerli veya yabancı mal sıkıntısı yaşanmaması temel hedefti. Yabancı tüccarlarca Osmanlı limanlarına getirilen mallar hemen vergilendiriliyor ve bu vergi altın ve gümüş parayla nakden tahsil ediliyordu. Bu malların önemli bir kısmı ise Doğu ülkelerine ters yönlü bir ticarete konu oluyordu. Osmanlı, Ümit Burnu Krizi’nin olumsuz etkilerini azaltmak için yeni bir ekonomi politikası uygulamaya başlamış ve limanlarda tahsil ettiği ithalat vergileriyle, var olan dış ticaret açığını kapatma yoluna gitmiştir. Şimdi bu bakış açısıyla bakıldığında Osmanlı sultanlarının yabancı ülkelere tanıdığı imtiyazlar acaba kapitülasyon mudur yoksa döviz kazandırıcı bir işlem niteliğinde midir?
Avrupa’nın merkantilist devletleri, dış ticareti ulusal serveti artırmanın ve işsizliği azaltmanın bir aracı olarak görmüş ve bu nedenle ihracatı artırmaya, ithalatı sınırlamaya çalışmışlardır. Ayrıca bu devletler, dış ticaretin kendi ülkelerinin filolarıyla yapılmasını da zorunlu kılıyorlardı. Osmanlı devleti ise erken dönemlerden itibaren ticareti özendirmek amacıyla Avrupa ülkelerinin gemilerine ve tüccarlarına ayrıcalıklar tanımaya başlamıştı. 14. ve 15. yüzyıllarda bu ayrıcalıklar Doğu Akdeniz ticaretini ellerinde tutan Venediklilere ve onlarla rekabet eden Ragusa (Dubrovnik), Cenova ve Floransa gibi İtalyan kent devletlerinin vatandaşlarına verilmişti. Merkezi devlet için transit ticaretin sağladığı gümrük gelirleri büyük önem taşımaktaydı. Öte yandan Osmanlı Devleti yalnızca mali ve iktisadi nedenlerle değil, Avrupa’nın güçlü devletleriyle siyasal dostluklar kurmak amacıyla da ticari ayrıcalık kartını kullanmıştı. 16. yüzyılda Fransa, İngiltere ve daha sonraları Hollanda, Avusturya, Prusya ve diğer ülkelere ticari ayrıcalıklar verilmesinin bir nedeni de budur.
Kapitülasyonlar, Osmanlı liman kentlerinde yaşayan ve müstemin adı verilen Avrupalı tüccarlara; İmparatorluk dahilinde ticaret ve yolculuk yapabilme, mallarını bir yöreden diğerine aktarabilme, kendi ülkelerinin bayrağını taşıyan gemileri kullanabilme gibi haklar tanıyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda kapitülasyonlarla tanınan haklar genişlemeye başlayınca, Avrupalı tacirlere Osmanlı ülkesinde kendi mahkemelerini kurma ve ticari anlaşmazlıklarını kendi mahkemelerine götürme gibi devletin egemenliği ile çelişen yeni haklar da verilmeye başlandı.
Peki Osmanlı’nın nasıl bir ekonomi politikası vardı ve merkantil dünyanın tüm aktörlerine karşı asırlar boyu nasıl direnebildi?
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 17. yüzyılın sonlarına kadar geçen yaklaşık 400 yıllık süre genişleme dönemidir. Bu süre boyunca Osmanlı Devleti, küçük veya geçici sayılabilecek birkaç istisna dışında, hiçbir önemli yenilgi yaşamamıştır. 1354 yılında ayak bastığı Avrupa kıtasında, 300 yıldan daha fazla süre boyunca kararlı bir şekilde ilerlemiştir. Türklerin Avrupa’ya ayak bastığı yıllarında iyi irdelenmesi gerekmektedir. 1347-1357 yılları arasında Avrupa’nın genelinde büyük bir veba salgını yaşanmaktadır. Asya’nın güney batısından başlayıp 1340’lı yılların sonlarında Avrupa’ya ulaşan veba illeti, Avrupa’nın bazı bölgelerinde %30 ilâ %60 arasında nüfus azalışına yol açmıştı. Bu kadar yüksek ölüm oranının yaşandığı ve Avrupa’nın kendi derdine düştüğü yaklaşık 100 yıllık dönem, Osmanlı akıncılarının karşılarında çok fazla mukavemet görmeden hızla Avrupa içlerine ilerlemesine olanak sağlamıştır. Dünya’ya hakim olma konusunda önemli mesafeler almış olan Osmanlı Devleti, kolay izah edilemeyecek bir direnç göstererek Birinci Dünya Savaşı’na kadar ayakta kalmayı başarmıştır.
Ticari merkantilizm her şeyi para üzerine inşa etmiş, düne kadar Avrupalılara mal satan Doğu toplumları bir anda mal satın alan tüketim toplumlarına dönüşmüştür. Osmanlı Devleti aslında her haliyle merkezi bir yapı sergiliyordu. Fakat Avrupa’yı bütünleştiren ve kalkındıran bu merkezi yapı Osmanlıyı belli bir süre sonra sıkıntıya sokmaya başladı. Bu sıkıntı Osmanlı’nın güç ve otoritesinden kaynaklanmıyor, kapitalist sermaye birikimini sağlayamamış olmasından kaynaklanıyordu. Osmanlı vatandaşlarının para ve sermaye birikimiyle tanışması 1839 Tanzimat Fermanı’na kadar zaten mümkün olmamıştı. Çünkü Osmanlı’da mülkiyet hakkı yoktu. Bütün topraklar ve servetler devletin malı durumundaydı. Bir ömür boyu sürekli çalışan orta halli Osmanlı vatandaşının elindeki tek para, “kefen parası” olarak isimlendirilen çok komik paralardan ibaret kalıyordu. Çiftçi ve köylüler ise zaten asırlar boyu tımar sistemi içerisinde aynî bir vergilendirmeye tabi tutulmuş, elinde kalan artıkla ancak tohumluğunu ayırıp karnını doyurabilmişti. Peki bu arada zenginler ne durumdaydı? Çoğu gayrimüslim olan zengin Osmanlı vatandaşları, ithalat ve ihracatla uğraşıyor, daha çok parası olanlar ise sarraflık ve bankerlik yapıyordu. Ancak bunların hiç birinin gelecek garantisi yoktu. Bir şikâyet veya herhangi bir nedenle birilerinin gözüne fazla batmaları durumunda, bu kişilerin tüm mal ve servetlerine devlet tarafından el konulabiliyordu. Para ve servetle tanışan Türkler ise ancak üst düzey devlet kademesinde görev alan asker ve bürokratlardı. El koyma işlemi, bu asker ve bürokratlar için de en büyük tehlikeydi. Görevden alınan veya gözden düşen veya vefat eden bir Osmanlı bürokratının tüm mal ve servetine doğrudan doğruya el konulabiliyor ve yıllar boyu çalışılarak biriktirilen servetler bir anda yok olabiliyordu. Mülkiyet hakkı ve miras hukukunun olmaması, Osmanlı’da sermaye sahibi bir toplum oluşumunu engellemiştir. Çalışmanın bir anlamı yoktu, çünkü nasıl olsa her şey eninde sonunda devletin malı oluyordu. Osmanlı ekonomisi sırf aynı gerekçeyle, orta ve büyük çaplı sınai tesislere sahip olamamıştır. Servetin göze battığı bir ortamda kendi halinde günlük yaşamak, para ve servet sahibi olmamak daha uygun bir davranıştı.
