TÜRKİYE’NİN GUAIDO’SU BULUNDUĞUNDA ERDOĞAN’I SATACAK KİŞİLERİN LİSTESİ…
(Article 249-07.04.2019)
Can Dündar ve Mehmet Ali Alabora bugünlerde ismi sıkça geçen vatan hainlerinden sadece biri kaçı. Ancak tarihin hemen her evresinde vatanını üç kuruş beş paraya satabilenlere rastlamak mümkün.
Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid Han döneminin hainleri de, şimdilerde olduğu gibi o yıllarda da Fransız ve İngilizlere sığınır, onların verdiği altınlarla günlerini gün ederlerdi. İngiltere, Fransa, Rusya veya Almanya’nın maddi ve manevi desteğine mazhar olan hemen herkes, bir anda Padişah aleyhine konuşmaya başlar, reform ve ıslahatlardan dem vurur, “İKTİDARI TERK ET GİT!” mealinde açık mektuplar yazar, gazete ve dergiler çıkararak hizmet ettikleri ülke adına muhbirlik yaparlardı. Üstelik bu işleri öyle gizli kapaklı yapmaz, mahlas falan da kullanmazlardı.
Sultan Abdülaziz’den beri Avrupa destekçisi yerli hainlerin buluştuğu ortak payda; “demokrasi, hukuk, hürriyet” gibi kavramları ön plana çıkarmış olmalarıydı. Hıristiyanların “baba-oğul ve kutsal ruh” üçlemesi gibi ülkeden ülkeye, toplumdan topluma ve hatta kişiden kişiye değişiklik gösteren bu sihirli “teslis” yani “demokrasi, hukuk ve hürriyet” kavramları, yumuşak bir sakız gibi istenilen her şekli alabilmekte ve herhangi bir toplumdaki aykırı düşüncelerin odak noktası olabilmektedir. Bu üç kavram; Şili’den Kore’ye, Fransa’dan Rusya’ya, Güney Afrika’dan Çin’e kadar dünyanın hemen her noktasında anında karşılık bulabilmekte, milyonları etrafına toplayabilmektedir.
Osmanlı’da ki “aydın” tayfasının “vatan hainliğine” yönelik ilk örneklerini Ali Suavi, Şinasi ve Namık Kemal gibi satılmışlar oluşturur. Ali Süâvî Londra’da “Muhbir” gazetesini çıkartırken, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Jön Türk tayfası da 1868’de Paris’te “Hürriyet” gazetesini çıkartır. İngiliz ve Fransız istihbaratının boca ettiği altınlarla finanse edilen bu şahıslar ve onların gazeteleri, Devlet-i Âliye’yi hemen her konuda tehdit ederken, askerî ve sivil bürokrasi eliyle Padişah aleyhinde kışkırtıcılık ve Avrupa devletleri lehine istihbarat görevini icra ederler. Gazetelerinde yazdıkları yalan yanlış haberlerle Osmanlı bürokrasisinde görev yapan dürüst ve namuslu insanlara iftiralar atıp yıpratır, tüm bu işleri kendilerine kol kanat geren Batılı ağa babalarının himayesi altında yapar, yayın yaptıkları gazeteler toplatıldığında veya yasaklandığında ise kıçına nişadır sürülmüş makak maymunları gibi “diktatör padişah! Yazıp çizmemize dahi tahammül edemiyor!” yaygarası kopartırlardı.
Jön Türk tayfasının, “istibdat” rejiminden dolayı vatanı terk ettikleri meselesine gelince, bu baştan sona yalan ve uydurmadır. Jön Türklerin Avrupa’ya kaçmalarının tek ama tek nedeni; Paris veya Londra’ya gidip Fransız ve İngiliz istihbarat kurumlarında staj yapmak, asimetrik saldırı yöntemlerini öğrenmek, yalan ve iftiralarla dolu gazetelerini ceplerinden beş kuruş para harcamadan bastırıp Türkiye’ye göndermek ve gününü gün etmektir. Onlara göre bu “kaçış” bir hicretten başka bir şey değildir! (Şimdilerde Fetullah Gülen ve onun sadık itlerinin yaptığı gibi).
Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Damat Mahmut Paşa, Prens Sabahattin ve Ali Şefkati gibi hainlerin yabancı bir memlekette yatıp kalkması, yaşaması, matbaa kurup dergi ve gazete çıkarması, hadi bunlardan da vazgeçtik basılı evrakları posta ile Osmanlıya göndermesi nasıl mümkün oluyor?
