(Article 253 – 02.05.2019)
Türkiye Cumhuriyeti’nin 93 yıllık tarihinde; 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 postmodern ve 27 Nisan 2007 e-muhtırası gibi birçok askeri darbe yaşandı. Darbelerin niçin ve ne amaçla yapıldığı ve kimlere ne fayda sağladığı konusu ise başlı başına incelenmesi gereken bir konu.
Osmanlı’dan günümüze yaşanan tüm darbelerde, bir görünen bir de görünmeyen taraf bulunmaktadır. Asıl incelenmesi gereken nokta işte bu “görünmeyen” kısımdır. Askeri darbeler, ülkelerin yönetim biçimini değiştiren eylemler olmasının yanı sıra olağanüstü hukuki koşullar doğuran ve ülkelerin her açıdan yeni baştan biçimlendirildiği olaylar silsilesidir.
Sultan İkinci Abdülhamit’in 1909’da darbe ile indirilmesi ile güçlenen İttihat ve Terakki yapılanması, güçlü bir vesayetçi yapı olarak etkinliğini günümüze kadar sürdürebilmiştir. Cumhuriyeti kuran yapıların neredeyse tümü İttihat ve Terakki kökenli olup, ortak özellikleri çoğunluğunun mason olmasıdır. 1946’ya kadar tek parti vesayeti biçiminde, 1946’dan sonra ise çok partili siyasal yaşam üzerinde varlığını sürdüren bu yapı, gücünü Anayasa’dan alan birçok kurumla dirsek teması içinde faaliyet göstermektedir. Bu yapının; “devleti biz kurduk, en iyi biz koruruz, bu devlette bizim dediğimiz olur” şeklinde betimlenen ortak sloganını kullanan kurumları lütfen gözlerinizin önüne getirin; Ordu, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, HSK ve daha niceleri. Bu arada Anayasa’da yer almamakla birlikte İttihat Terakki’nin mirasçısı olarak varlığını devam ettiren CHP’yi de unutmamak gerekir.
27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında hazırlanan 1961 Anayasası ile kurumsallık kazanan bu vesayetçi yapı, 1982 Anayasası’nın mahsulü olan YÖK ve ÖSYM gibi Anayasal kurumların yardımıyla gücünü pekiştirmiştir. Anayasal vesayet kurumları, herhangi bir risk hissettikleri anda düzeni koruma algısıyla derhal devreye girmekte ve Anayasa’nın kendilerini tanıdığı her türlü yetkiyi istisnasız şekilde uygulamaya sokmaktadır.
Türk siyasi tarihi, askeri darbeleri Osmanlı Devleti’nden kötü bir miras olarak almış, demokrasi ilk olarak 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi’yle sekteye uğratılmıştır. Her darbe bir öncekinden daha acımasız şekilde gerçekleşmiş, 12 Eylül askeri darbesi toplumsal yapıda köklü değişikliklere yol açarken, 28 Şubat 1997 Post-Modern darbesi ise daha farklı bir şekilde uygulanmıştır. Görünürde meclisin varlığı devam edip, asker kışlasından çıkmamışsa da uygulamada durum çok farklı olmuştur. 28 Şubat’ta asker yönetime el koymamış, siviller vasıtasıyla siyasal sisteme müdahale yolu tercih edilmiştir. Anayasal vesayet kurumlarından olan YÖK ve ÖSYM’nin başörtülü öğrenciler aleyhinde aldığı kararları lütfen hatırlayalım. Gerek 12 Eylül gerekse 28 Şubat müdahaleleri ile toplumun önemli bir kesimi mağdur edilmiş ve ülkede demokrasinin kurumsallaşması mümkün olamamıştır.