Çok geniş toprakları denetimi altında bulunduran Osmanlı Devleti, bu topraklar üzerindeki tarımsal ve hayvansal üretimi acaba nasıl vergilendiriyordu? Osmanlı İmparatorluğu’nda toprakların çoğunluğu devlet mülkiyeti altındaydı. Üç kıtada çok geniş alanlara sahip imparatorluk bünyesinde tımar sisteminin yanısıra, farklı mülkiyet biçimlerine ve bunlara bağlı farklı üretim ilişkilerine de rastlanıyordu.
Rumeli’de Hıristiyanlardan yeni fethedilen topraklar ile Müslümanlara ait ancak özel mülkiyetin henüz yerleşmediği bölgelerde, devlet kendi üstün haklarını kabul ettirerek tımar düzenini çok rahat kurabiliyordu. Bu araziler doğrudan devlet malı niteliği taşımaktaydı. Buna karşılık, Anadolu Beylikleri döneminde Anadolu Selçuklu Devleti’nin eski toprakları üzerinde özel mülkiyet ortaya çıkmıştı. Osmanlı yönetimi İslâm hukukuna göre bu özel mülkiyeti kabul etmek zorunda kaldı. Merkezi devletle yerel unsurlar arasındaki mücadele, bu topraklar üzerinde iki ayrı mülkiyet hakkının tanınmasıyla sonuçlandı. Özel mülk sahibinin haklarına “malikâne”, devletin haklarına “divani”, söz konusu topraklara da “malikâne-divani” adı verilmişti.
Toprakta özel mülkiyet biçimine en çok merkezi devletin kendi yönetim biçimini tam anlamıyla oluşturamadığı eyaletlerde rastlanıyordu. Doğu Anadolu’da Kürt aşiretlerinin yaygın olarak bulunduğu sancakların bir bölümünde, Bağdat ve Basra vilayetlerinde, Mısır’da, Rodos, Kıbrıs ve Girit gibi daha geç fethedilen adalarda, devlet var olan yapılara fazla dokunmamayı tercih etmişti. Bu topraklarda devlet eyalet bazında saptanan yıllık vergileri toplamakla yetinmiş, toprakta yaratılan artığa ise özel mülk sahiplerinin kendisi el koymaya devam etmişti. Devlet, mevat olarak adlandırılan boş topraklarda da üretimi özendirmek için benzeri bir yönteme başvurmuştu. Bu toprakları üretime açanlara veya o dönemin değimiyle “şenlendirenlere” İslâm hukukuna uygun olarak temliknâme denilen bir belge verilir ve toprakta özel mülkiyet hakları tanınırdı. Bu mülk sahiplerinin devlete toprak kirası ödeme yükümlülükleri yoktu.
Osmanlı toplumundaki özel mülk sahipleri sürekli devlet müdahalesi ve mülklerine devlet tarafından her an el konulma tehlikesiyle karşı karşıya idi. İşte bu durum mallarına sahip çıkma arzusunda olan kişileri yeni alternatifler aramaya yöneltti. Mülk sahipleri kendilerine uygun çözümü İslâm hukukunda buldu ve sahip oldukları malları kurdukları vakıflara vakfetmek suretiyle gelecek nesillere intikal etmesini sağladı.
Toprakta özel mülkiyetin tam tersi bir durum ise devlete ait ve doğrudan doğruya devlet tarafından işletilen miri haslarda ortaya çıkıyordu. Miri haslar, fethedilen alanlarda tımarlar oluşturulduktan sonra merkezi devlete kalan topraklarda kurulmuş ve gelirleri doğrudan doğruya merkezi hazineye giden yerlerdi. Bu nedenle miri hasların konumu, hem sipahilerin yönettiği tımarlardan, hem de gelirleri yüksek devlet memurlarına bırakılan ve tımar düzeninin bir parçası olan has ve zeametlerden çok farklıydı. Miri hasları merkezi devletin atadığı ve maaş verdiği emin isimli memurlar yönetirdi.
- yüzyılın ikinci yarısında ve 15. yüzyılın ilk yarısında hem Doğu RomaDevleti, hem de Balkanlar’daki küçük prenslikler oldukça zayıf durumdaydı. Bu bölgelerdeki siyasal parçalanma ve yukarıda belirtilen veba salgını gibi bazı hastalıklar Osmanlı Devleti’nin genişlemesini kolaylaştırdı. Yayılmanın erken aşamalarında Balkanlar’daki küçük feodal beyler kendi aralarındaki çatışmalarda Osmanlı Devleti’ni sık sık yardıma çağırıyorlardı. Daha sonraki dönemlerde ise bu feodal beylerin toparlayabildiği ordular, hem sipahilere hem de Avrupa’nın ilk sürekli ordusu olan yeniçerilere karşı oldukça zayıf kaldılar. Osmanlı Devleti ilk başlarda fethedilen topraklarda var olan mülkiyet ve üretim biçimlerine hiç dokunmadı. Yalnızca yerel feodal beyleri yıllık vergiye bağlamakla yetindi. Ancak zaman içinde bu topraklarda da devlet mülkiyetine ağırlık verilmeye başlandı. Fethedilen topraklar “tımar” adı verilen birimlere bölünerek askeri yükümlülük karşılığında sipahilere dağıtıldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak dönemi 16. yüzyıldır. Coğrafi sınırlarını genişletmeyi sürdüren Osmanlı Devleti, bu yüzyılda yalnızca Avrupa’nın değil tüm Eski Dünya’nın en büyük ve en güçlü devletlerinden biri durumuna gelmiş, 16. yüzyılın üçüncü çeyreğine gelindiğinde ise devletin sınırları kuzeyde Kırım Hanlığı’na, batıda Macaristan ve Sırbistan’a, güneyde Kuzey Afrika kıyıları ile Mısır ve Nil vadisine uzanmıştı. Osmanlı Devleti artık kuzeyde Rusya, batıda Habsburg İmparatorluğu, doğuda da Safevi Devleti ile komşu duruma gelmişti. Ancak ulaşılan bu sınırlar ve edinilen güçlü komşular, artık hızlı ve kolay yayılma sürecinin sonuna gelindiğinin de habercisiydi.