Bazı aklı evveller diyorlar ki; “Efendim bunlar çok meşhur yazarlardır, şiir yazarak hikâye yazarak hayatlarını idame ettiriyorlardı…”.
Bu eblehlere sormak lazım; “Siz hiç Avrupa’nın herhangi bir şehrinde veya herhangi bir edebiyat kulübünde bu hainlere ait bir tek tane eserin yabancı dile tercüme edildiğini, okunduğunu, okutulduğunu veya övgüye mazhar olduğunu gördünüz mü?”
Peki, edebi açıdan zaten hiçbir anlam ifade etmeyen bu şahısları Batı niçin sahiplendi? Cevabı çok basit; rahatlıkla “satın alınabilecek” kişiler oldukları için.
Vatanlarını Avrupa’ya şikâyet eden Jön Türklerden Ali Şefkatî, İtalya’nın Napoli ve Cenevre şehirlerinde çıkardığı “İstikbâl” gazetesini gizli yollardan İstanbul’daki Tıbbiye talebelerine göndererek Devlet-i Aliye’yi zora sokmaya çalışıyordu. Bu hainler, “Bunca zamandır Âl-i Osman hükümran oldu. Biraz da Âl-i Midhat saltanat sürsün! Olmazsa Âl-i Osman, olsun Âl-i Midhat!” diyerek Midhat Paşa’ya hizmet ediyorlardı.
Sultan Abdülhamid Han’ın eniştesi Damat Mahmut Paşa ve oğlu Prens Sabahaddin ise sözde istibdat rejimini bahane ederek, Paris’te kendilerini bekleyen Jön Türklerle işbirliği yapan trajik birer vatan hainiydi. “Prens Sabahattin hain değil, âdem-i merkeziyet fikrinden dolayı vatanını terk etmiştir” diyenler, bu işin esasını bilmediği için, tarih kitaplarına bakarak bu şekilde yazıp durmaktadır. Halbuki bu zat, düşüncesinden dolayı değil, düşüncesini düşman devletlerle işbirliği yaparak gerçekleştirmek istediği için haindir.
Jön Türklerin hainliklerini Sultan Abdülhamid Han şu şekilde anlatır; “Bunca okumuş, düşünmüş, kendisini dâvasına vermiş vatan evlâdının cibilliyetsiz çıkacağını kabul edemem. Sâdece aldandılar, derim. Aldandılar ama cezalarını kendilerinden çok, aldanmayan milyonlarca masum vatan evlâdı çekti! Hem öldüler, hem de vatandan oldular! Kendilerine Jön Türkler denilen kimseler aslında üç-beş kişidir. Bunlar yıllarca Avrupa’da benim aleyhimde çalışmışlar, benim aleyhimde çalışmanın vatanın da aleyhinde çalışmak demek olduğunu düşünmeden yazmışlar, çizmişler, söylemişlerdir. Çıkardıkları gazeteleri gizlice memlekete sokmanın yolunu büyük devletlere arkalarını dayayarak buluyorlardı. İngilizler, Fransızlar, Ruslar, hatta Almanlar ve Avusturyalılar yâni bütün büyük Avrupa devletleri, menfaatlerini Osmanlı mülkünün parçalanmasında bulmuşlardır.”
31 Mart Vakası ile 1909 yılında darbeyle tahttan indirildikten hemen sonra devrin Rus ve Alman elçilerinin, ülkeden kaçması için kendisine götürdüğü yardım tekliflerine karşı çıkan Sultan Abdülhamid Han’ın söylediği sözler vatan hainlerine ibret olacak türdendir: “Etlerimi cımbızla koparacaklarını da bilsem, bir ecnebi devlete ilticayı düşünmem. Vatanımdan kaçmak mûcib-i ardır (namus sebebidir). Hattâ bu, benim gibi otuz üç sene bir devlete padişahlık etmiş bir insanın irtikap edemeyeceği en büyük alçaklıktır.”
Hainliği sözde edebiyat ve sanat bahanesiyle yapanların sayısı hiç de az değildir. Roman yazarak Türkiye’yi, yâni Müslümanları Batı’ya karşı kıyıcı ve adaletsiz olarak gösteren ve bu hainliğinin karşılığı olarak kendisine Nobel ödülü takdim edilen yazarımız yok mu?
Edebiyat ve düşünce yoluyla hainlik edenleri anarken ünlü edebiyatçı Tevfik Fikret ve sonradan Hıristiyan olup Papazlığa terfi eden oğlu Hâluk’u da göz ardı etmeyelim.