28 ŞUBAT 1997 HAVUÇ OPERASYONU…
Türkiye’de demokratik süreç ordunun siyasete çeşitli şekillerde müdahaleleri nedeniyle 1960, 1971, 1980 ve 1997 yıllarında olmak üzere dört kez kesintiye uğramıştır. Bu darbelerin tamamında ABD parmağı olmakla beraber, 1997 Post Modern darbesi nitelik itibarıyla ciddi bir farklılık göstermektedir. 28 Şubat 1997 Post Modern darbesinde temel hedef; kendilerinden umut kesilen NATO’cu subayları ordudan tasfiye edip ileride bunlardan boşalacak yerlere FETÖ mensuplarını yerleştirme amacıyla planlanmış bir “HAVUÇ OPERASYONU”dur.
28 Şubat 1997 Post-modern Darbesi’ni yapan askerler, Sincan sokaklarında tank yürüttüklerinde 28 Şubat’ın “bin yıl” süreceğini avaz avaz bağırıyorlardı. Manşetler birbiri peşi sıra atılıyor, üniversite rektörlerinden medya patronlarına kadar hemen herkes darbe çığırtkanlığı yapıyordu. Devir askerlerin devriydi. 2000’li yılların başlarına gelindiğinde aradan 3 yıl geçmesine rağmen ülkede halen askerlerin borusu ötüyordu. Paşalar, haz etmedikleri genel yayın yönetmenlerini gazetelerin başından hemen aldırabiliyor, köşe yazarlarına istedikleri manşetleri attırabiliyorlardı. O dönemin en gözde ve en cevval komutanlarından birisi ise hiç şüphesiz Orgeneral Çevik Bir idi. O dönem de hükümet aleyhine atıp tutan ne kadar asker kırıntısı ve akademisyen varsa bunların tamamına yakını, Ergenekon ve Balyoz operasyonları ile tutuklanıp yargılandı ama kim tarafından? Tabi ki FETÖ’nün hakim ve savcıları tarafından.
12 Temmuz 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda bulunduğu söylenen 27 el bombasıyla başlayan bu dava, kısa zamanda yüzlerce ordu mensubunun tutuklanmasıyla sonuçlandı. İrticayla Mücadele Eylem Planı Davası, Şile Kazıları, İnternet Andıcı Davası, İlker Başbuğ Davası, Danıştay Saldırısı Davası, Cumhuriyet Gazetesi Molotof Davası başta olmak üzere 20 civarında iddianame Ergenekon davasıyla birleştirildi.
27 Şubat 1997’de FETÖ mensubu asker, polis ve istihbarat elemanlarınca tezgâhlanan birçok mizansene sazan gibi atlayan APTAL ASKERLER TAYFASI, aradan tam 10 yıl geçtikten sonra yine FETÖ tarafından sahnelenen ERGENEKON ve BALYOZ kumpas davalarının baş aktörleri olacaklarının farkında bile değillerdi. FETÖ mensubu savcılar tarafından çorbaya dönüştürülen Ergenekon davasında amaç, ABD açısından önem ve gelecek vaat etmeyen Ulusalcı, Kemalist ve NATO’cu üst düzey askerleri tutuklatmak suretiyle ordu içine yerleştirilecek FETÖ mensuplarına komuta kademesinde yer açmaktı. Aynen de öyle oldu. Ve bu alçak hainler 15 Temmuz 2016 günü 251 kişinin şehit ve binlerce insanın yaralanmasıyla sonuçlanan hain darbe girişimine imza attılar.
Askeri darbeler az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde daha sık olmak üzere yüzyıllardır ordunun siyasi iradeye el koyması ve yönetimi ele geçirmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Dünya genelinde ve tabi ki Türkiye’de yaşanan darbelerin bir diğer ortak özelliği ise; ABD ve İngiltere gibi egemen güçlerin desteğini almayan hiçbir başkaldırının başarılı olamayacağıdır.
15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan FETÖ menşeli askeri darbe kalkışması, diğer girişimlerden farklı olarak Türk halkının direnişi sayesinde bertaraf edildi edilmesine ama bu olay dünya tarihinde çok önemli bir değişikliğe neden oldu. 15 Temmuz darbesinden hemen sonra bu tarz darbe girişimlerine maruz kalan ülke vatandaşları darbelerin halk gücüyle bastırılabileceğini öğrendi.