İster Doğu’da ister Batı’da yerleşik tarıma dayalı tüm toplumlarda, egemen kesimlerce hep aynı soruya yanıt aranmış ve o dönemin en önemli üretim kaynağı olan tarım ve hayvancılığın ne şekilde vergilendirileceği araştırılmıştır. O dönemin şartlarında tarımsal artığın ürün olarak toplanması, pazara taşınarak paraya çevrilmesi ve sonra maaş olarak askerlere dağıtılması oldukça zordu. Tımar düzeninin tarihsel kökenlerini Batı Asya’da ve özellikle İran’daki toprak rejimlerinde, Selçuklular’ın ikta sisteminde ve Doğu Roma’nın pronoia sisteminde aramak gerekir.
Doğa Roma’nın “pronoia”sı, Batı’nın “fief”ine benzeyen ve askeri hizmet karşılığında feodal beylere verilen toprak parçasıydı. Ancak batıdan farklı olarak, babadan oğula geçmiyordu ve pronoia ancak İmparator’dan alınabiliyordu. Bu durum merkezi otoritenin güçlü kalmasını sağlayan bir farklılıktı. Osmanlılar, Doğu Roma topraklarını fethedince, Roma’nın askeri sistemini, toprak düzenini, üretim ve savaş teknolojilerini ufak tefek değişikliklerle kendilerine adapte ettiler. Osmanlı toplumundaki derebeylik düzeninin ve sipahi sisteminin bir kaynağı da Doğu Roma kurumlarıdır.
Tarımsal artığa el konulmasına yönelik Batı’daki uygulama Osmanlı tımar sisteminden çok farklı değildir. Avrupa’daki kral ve yöneticiler de, bizdekine benzer şekilde savaş zamanlarında gereken ordu ve asker ihtiyacını karşılamak için, sahip oldukları bazı toprakları kendi feodal beylerine tahsis etme yoluna gitmiştir. Osmanlı’nın tımar uygulaması ile Batı’nın feodal toprak düzeni arasında göze çarpan en önemli farklılık, tımar düzeninde köylünün hür ve özgür olması, feodal düzende ise serf yani köle konumunda olmasıydı.
Tımar sisteminin yürürlükte olduğu bölgelerde devlet, vergi geliri sağlayabilecek tüm mal ve insan kaynaklarının sayımını yapar ve bunları tahrir defterlerine kaydederdi. Yalnızca tarımsal topraklar değil, kentlerdeki imalathaneler, pazar yerleri, limanlar, değirmenler ve gümrük kapıları da bu defterlere işlenirdi. Daha sonra da bu vergi kaynakları, yıllık gelir miktarına göre dirlik adı verilen irili ufaklı birimlere ayrılırdı. En fazla gelir sağlayan dirliklere has, orta boydakilere zeamet ve sayıca ezici çoğunluğu oluşturan küçük dirliklere de tımar adı verilirdi. Has ve zeametlerin gelirleri padişahın kendisine veya maaşlarına karşılık olmak üzere yüksek dereceli devlet memurlarına ayrılırdı. Tımarlar ise bir beratla birlikte sipahilere dağıtılırdı. Sipahilerden ve büyük dirlik sahiplerinden beklenen, kendi dirliklerinde üretime yönelik ticari faaliyetlerin düzenli biçimde yapılmasını sağlamak ve tahrir defterlerine işlenen vergi gelirlerini toplamaktı. Ayrıca dirlik sahipleri, bu gelirlerin bir bölümünü kendi geçimleri için ayırdıktan sonra hem savaş sırasında orduya sipahi olarak katılmak, hem de dirliğin büyüklüğüne göre öngörülen sayıda cebelü adı verilen silahlı ve zırhlı askerin orduya katılmasını sağlamakla yükümlüydüler.
- yüzyılın ortasından itibaren Amerikakıtasından Avrupa’ya akan altın ve gümüş gibi kıymetli metaller Avrupa genelinde ve özellikle Akdenizhavzasında mal fiyatlarının yükselmesine sebep oldu. Fiyat Devrimi’nin etkisiyle sipahilerin tarımsal üreticilerden nakit olarak topladıkları çift resmi gibi vergiler erozyona uğramaktaydı. Bu durumda devlet sadece savaş gibi olağanüstü durumlarda başvurulan avarız-ı divaniyye ve tekâlif-i örfiyye isimli vergileri sık sık talep etmeye başladı. Devletin, tarımsal artığın giderek daha büyük bir bölümüne doğrudan el koyma çabaları sonucunda tımar sistemi gerilemeye başlarken, iltizam düzeni yaygınlaşmaya başladı. 16. yüzyıl ve öncesinde merkezi devlet, ticaret, kentlerdeki üretim faaliyetleri ve diğer kaynaklardan aldığı vergilerin bir bölümünü, açık artırma yoluyla mültezim adı verilen aracılara bırakıyordu. Mültezimlerin amacı devlet adına vergi toplama işinden kâr sağlamaktı.
Mültezimler ve diğer sermaye sahipleri açısından çiftlikleri çekici kılan bir diğer neden de 16. yüzyılda artan tarım ürünü fiyatlarından dolayı Akdeniz havzasında zirai ürün ticaretinin kârlı hâle dönüşmüş olmasıydı. Böylece mültezimler devlet adına topladıkları öşür ya da tefecilik yoluyla ele geçirdikleri tarımsal ürünleri giderek artan fiyatlarla tüccarlara satabiliyorlardı. Tüccarlar ise yerel pazarlardan topladıkları tarımsal malların bir bölümünü kentlere gönderirken, bir bölümünü de Doğu Akdeniz havzasından mal toplayıp bu ürünleri daha yüksek fiyatlarla Avrupa’nın diğer bölgelerine taşıyan Batılı tüccarlara devrediyorlardı.