Bir diğer ünlü edebiyatçımız Şinasi’ye gelince onun yeri müstesnadır. Şinasi, 1849’da Mason Üstadı Mustafa Reşit Paşa tarafından Paris’e gönderilir. Orada Fransız istihbaratı bünyesinde ilim ve irfan! sahibi olduktan sonra 1854 yılında yurda dönüş yapar. 14 Eylül 1859 günü bir ihbar sonucu ortaya çıkartılan ve Sultan Abdülmecid’i devirip onun yerine Sultan Abdülaziz’i tahta geçirmek için tertip edilen ve tarihe “KULELİ HADİSESİ” olarak geçen başarısız bir darbe girişiminin içerisinde yer alır. 1862’den itibaren çıkardığı Tasvir-i Efkâr adlı gazetede siyasî otoriteyi rahatsız edecek bazı hicivleri ve genellikle eleştirici tutumu nedeniyle, 4 Temmuz 1863’te Sultan Abdülaziz’in iradesiyle Meclis-i Maârif bünyesindeki işine son verilerek memuriyetten ihraç edilir. Tam bir Fransız ajanı olarak yetiştirilen Şinasi, sonraki yıllarda devlete başkaldıracak birçok vatan hainine fikir babalığı yapmıştır.
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane öğrencilerinden İbrahim Temo, Abdullah Cevdet (Allah düşmanı Cevdet), İshak Sukuti ve Mehmed Reşid tarafından gizli bir yeraltı teşkilâtı halinde kurulan İttihâd-ı Osmanî Cemiyeti (1889) toplantılarında fikrî tartışmalar yapılır, Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa gibi Yeni Osmanlı temsilcilerinin eserleri gizli gizli okutulurdu.
Ancak şuna bakın ki 1894’te yargılanan cemiyet üyeleri diktatör Padişah! tarafından affedilir. Cemiyet üyeleri, İstanbul’da uygun bir ortamın bulunmadığını fark ederek faaliyetlerini Avrupa’da sürdürmeye karar verir ve tıbbiye öğrencilerinden Selanikli (Doktor) Nazım ve Ahmed Rıza’nın tartışmaları sonucunda 1894’te ”Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti” kurulur.
Namık Kemal ile Şinasi’nin yolları 1865’de kesişir. Şinasi, bilinmeyen bir nedenle Tasvir-i Efkâr’ı 1865’de Namık Kemal’e bırakarak Paris’e gider. Aslında gazetenin esas patronu Fransız istihbaratı olduğu için sadece görev değişikliği demek daha doğru olur. Petrosyan’a göre Birinci Meşrutiyet hareketini başlatan “Yeni Osmanlılar” nezdinde Şinasi, onların fikir hocası ve baş mimarıdır. Şinasi’nin en önemli öğrencisi ise Namık Kemal’dir.
Namık Kemal, Şinasi ile tanışana kadar divan nazımı ile tasavvuf konularında yazmaktadır. Namık Kemal, Şinasi ile yaptığı bir saatlik görüşme sonrasında modern Türk edebiyatına yönelir ve Tasvir-i Efkâr’da yazmaya başlar. Bir Bektaşi olan Namık Kemal, sonrasında mason da olur. I. Proodos (İlerleme) adlı bir Yunan locasında adına rastlanır. Locada, 19’u Türk 68 üye bulunmaktadır. Locadaki Türkler arasında; Mehmed Namık Kemal, Midhat Paşa, Abdülaziz devrinde iki defa sadrazam olan Keçecizade Mehmed Fuad Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa, İbrahim Hakkı Paşa, Berlin Sefiri Sadullah Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Şair Ziya Paşa ve Şinasi gibi Türkçüler de bulunmaktadır.
Mason locasında Namık Kemal’e tarihi bir görev verilir: “Şehzade Murad’ı mason yapmak”. Bu işi daha önce Şinasi denemiş, ancak başarılı olamamıştır. Namık Kemal’deki 180 derecelik dönüşün asıl nedeni işte bu görevdir. Avrupa görmüş ve çok iyi eğitim almış modern düşüncedeki Veliaht Murad Efendi’ye divan şiirleri okuyarak yaklaşabilmek mümkün değildir. Namık Kemal, mason locasının kararıyla Veliaht Murad Efendi’nin oğlu Selahattin Efendi’ye hoca olur. Bir diğer mason Ziya Paşa da, Veliaht Murat Efendi’nin hocası olur. Amaç; sonradan Sultan olacak V. Murad’a masonik fikirler aşılamaktır. İtalya’daki Carbonari Cemiyeti üyelerinden ve aynı zamanda mason olan Doktor Kapoleone, İstanbul’a getirtilerek çeşitli ayak oyunlarıyla Veliaht Murat Efendi’ye özel doktor yapılır. Böylece, 20 Ekim 1872’de, Sultan Abdülmecid’in büyük oğlu Veliaht Murad, büyük bir gizlilik içerisinde I Proodos Locası’na girerek mason olur.
Locanın Üstad-ı Muhteremi Kleanti İskalyeri böylelikle; başta Osmanlı Veliahtı olmak üzere, devletin en üst makamlarındaki sadrazamlara ve diğer bürokratlara üstatlık edip, emir vermeye başlar. (Tıpkı ilkokul mezunu dahi olmayan Fetullah Gülen ve imamlarının, hakim ve savcılara, üst düzey komutanlara ve rektörlere emir ve talimatlar verdiği gibi.)
Neyse biz Namık Kemal’e geri dönelim. Hürriyet ve vatan kahramanı Namık Kemal! “Vatan Yahut Silistre” diye bir piyes yazar. Oyunun altında üstünde hiç bir şey yoktur. Ancak içindeki bazı kelimeler subliminal mesajlarla doludur. Tek bir nakarat vardır; “Vatan”. Vatanın ne izahı vardır ne anlamı. Oyunun içinde bir de tekerleme vardır; “Murat… muradın ne senin? benim muradım nerede?” Murat aşağı murat yukarı!
Seyredenlerin neredeyse tamamı Sultan Abdülaziz’i indirip yerine mason Veliaht Murat Efendi’yi iktidara getirmek isteyen Yeni Osmanlılar ve Jön Türk tayfasından oluştuğu için bu piyes çılgınlar gibi alkışlanır. Ülkede güya istibdat rejimi (diktatörlük) egemendir. İstibdat rejimi olan ülkede! bu oyunun neredeyse 500 defa sahneye konulmasını ise hiç kimse görmek istemez. Neticede darbe çığırtkanlığı yaptığı gerekçesiyle Namık Kemal denilen hain, Sultan Abdülaziz tarafından Magosa’ya sürülür. Abdülhamit iktidara gelince affedilir, ancak yine rahat durmayınca bu defa 100 altın maaş bağlanarak önce Midilli’ye daha sonra da Sakız’a mutasarrıf olarak atanır. Ölene kadar bu ballı maaşı alır ve öldüğünde de vasiyeti üzerine Süleyman Paşa’nın mezarının yanına gömülür.
Şansa bakınız! Devlete ihanet et, zevk-ü sefa içerisinde yaşa, ondan sonra da Osmanlının en büyük paşalarından birisinin yanına gömül.
Sultan Abdülhamit Han’ın eniştesi Damat Mahmut Paşa’da aynı şerefe nail olanlardandır. Asıl ismi Mahmut Celâleddin Paşa olan bu hain, Bağdat Demiryolu ihalesini İngilizlerin ortak olduğu bir şirkete vermek ister. Ancak bu işin Almanlara verilmesi üzerine Abdülhamid’e cephe alır. 1899 yılında II. Abdülhamit’e olan muhalefeti nedeniyle oğulları Prens Sabahattin ve Prens Lütfullah’la birlikte Avrupa’ya kaçar. Önce Marsilya’ya, oradan da Paris’e gider. Jön Türkler tarafından kucaklanır. Bazı Jön Türk üyelerinin hükûmetle anlaşıp yurda dönmesinden sonra geride kalanlar arasında lider gibi görülür. Padişahı ve çevresindekileri çeşitli gazetelerde ağır dille eleştirir. Saray tarafından malları müsadere edilir.
Paşa ve oğulları İstanbul hükümetinin baskıları sonucu Londra’dan ayrılıp Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın davetiyle Mısır’a gider. Mısır Hidivi ile arası bozulunca Mısır’dan ayrılarak önce Paris’e daha sonra da Korfu Adası’na geçer. Bu olay Yunan-Osmanlı ilişkilerinin gerginleşmesine sebep olunca oradan da ayrılmak zorunda kalır. Abdülhamit muhaliflerince 4 Şubat 1902’de Fransa’da düzenlenen I. Jön Türk Kongresi’ne büyük destek verir ve kongrenin fahri lideri olur. Kışı geçirmesi için geldiği Brüksel’de 17 Aralık 1903’de ölür.