Osmanlı Devleti’nin erken dönemlerinden itibaren kullanılan iltizam yönteminde devlet, belli bir vergi kaynağını açık artırma yoluyla 1 ilâ 3 yıllık süreler için mültezim adı verilen şahıslara devrediyor ya da satıyordu. Tımar düzeni dışında kalan bu vergi kaynakları mukataa olarak adlandırılırdı. Mukataalar coğrafi sınırları belli, miktarları maliye tarafından önceden saptanmış vergi kaynağı ya da kaynakları anlamına geliyordu. Örneğin, herhangi bir kentin esnaf loncaları veya dış ticaret gümrüğü bir mukataa olarak tanımlanabildiği gibi, bir yörenin çeşitli türdeki vergileri veya birden fazla yörenin bir tek vergi türü bir mukataa oluşturabiliyordu. Devletin idari yetersizlikleri nedeniyle, mukataaların büyük bölümünün geliri iltizam yoluyla toplanırdı. Ayrıca Bağdat ve Basra vilayetleri gibi tımar düzeninin oluşmadığı yerlerde de vergi gelirleri iltizam yoluyla toplanırdı. Ancak mukataaların sınırlı bir bölümü devletin emin adı verilen memurları tarafından emaneten yönetilmekteydi.
- yüzyılın ikinci yarısında devletin nakit ihtiyacının artmasıyla birlikte, daha çok tarıma dayanan ve tımar düzeninin bir parçası olan vergi kaynakları, mukataalara çevrilerek açık artırma yoluyla mültezimlere devredilmeye başlandı. Böylece İstanbul’da veya taşrada oturan sermaye sahiplerine, askerlere, yüksek devlet memurlarına, ulemaya, sarraf olarak adlandırılan büyük tefecilere ve bir ölçüde de büyük tüccarlara çekici ve giderek genişleyen bir yatırım alanı açılmış oluyordu. Aslında bu durum Osmanlıvatandaşlarının para ve sermaye biriktirebilmesine olanak sağlayan ilk ciddi girişimdi. Ancak bu vergi kaynaklarını ihaleyle alan kişilerin, sözkonusu arazileri belli bir kârla alt mültezimlere devretmeleri çok önemli bir fırsatın kaçmasına yol açtı. Kendilerine devlet tarafından maaş yerine büyük dirliklerin vergi gelirleri tahsis edilmiş olan büyük devlet memurları da, bu gelirlerin toplanması işini mültezimlere devretmeye başladılar. İltizamın alanı 17. yüzyılda giderek genişledi, İstanbul’da oturan büyük mültezimler geniş coğrafi alanları kapsayan büyük mukataaları satın alarak bunları daha küçük parçalara bölmeye ve taşradaki ortaklarına ya da alt mültezimlere devretmeye başladılar. 18. yüzyılda ise taşrada güçlenen ayan, İstanbul’daki büyük devlet memurlarıyla ortaklıklar kurmaya ve mukataaları ellerine geçirmeye başladı.
Aslında Osmanlı mali sisteminin önemli bir eksikliğini de gözardı etmemekte yarar vardır. Fetihlerle birlikte ele geçirilen topraklarda yapılan ilk işlem tahrir yani sayım işlemiydi. Tahrir işlemi esnasında o bölgenin menkul ve gayrimenkul varlığının tamamı kayıt altına alınıyordu. Zirai öneme sahip araziler, bağlar, bahçeler, dutluklar, zeytin ağaçları, arı kovanları, nüfusun cinsiyet, yaş, din, dil olarak detaylı sayımı bunlardan bazılarıydı. Bu topraklardan elde edilen tarımsal artığa el konulması noktasında iki işi bir arada çözümlemek isteyen Osmanlı Devleti, bir yandan vergiyi en ucuz ve en kolay şekilde toplayabilmek, diğer yandan da kendisine gerekli olan askeri gücü hazineye herhangi bir yük yaratmaksızın temin edebilmek amacıyla tımar sistemini benimsemişti. Devlet gelirlerinin nakden tahsil edilen liman ve gümrük gelirleri haricinde kalan kısmının neredeyse tamamının tarımsal nitelikte olup tımar düzeni içerisinde dolaylı bir vergilendirmeye konu olması, Osmanlı’nın yerleşik bir maliye teşkilatı kurmasını engellemişti. Devletin kendisi de aslında işin kolayına kaçmış, “ben kimseye, kimse de bana bulaşmasın” mantığıyla daha iyi şartlarla vergilendirebileceği vergi kaynaklarından asırlar boyu mahrum kalmıştı. Osmanlı vergi kaynaklarının ne kadar sağlam ve yüksek gelire sahip olduğunun anlaşılması için aradan ancak üç asır geçmesi ve 1879’da Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin kurulup vergi tahsilât rakamlarının ortaya çıkması gerekmişti. Rüsûm-ı Sitte İdâresi, yaklaşık 5800 çalışanı ile Osmanlı Devleti tarafından kendisine tahsis edilen vergi kaynaklarını toplamaya başlayıp ilk tahsilât rakamları ortaya çıkınca işin ciddiyeti anlaşıldı. 1881 yılında tüm çalışanlarıyla beraber Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ne katılan bu kurum, Osmanlı Maliye teşkilatının temellerini atmış, hatta Anadolu’da kurtuluş mücadelesinin başlamasıyla birlikte bazı illerdeki Düyûn-ı Umûmiyye İdareleri Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk maliye birimleri haline dönüşmüştür.
- yüzyılın ortalarına doğru devlete ait vergi kaynakları neredeyse yarı yarıya tımar sistemi ve iltizam sistemi arasında paylaşıma konu olurken, sonrasında nakdi ekonominin önem kazanmasıyla birlikte iltizam sistemi lehine değişmeye başladı.
Bu arada Osmanlı Devleti açısından büyük felaketlerle sonuçlanacak yeni bir dönem başlıyordu. 1683 yılında Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlanan II. Viyana Kuşatması sonrasında Batı topraklarının bir kısmı kaybedildi ve neticede 1699’da Karlofça Anlaşması imzalandı. Osmanlı Devleti’nde moralsizlik had safhada idi. Devlet bir yandan vergi kaynaklarının durumunu iyileştirmek, diğer yandan da savaşlar dolayısıyla yaşadığı nakit sıkıntısına çare bulabilmek amacıyla hazineye gelir temin eden mukataaları peşin parayla ve adına muaccele denen bir bedel karşılığında kayd-ı hayat şartıyla isteyenlere satmaya karar verdi. Ocak 1695’te yayımlanan bir fermanla malikane sistemi uygulamaya konuldu.
Bu sistemde vergiler iltizam usûlünde olduğu gibi yine müzayede ile satılıyordu. Ancak normal iltizam sisteminde hazineye ödenecek yıllık vergi miktarı müzayede ile belirlenirken, bu yeni sistemde yıllık miktar Hazine tarafından belirleniyor ve bu miktarın müzayede ile arttırılması veya düşürülmesi söz konusu olamıyordu.