Abdülhamid, cenazesinin İstanbul’a getirilmesini istese de oğulları Meşrutiyet ilan edilmedikçe bunun mümkün olamayacağını söyler. Jön Türkler’in mitingine dönüşen cenazesi Fransa’da ki Türk kabristanına defnedilir. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine cenazesi büyük bir törenle İstanbul’a getirilir ve Eyüp’teki aile mezarlığına defnedilir.
Bugün geriye dönüp baktığımızda Abdülaziz ve Abdülhamit Han döneminin vatan hainlerine yumuşak davranıldığı için, koca bir imparatorluğun ellerimizin arasından nasıl kayıp gittiğini çok daha rahat görebilmekteyiz.
Şimdi bu olaylar ışığında günümüz Türkiye’sinde yaşanan olayları gözünüzün önüne getirin. Gezi Olaylarını ve bu olaylara destek verenleri hatırlayın. Ülkemizin aydın geçinen hainleri içerisinde yer alan ve bu olaylar esnasında gaz maskesi takıp medyaya poz vermek için birbirinin üzerine çıkan sanatçı, gazeteci, ressam, yazar, çizer, işadamı tayfasının terennüm ettiği ortak slogan; “Diktatör Erdoğan”, “Demokrasi ve Özgürlük” kavramları değil midir?
Halbuki hain haindir. Cezası da bellidir.
Bu hainlere acırsak acınacak duruma düşeriz.
Ve işte o zaman!
Üzerinde yaşayacak bir karış toprak parçası bile bulamayız.
Onun için beyler bayanlar; geçmişi unutmamalı, unutturmamalıyız. Yapılan her hainliği not etmeliyiz. Türkiye’nin Batılı emperyalistlerin yeni oyun sahası olmasına asla izin vermemeliyiz.
Vatan haini alçaklara samimi çağrımdır; Venezula’da yaptıkları gibi Türkiye’de “Guaido” tarzı çakma başkan veya başkancıklar yaratılmasına bu necip millet asla göz yummayacaktır. 15 Temmuz gecesi kendini tankların ve uçakların önüne atıp şehit olan 250 vatan evladını hatırlayın. Türkiye sokaklarını Venezuela’ya dönüştürmek isteyenler, böyle bir olasılıkta 250 değil 250 bin insanın şehadet mertebesine ulaşmak için ölmeye hazır olduğunu daha anlamamışsa yapacak bir şey yok.
Anadolu’da bir laf vardır; “ELDEN GELEN DÜĞÜN BAYRAM”.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu terör örgütüyle mücadele noktasında şüphesiz insanüstü bir çaba sarf ediyor. Ancak maalesef FETÖ ile mücadele konusunda gösterilen çaba ve gayretler, sadece ve sadece Erdoğan’ın yaptıklarıyla sınırlı. Erdoğan’ın en yakınında yer alanlar bile bu mücadeleye yeter derecede ehemmiyet göstermiyor ve olası bir iklim değişikliğine karşı pozisyonlarını koruma içgüdüsüyle hareket ediyor.
Cumhurbaşkanının bir şekilde pasifize edilmesi, suikasta uğraması veya öldürülmesi durumunda, Erdoğan’ın en yakınında bulunan kişilerin, aynı gün içerisinde Fethullah Gülen’e biat edeceklerinden emin olabilirsiniz. Hatta bu kişilerin Erdoğan’ın ortadan kaldırıldığı haberini alır almaz medya karşısına çıkıp; “Erdoğan çok korkunç ve acımasız bir diktatördü, korkumuzdan ağzımızı açamıyorduk, konuşanın kellesi gidiyordu” mealinden açıklamalarda bulunacağından da adım gibi eminim.
Hatta bazıları yalakalıkta sınır tanımayıp, Facebook ve Twitter’daki profil resimlerini meczup Fethullah’ın alık alık boşluğa bakan resimleriyle değiştirme yoluna bile gidecek. Pensilvanya’ya uçak bileti bulunmayacak. Gazete ve TV programlarının neredeyse tamamında “hocaefendi hazretlerinin” kerem, ikram, hoşgörü ve sevgisine yönelik yayınlar yapılacak.