Mukataanın getireceği yıllık kârı ömür boyu elde etme karşılığında ödenecek muaccele bedelinin miktarı, hazinenin tespit ettiği ve genellikle yıllık net kârın zamana göre 2 ilâ 8 katı arasında değişen alt sınıra inmemek şartıyla alıcıların rekabeti sonucunda belirleniyordu. Defterdarlığa bağlı bir büroda uzunca bir süre halka açık tutulan defter üzerinde, en yüksek teklifi yapan kişiye satış yapılırdı. Muaccele bedelini hazineye yatıran alıcıya, ölünceye kadar işleteceği malikâne ile ilgili olarak tüm hak ve yükümlükleri açıkça izah eden bir berat verilirdi. Mukataa sahibi, detayları kanunla belirlenen bu kurallara riayet etmek kaydıyla mukataasını istediği şekilde idare edebilir, arzu ederse bir başkasına satabilirdi. Muaccele yöntemi mültezimler bakımından iltizam yöntemine göre güvenceli ve cazip bir sistemdi. İltizam usûlünde bir mukataayı prensip olarak aynı adamın uzunca süre elinde tutması mümkün değildi. Herhangi bir anda herhangi bir kişinin daha yüksek teklif vermesi durumunda, sözkonusu mukataa o kişinin elinden alınır daha yüksek teklif önerene verilirdi.
1683 yılında Avusturya’ya karşı düzenlenen İkinci Viyana Kuşatması ve sonrasında 1699 Karlofça Anlaşması’na kadar devam eden savaşlar dizisi malikane sisteminin ortaya çıkmasına sebep olurken, 1768-1774 yılları arasında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı ise devletin yaşadığı ekonomik sıkıntılara bağlı olarak yeni bir sistemin gerekliliğini ortaya koydu. 1768-1774 Osmanlı Rus Savaşı sonucunda imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması ise toprak kaybının yanısıra Osmanlı Devleti’nin ilk defa başka bir devlete (Rusya) savaş tazminatı ödemesiyle sonuçlanmıştı. 12 sene devam eden uzun bir savaşım döneminden sonra çeşitli ekonomik sıkıntılarla mücadele eden Osmanlı mali otoriteleri, krizden çıkışın yolu olarak malikâne sisteminin bir ileri aşamasını gündeme getirdi ve esham sistemi olarak belirlenen yeni yöntem 1775-1860 yılları arasında uygulama alanı buldu. Esham sistemi “mukataa” olarak bilinen vergi kalemlerinden bazılarına ait yıllık gelirlerin, “faiz” olarak isimlendirilen belirli bölümlerinin 2500 kuruşluk “sehimler” halinde dilimlenerek özel şahıslara “muaccele” adı verilen peşin bedel karşılığında kayd-ı hayat (hayatta olduğu sürece) şartıyla satılmasıydı.
Kadın veya erkek, müslüman veya gayrimüslim, asker veya reaya her Osmanlı vatandaşı sehim alabilirdi. Muaccele bedelinin %5 ilâ %10’u kadar dellâliye ve kalem harçlarını hazineye yatıran kişiler, kendi adlarına düzenlenen beratı alıp kayd-ı hayat şartıyla sehimine sahip olurdu. Beratını alan her kişi, muaccelenin %10’u kadar kasr-ı yed resmini hazineye yatırmak şartıyla sehimini başkasına satabilirdi. Sahibi ölen sehim mahlûl (sahipsiz) sayılır ve hazineye kalırdı. Mirasçılara herhangi bir ödeme yapılmazdı; zira sistemin mantığına göre muaccele bedeli Hazine tarafından ödenen yıllık faizlerle itfa edilmiş sayıldığı için ayrıca bir anapara ödenmesi sözkonusu olamazdı.
Malikâneler, vergi mükelleflerini yönetme sorumluluğu gerektirdiği için sadece askeri zümre mensuplarına veriliyordu. Padişah kızları dışında kadınlara verilmediği gibi çok nadir istisnalar hariç gayrimüslimlere de verilmezdi.
Osmanlı Devleti 19. yüzyılın başından itibaren yine sıkıntılı bir döneme adım attı. 1804’de Sırp Savaşı, 1806-1812 arasında Osmanlı-Rus Savaşı, 1821-1829 yılları arasında Yunan İsyanı yaşandı. 1821’de Yunan Krallığı kuruldu. 1828-1829 yıllarında yeni bir Osmanlı-Rus Savaşı yaşandı. Bu savaş sonucunda imzalanan Edirne Anlaşması ile Yunanistan Devleti’nin kuruluşu kabul edildi. Eflak, Boğdan ve Sırbistan’a imtiyazlar verildi, Rus ticaret gemilerine boğazlardan geçiş hakkı tanındı ve Rusya’ya savaş tazminatı ödendi.
1 Temmuz 1839’da II. Mahmut’un ölümü üzerine Abdülmecid tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı Devleti büyük bir iç sorunla uğraşıyordu. Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı ordularını birkaç yerde yenilgiye uğratmış Kütahya önlerine kadar gelmişti. İngiltere ve Fransa bazı reformlar yapılması karşılığında Osmanlı’ya yardım edeceklerini açıkladı. Aslında Kavalalı sorununu Osmanlı’nın başına bela edenlerde zaten kendileriydi. O sırada Dışişleri Bakanı olan Mustafa Reşit Paşa, devletin bu güç durumunu Padişah’a anlatıp bazı reformlar yapılması hususunda onu iknâ etti. Tanzimat Fermanı 3 Kasım 1839’da büyük bir törenle bizzat Mustafa Reşit Paşa tarafından okundu. Bu fermanla; bundan böyle mahkeme kararı olmadıkça, gizli veya aleni hiçbir kimsenin idam edilmemesi, hiçbir kimsenin ırz ve namusuna dokunulmaması, herkesin malını serbestçe tasarruf edebilmesi, kimsenin malının müsadere edilmemesi, tüm vatandaşların aynı haklardan istifade etmelerine olanak tanındı ve ayrıca hükümdarın bundan böyle bir mahkeme hükmü olmadan kimseyi öldürtmeyeceği ve zehirletmeyeceği, kimsenin malını elinden almayacağı, halkın zararına olan iltizam usulünü kaldıracağı resmî olarak güvence altına alındı.
İşte esham sistemi bu kadar ciddi sorunların birbiri peşi sıra yaşandığı böyle bir dönemde, devletin artan nakit ihtiyacının giderilmesi amacıyla yaratıldı. Daha önce malikâne sisteminden esham uygulamasına geçilmesine yol açan zaruretlerin benzeri, bir süre sonra esham sistemini de zorlamaya başladı. Faizlerin çok daha düşük olduğu dış ülkelerden borçlanma yolları denendi ancak başarılı olunamadı. Tanzimat döneminin maliye otoriteleri, esham sistemini kayd-ı hayat şartından kopararak orta vadeli ve daha ucuz bir borçlanma yöntemi bulmaya çalıştı. Eshamın kayd-ı hayat şartından koparılması demek, sahibi ölen sehimlerin hazineye değil mirasçılara intikal etmesi, yani anaparanın özel mülkiyet sınırları içinde tutulması demekti. Zaten Tanzimat Fermanı’da buna olanak tanıyordu. Ağustos 1840’ta piyasaya sürülen evrak-ı nakdiye isimli yeni sehimlerin satışı başarılı oldu. “Esham kavâimi, kaime-i mutebere, evrâk-ı nakdiye” gibi isimler verilen bu ilk deneme ile eshamın niteliği artık değişmeye başlamış oluyordu. Ancak miktarı hızla artan evrak-ı nakdiye, piyasada hızlı bir şekilde değer kaybetmeye başladı ve bir Osmanlı altını evrak-ı nakdiye ile 500 kuruşa kadar yükseldi. Ancak mülkiyet ve miras garantisi olduğu için hazine bu yöntem sayesinde giderek daha düşük faizlerle borçlanma imkânı buldu. İlk olarak %12 ile piyasaya sürülen evrak-ı nakdiyelerin faiz getirisi önce %10’a, daha sonra %8’e indirildi. Bu hızlı genişleme ile birlikte değeri de düşen kaime, piyasada önemli bir istikrarsızlık kaynağı haline gelmeye başladı.
Nihayet 1849’da kayd-ı hayat şartını, esham satın alan kişinin kız veya erkek çocuklarına yansıtan ve “evlâdiyet surûtu” diye nitelenen esham türü piyasaya çıkarıldı. Bu yeni esham türünü ilk alan kişi ve ondan ileride satın alacak kişiler öldüğünde, sehimler hazineye geri dönmeyecek ve çocuklarına eşit paylarla intikal edecekti. Ancak bu ikinci kuşak da ölünce sehim mahlûl sayılıp hazineye intikal edecekti.
1838 yılında İngiltere başta olmak üzere birçok ülkeyle imzalanan Baltalimanı Ticaret Anlaşmaları serisi Osmanlı’nın geleneksel, provizyonist ve fiskalist iktisat politikasını sona erdirmiş, Osmanlıyı liberal çağ ile bütünleştirmişti. Ancak bu yapı, Osmanlı ekonomisini bir anda açık pazar durumuna getirdi ve kısa sürede yere serdi.
İrili ufaklı birçok ülkeyle imzalanan ticaret anlaşmaları, ithalat sırasında alınan gümrük vergilerinin %12’den %3’e indirilmesine, ihraç vergi ve formalitelerinin büyük ölçüde kaldırılmasına, özellikle yabancı tüccarın ülke dahilinde serbestçe dolaşmasına ve istedikleri malları rahatlıkla alıp satabilmesine olanak sağlamıştır. Bu anlaşmalar sonrasında Osmanlı’nın hammadde ağırlıklı ihracat tutarı üç misli artarken, nihai ürün ağırlıklı ithalat tutarı ise iki misli artmıştı. Bu durum ülke içindeki altın ve gümüş stoğunun yurtdışına kaçmasına neden olmuş, 1845 yılına gelindiğinde özellikle İstanbul ve diğer liman kentlerinde ödeme güçlükleri başlamıştı. Altın ve gümüş para eksikliğini azaltmak amacıyla düşünülen çözüm ise ülke ekonomisinin yıllarca başını ağrıtacak yeni bir sorun yaratmış, kaime adı verilen ve yıllık % 8 faiz getirisi sağlayan kâğıt paralar piyasaya sürülmüştü.
Devletin gittikçe artan finansman ihtiyacının, hazine gelirleri ve iç borçlanma kâğıtları yoluyla karşılanamayacağı anlaşılınca Osmanlı mali otoriteleri dış borç aramaya başladı. Önceleri Osmanlı’nın dış borç talebini reddeden Fransa ve İngiltere, Kırım Savaşı’nda kendilerinin yanında yer alan Osmanlı Devleti’ne bazı teminatlar karşılığında borç vermeye yeşil ışık yaktı. Ancak asıl amaçları Osmanlı’nın provizyonist iktisat politikasına son vermek ve Osmanlı ekonomisini dışa açmaktı. Batı’nın hammaddeye ihtiyacı vardı ve bu hammadde de Osmanlı coğrafyasında bulunuyordu. Provizyonist sistem Osmanlı toplumunun refahını ön planda tuttuğu için ihracata imkân tanımıyordu. Hammadde ihracatına yeşil ışık yakılması, Batılıları rahatlatırken Osmanlı ekonomisinde asırlara dayalı ekonomi düzeninin bozulmasına yol açacaktı. Nitekim bu da aynen gerçekleşti. Hammadde ihracatından dolayı Osmanlı’nın dış ticaret gelirleri artarken, iç piyasadaki hammadde sıkıntısı hemen etkisini gösterdi. Fiyatlar genel seviyesi yükselmeye, lonca sistemi zayıflarken işsizlik artmaya başladı. Batılıların istediği olmuştu. 400 yıllık Osmanlı iktisat politikası kapitalizmin kurbanı oldu ve çok kısa sürede tüm taşlar yerinden oynadı. 1838 yılına kadar dış borca gereksinim duymayan Osmanlı maliyesi, Baltalimanı Ticaret Anlaşması’ndan hemen sonra ödemeler dengesi açıklarıyla tanışmaya başladı.
1854 Kırım Savaşı dolayısıyla alınan ilk borcu birbiri peşi sıra diğer borçlar takip etti. 1854-1874 arası dönemde toplam 15 dış borç sözleşmesi imzalandı. 238.773.272 Osmanlı altın lirası tutarındaki borçlanmaya karşılık Osmanlı Hazinesi’ne net olarak 127.120.220 lira para girdi. Bu rakam borç tutarının yaklaşık %53’üne karşılık geliyordu ki bankalara ödenen komisyonlarda bu tutarın içindeydi. Borçlanma koşulları hiç uygun olmadığı halde, bu borçların verimli alanlara yönlendirilmeyip daha çok cari harcamalardan kaynaklanan bütçe açıklarının kapatılması ve kâğıt paranın tedavülden çekilmesi amacıyla kullanılmış olması, mali açıdan devleti kısa sürede iflâsın eşiğine getirdi. 15 yıl içinde 19 maliye bakanı değişti. Dış borç almaksızın devletin ayakta kalamayacağı düşüncesinden hareketle gerçek bir mali reform yapılamadı, devletin servet ve kaynakları iyi kullanılmadı, vergi sistemi ve yönetimi konusunda kalıcı düzenlemeler yapılamadı.
1854-1874 döneminde borçlanılan 238.773.272 lira tutarındaki Osmanlı borçlarının yıllık anapara ve faiz ödemeleri toplamı 13.200.000 lira olmasına rağmen, 1874-75 senesi bütçe gelirlerinin tamamı 25.104.928 lira idi.
Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın imzalandığı 1838 yılından Osmanlı’nın Kırım Savaşı’na iteklendiği 1854 yılına kadar geçen 16 sene zarfında Osmanlı elindeki kaynakların neredeyse tamamını son damlasına kadar tüketti. 1854’de ilk dış borçla tanıştı ve sadece 20 yıl zarfında 1874’de iflâs bayrağını çekti. Bu arada 1873 yılında Avrupa borsalarında patlak veren ekonomik kriz Osmanlı’ya biraz zaman kazandırdı. Ancak 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Ayastefanos Anlaşması ve hemen sonrasında toplanan Berlin Konferansı, Batılıların sömürgeciliğe yönelik tüm arzu ve isteklerini gözler önüne serip Osmanlı topraklarının lime lime parçalanmasına yol açtı. Berlin Anlaşması’nın Osmanlı dış borçlarıyla ilgili maddesinin, Osmanlı Devleti’ni gelecekte tam bir sömürge devleti haline dönüştüreceğini anlayan Sultan II. Abdülhamid, devlet gelirlerinin bir kısmını 1879 senesinde Galata Bankerleri’nin oluşturduğu Rüsûm-ı Sitte İdâresi’ne 10 yıllığına tahsis etti ve 1881 yılında kurulacak Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nin temellerini attı.
- yüzyılın son çeyreğinin o kaotik ortamında eğer II. Abdülhamidbu hareketi yapmamış olsaydı, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesi herhalde olması gerekenden 40 yıl önce gerçekleşmiş olacaktı. Düyûn-ı Umûmiyye, geçmişte müsrifçe harcanan borçların ödenmesine, Osmanlı’nın soluklanmasına ve zaman kazanmasına olanak sağlamıştır.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Hükümet, para ihtiyacını İstanbul’daki yerli bankerler ve bankalardan sağlamış, bu borçlanmalara karşılık kendilerine en önemli devlet gelirleri teminat olarak gösterilmişti. Avrupa bankalarının Türkiye’ye sırt çevirdiği dönemde Osmanlı Bankası ve yerli alacaklıların Hükümet’e kredi açması bir vefa borcu niteliğinde öncelikle bu borcun kapatılmasını gerekli kılmıştı. Rüsûm-ı Sitte İdâresi (Vâridât-ı Sitte İdâresi)’nin kurulmasına yönelik ilk öneri 1879 yılı sonlarında Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası’nın öncülüğünde Hükümet’e getirildi. Teklif, Osmanlı Devleti’ne ait bazı gelir kaynaklarının, 1879-80 yıllarındaki yıllık getirisi gözönüne alınarak bu kişilere belli süreliğine kiralanması yönündeydi. Hükümet bu teklifi kabul etti ve 22 Kasım 1879’da başkentin sermayedar grubu ile Hükümet arasında bir sözleşme imzalandı. Kiracılar; Bank-ı Osmani-i Şahane’nin müdürleri H. Forster, Emile Deveaux ve Von Haas ile Galata Bankerleri’nden Georges Zarifi, Salomon Fernandez, Bernard Tubini, Eustache Eugenidi, Theodore Mavrokordato, A. Vlasto, A. Barker, Paul Stefanovich Schilizzi, Leonidas Zarifi, Georges Coronio, Ulysse Negroponti ve Z. Stefanoviç idi. Bu sözleşme ile Osmanlı Devleti, tuz, ipek, içki, balık avı, tütün ve damga vergilerini, alacaklı sıfatıyla yukarıdaki kişilere 15 yıllığına ihale ediyordu. Bu kişiler verginin toplanmasını üstlenecek, ihale bedeli kadar tutarı alacaklarına mahsup edecek, fazla olan kısmını ise Hükümet’e teslim edeceklerdi. Çok profesyonelce hazırlanan bu sözleşme, sonradan Avrupalı tahvil alacaklıları ile imzalanacak sözleşmenin (Muharrem Kararnamesi) bir nevi özünü teşkil edecekti.
Düyûn-ı Umûmiyye-i Osmaniyye İdâresi’nin ilk şekli olan Vâridât-ı Sitte İdâresi Osmanlı Bankası’nın önderliğinde kurulmuştu. Hükümet’in borçlarına karşılık alacaklılara tahsis ettiği gelir kaynaklarının sayısı altı tane olduğundan, tarafların bu gelirleri idâre etmek için oluşturdukları İdâre’ye de “Rüsûm-ı Sitte İdâresi” denilmiştir. Rüsûm-ı Sitte İdâresi, iyi idâre edildiği takdirde Osmanlı Devlet gelirlerinin inanılmayacak derecede güçlü olduğunu ispat etti. Rüsûm-ı Sitte’ye tabi ürünlerin piyasası canlandı, üreticiler yeni tarım alanları açmaya başladı. Avrupa’dan ipek tohumu ithal edilerek hastalıklı ipek böceği tohumlarının kullanılması önlendi ve Bursa civarında ipekçilik kısa zamanda gelişmeye başladı.
13 Ocak 1880’de R. Hamilton’ın yönetiminde faaliyete geçen Rüsûm-ı Sitte İdâresi, daha önceden imtiyazlı gelirlerin tahsilâtıyla ilgili idârelerde çalışmış beş binden fazla deneyimli memurla kısa sürede tüm İmparatorluk sathına yerleşti. Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin kuruluşu ilk başlarda Avrupalı alacaklıları tedirgin etti. Hükümet, 10 Kasım 1879 uzlaşısına göre; pul, ispirto ve bazı bölgelerin av ve ipek vergisi ile tütün tekellerini, bu vergi kalemlerinin 1 Mart 1879’dan 1 Mart 1880’e kadar olan gelirlerini dikkate alarak %10 fazlasıyla alacaklılara ihale etmişti. Yıllık 1.620.000 lira olarak tahmin edilen gelir rakamlarının, henüz ilk altı ayda beklenenden fazla gerçekleşmesi, Avrupa’da şaşkınlıkla karşılandı ve Osmanlı tahvil sahiplerini ümitlendirdi.
Avrupalı alacaklıların Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin kuruluşundan rahatsız olmaları ve bu durumu hükümetleri nezdinde protesto etmeleri üzerine II. Abdülhamid, Avrupalı alacaklılara da davette bulundu ve Osmanlı borçlarının ödenmesi hususunda görüşmeler yapmayı önerdi. 1881 yılının sonlarında Avrupalı alacaklı vekillerinin katılımıyla İstanbul’da düzenlenen toplantılar sonucunda, Rüsûm-ı Sitte İdâresi tüm aktif/pasifi ve çalışanlarıyla birlikte yeni kurulan Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ne devredildi.