15 Temmuz gecesi İstanbul ve Ankara’da kan gövdeyi götürüp, Marmaris’te Erdoğan’ın kaldığı otele darbeciler tarafından operasyon düzenlenirken ortalıkta görünmeyip telefonlarını dahi açmayan milletvekilleri, bakanlar, müsteşar ve bürokratlar, belediye başkanları, il ve ilçe teşkilat yöneticileri ve hatta meclis üyeleri ve tabiki bu hükümet döneminde iş yapıp palazlanan işadamları, kendilerini yandaş medya grubu içinde gösterenler “ERDOĞAN’I SATACAK KİŞİLER LİSTESİ”nin ilk sıralarında yer alacak. (Bu listeye yeni seçilen belediye başkanları ve meclis üyeleride dahildir ki göreceksiniz Ankara’da CHP’Lİ MANSUR YAVAŞ SİZE RAĞMEN AK PARTİLİ MECLİS ÜYELERİNİZİ ÜÇ GÜN İÇERİSİNDE YANINA ÇEKECEK VE HER İŞİNİ TIKIR TIKIR YAPTIRACAK.)
Erdoğan kendini değil de bu ülkeyi çok seviyorsa (ki bundan zerre kadar şüphem yok) etrafında bulunan zayıf karakterli siyasetçi ve bürokrat takımını acilen değiştirmek zorundadır. Altını oyan kişilere karşı Sultan Abdulaziz ve Sultan Abdulhamid gibi yumuşak davranmamalıdır.
Son yapılan Belediye seçimlerinin açık ve aleni şekilde organize bir YSK darbesi olduğu ortaya çıkmıştır. Türkiye’de sayılamayacak kadar çok, dünyada bile eşi benzeri olmayan saçma sapan kurumlar mevcut. Şimdilerde yeni bir AYAKLANMA’nın hazırlıkları olanca hızıyla sürüyor. Bu organizasyonun içinde kimler var derseniz; MESLEK ODALARI, BAZI DERNEKLER, SPOR KULÜPLERİ, GAZETECİLER, TIRIŞKA AYDINLAR, BELEDİYELER, PARTİLER, ESKİ SİYASETÇİLER, ÇAPSIZ AKADEMİSYENLER, SANATÇI KIRMALARI, FETÖ MENSUBU ASKER VE POLİSLER, ULUSALCI GEÇİNEN AMERİKANCI ASKERLER, AK PARTİ TEŞKİLATLARI İÇİNE ÖBEKLENEN KRİPTO FETÖ MENSUPLARI, GEÇMİŞTE AK PARTİ’DE SİYASET YAPAN MODASI GEÇMİŞ POLİTİKACILAR VE DAHA DA ÖNEMLİSİ ERDOĞAN’IN EN YAKININDA BULUNAN BAZI KOYUN HIRSIZLARI…
Sayın Erdoğan, bu seçimde AK PARTİ’nin tüm il ve ilçe teşkilatları yan gelip yatmıştır. Yüksek Seçim Kurulu’nca sandık başkanları ve sisteme giriş yapan kişilerin isimleri belirlenirken MİT uyumuştur. Bir kaç milletvekili ve bakan dışında hiç kimse özveriyle çalışmamıştır. Sizi veya partinizi herhangi bir nedenle cezalandırmak için AK Parti teşkilatları dahi başka başka partilere oy vermiştir. Bu seçimde bence hezimet yaşayan belediye başkan adaylarınızın Ağrı Belediye Başkanlığını kazanan SAVCI SAYAN’ı utanç içerisinde seyretmesi gerekiyor. Bu adam tek başına hem HDP’yi kendi kalesinde yıktı, hem de zillet ittifakını darma duman edip %56 gibi bir oyla belediye başkanı seçildi.
Ağrı nere İstanbul, Ankara, Antalya, Eskişehir, Bursa nere? Buralardaki belediyelerin teknik imkanlarının %1’i Savcı Sayan’ın elinde olsaymış adam kendini Belediye Başkanı değil, ömür boyu Vali bile seçtirebilirmiş demekten kendimi alamıyorum.
Size akıl vermek benim kârım değil ama yine de benden uyarması. İster YAPIN ister YATIN.
Dr. Mehmet Hakan Sağlam
Uzun ama faydalı bir yazı olmuş ,
Hava o kadar pusluki,kafir bile müslüman mintanı giymiş
abi ağzına yüreğine sağlık.
Sıradan bir vatandaş olan ben Erdoğan için oy vermek ve dua etmekten başka ne yapabilirim?
inşallah bu yazınızdan istifade eden çok olsun!
Allah hepimizin (yani ehli imanın) ferasetini artırsın. Hak ve batılı açık seçik görenlerden eylesin.
Ümmeti daha çetin imtihanlara düçar etmesin.
Selamlarımla,