1882 yılı başından itibaren organizasyon çalışmalarına başlayan Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi, Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin deneyim ve becerilerinden faydalandığı gibi Osmanlı Bankası aracılığıyla Galata Bankerleri ile de sıkı bir işbirliği yoluna gitti. Rüsûm-ı Sitte İdâresi’ni kuran Galata Bankerleri, kendilerine 1879’da tahsis edilmiş olan altı adet gelir kaynağını aslında çok önceden beri mültezim sıfatıyla zaten devletten ihale yoluyla alıp topladıkları için, mükelleflerin durumunu yakından takip eden etkin bir yönetim mekanizması kurmuşlardı. Bu İdare’nin başındaki M. Lang, işin teknik açıdan uzmanı konumundaydı. Galata Bankerleri, bu altı adet rüsûmun senelerce mültezimliğini yaptıkları için vergilerin kimlerden, ne şekilde ve nasıl toplanacağı hususunda müthiş bir bilgi birikimine sahiptiler. Rüsûm-ı Sitte’nin Düyûn-ı Umûmiyye çatısı altında faaliyet göstermesi, Galata Bankerleri açısından olumsuz bir durum yaratmıyordu. Hatta Galata Bankerleri aslında bu yapı değişikliğinden memnûniyet duyuyordu. Nedenine gelince, Rüsûm-ı Sitte’nin tarafı olan Galata Bankerleri neticede Osmanlı vatandaşıydı. Devletin herhangi bir nedenle Rüsûm-ı Sitte anlaşmasını feshetmesi durumunda Galata Bankerleri’nin çok da itiraz edecek bir durumları olamazdı. Padişahın, sadrazamın veya maliye nazırının iki dudağı arasından çıkacak tek bir cümle, bir anda her şeyi alt üst edebilirdi. Halbuki Rüsûm-ı Sitte yerine Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi gibi daha resmi ve daha ciddi bir kurumun varlığı onların alacaklarını da güvence altına sokacaktı. Yabancı ülkelerin müdahalesinden çekinen II. Abdülhamid’in, Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ne karşı herhangi bir olumsuzluğa müsaade etmeyeceğini de çok iyi biliyorlardı.
Düyun-ı Umumiye İdâresi ile birlikte Osmanlı Devleti’nde o güne kadar Batı’da örneği olmayan yeni bir uygulamaya geçiliyordu. Devlet, gelirlerinin bir kısmını yabancı alacaklılara tahsis etmeyi kabul ediyor ve alacaklılar tarafından kurulacak organizasyona bu vergi gelirlerini toplayıp borçların tasfiye edilmesi hususunda ödeme yetkisi veriyordu.
Muharrem Kararnamesi diye bilinen ve 20 Aralık 1881’de imzalanan anlaşma ile borçlar konsolide edilmiş ve borç koşulları değişikliğe uğramıştı. Bu sözleşme ile anapara ve faizlerde indirim yapılıp farklı tertiplerdeki borçlar birleştirilmiş, 190 milyon sterlin tutarındaki anapara borç toplamından 94 milyon sterlin, 62 milyon sterlin tutarındaki faiz toplamından ise 52 milyon sterlin indirim yapılarak neticede 252 milyon sterlin tutarındaki genel borç toplamı 106 milyon sterline düşürülmüştü. Ancak yabancı alacaklılar, konsolidasyon karşılığında Osmanlı malî yönetimi üzerinde sıkı bir denetim sahibi olmuştu.
Bu sözleşme ile Birleştirilmiş Osmanlı Borçları A, B, C, D Tertibi olarak dört gruba ayrıldı. Aslında Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi, Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin çok daha kurumsallaşmış şekliydi. Bu tür bir yönetimin varlığı Osmanlı Devleti’nin egemenlik hakkıyla normalde bağdaşmıyordu. 1909-1910 yıllarında Düyûn-ı Umûmiyye’nin İstanbul ve diğer vilâyetlerinde bulunan memur sayısı beş bini buldu. Bunların yalnız 50 kadarı yabancıydı. Geriye kalanlar Osmanlı uyruğundan olup %8’i gayrimüslim idi. Beş bin memurun 3.927’si vilâyetlerde görevli olup, bunların 1.491’ini piyade ve atlı kolcular oluşturuyordu. 1912’ye gelindiğinde Düyün-ı Umûmiyye’nin çalıştırdığı memur sayısı 8.931’e yükseldi. Aynı yıl Osmanlı Maliyesi’nde çalışan memur sayısı ise 5.472 kişiydi. Yine aynı tarihlerde Düyûn-ı Umûmiyye’nin topladığı vergi gelirleri, o günkü devlet gelirlerinin üçte birine tekabül ediyordu.
Düyûn-ı Umûmiyye İdâre Meclisi, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan gibi alacaklı ülkelerin beş temsilcisi, Osmanlı Bankası ile Galata Bankerleri’nden de birer temsilci olmak üzere toplam yedi kişiden oluşuyordu. Babıâli, Meclis’in her yıl hazırlayacağı bütçeyi onaylayacak, yılsonlarında bir bilanço hazırlanacaktı. Osmanlı üst yönetimiyle bağlantıyı sağlamak üzere İdare bünyesinde bir Düyûn-ı Umûmiyye Komiseri görev yapıyordu. Kabaca sekiz gelir kaleminin yönetimi ve tahsili Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ne bırakılmıştı. Bunlar; tuz, tütün, ispirtolu içkiler gibi tekel maddeleri hasılatı, balık avı ve damga vergileri; gümrük resimleri fazlası; temettü (kazanç) vergisi artışları; Bulgaristan vergisi; Kıbrıs vergisi; Şarkî Rumeli vergisi; tömbeki hasılatının bir kısmı; Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan’a ait Düyûn-ı Umûmiyye hisseleri idi.
- yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar Osmanlıekonomik yaşamında tarımsal artığa el konulması noktasında verilen çaba ve uğraşlara rağmen, bu sistemde tarım dışı sektörler neredeyse hiç önemsenmemiştir. Batı’da sanayi devrimi ortaya çıkıncaya kadar en azından ipekli, pamuklu dokuma ve tekstil ürünleri konusunda Avrupa’nın önünde giden Osmanlı sanayisi, merkantilist sistemin acımasızlığı karşısında bu üstünlüğünü hızla kaybetti. Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki üretim merkezleri birbiri peşisıra kapanıp önemlerini kaybetti. Bu konudaki son üretim kırıntıları ise 1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte tamamen ortadan kalkmış, neticede Osmanlı Devleti20. yüzyıla envanterinde ete dişe dokunur tek bir sanayi tesisi olmaksızın girmiştir.