Bundan çok kısa süre önce Sudan’da askeri bir darbe yaşandı ve Cumhurbaşkanı Ömer el Beşir darbeci askerlerce tutuklandı. Ancak insanlar bir anda sokağa dökülüp askeri rejim istemediklerini ve bir an önce sivil yönetime geçilmesine yönelik protesto gösterilerinde bulununca asker geri adım atmak zorunda kaldı.
Ve bundan iki gün önce Venezuela’da ABD’nin politik FAHİŞESİ Guaido bir grup askerin desteği ile Maduro’yu devirmeye yönelik darbe başlattı. Bu ülkede de Türk tipi DARBE SAVAR devreye girdi ve halk sokağa dökülüp darbecileri etkisiz hale getirdi. Türkiye’de 15 Temmuz sonrasında yaşanan görüntülerin birebir aynısı Venezuela sokaklarında yaşandı. Kendi vatandaşların üzerine zırhlı araçlar süren darbeciler, gözaltına alınan askerler ve hatta tutuklandıktan sonra “ben bir darbe olduğunu bilmiyordum, kandırıldım” şeklindeki asker ifadeleri.
Bugün Ortadoğu’da veya dünyanın herhangi bir noktasında ABD menfaatlerine ters hareket eden tüm liderler ve ülkeler birer ikişer ortadan kaldırılıyor. Bu arada tercih edilen yöntem ve tekniklerin değişikliğe uğradığını da belirtmekte fayda var. 1950-2010 yılları arasında iktidar ve rejim değişiklikleri askeri darbelerle gerçekleştirilirken, 2010 yılından itibaren ARAP BAHARI ve GEZİ PARKI tarzı sokak eylemleri araç olarak kullanılmış, 2013 yılındaki GEZİ EYLEMLERİ’nin Türkiye’de başarısız olması üzerine bu defa ordu içerisine gizlenmiş ABD’nin DEVŞİRME FAHİŞELERİ devreye sokularak 15 Temmuz 2016 askeri kalkışması devreye sokulmuştu.
15 Temmuz 2016’da Türkiye’de, 11 Nisan 2019’da Sudan’da ve son olarak 30 Nisan 2019’da Venezuela’da tezgâhlanan askeri kalkışmaların halk tarafından bertaraf edilmesi, hiç şüphesiz ABD yönetimini farklı arayışlara itecektir. Bence bu aşamadan sonra kesin sonuç almaya yönelik eylemler süreci başlayacak, liderlere doğrudan saldırılar yapılacaktır.
Bu saatten sonra Batılılar açısından yabancı devlet adamlarına yönelik suikastlar, bombalı eylem ve intihar saldırıları tek yöntem gibi görülüyor.
Çok dikkatli olmamız gerekiyor.
Şimdi düşünüyorum da iyi ki 15 Temmuz’da FETÖ askeri darbesini yaşamışız. Mehmet Akif ne diyordu bir şiirinde; “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz. Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!”
Evet, öyle bir milletiz ki darbelere nasıl konulacağını 15 Temmuz’da tüm dünyaya öğrettik. Ve bugün bizden ders alan diğer tüm milletler birer ikişer darbelere karşı direnip, Batılı emperyalistlere karşı durulabileceğini öğrendi.
Peki, Venezuela’da ABD’nin politik fahişesi olarak devletine ihanet eden GUAIDO tarzı siyasetçilerin benzerleri biz de yok mu? Türkiye’de bu tiplerden istemediğiniz kadar mevcut.
Vatan haini fahişelerin bir kısmı politikacı, bir kısmı gazeteci, bir kısmı işadamı, bir kısmı akademisyen, bir kısmı asker, bir kısmı yargı mensubu olarak aramızda dolaşıyor ve pimi çekilmiş bir bomba gibi nerede ne şekilde patlayacaklarını inanın bilemiyoruz.
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM
Türkiye hangi devletle iş birliği içine girse çok kısa zaman sonra o ülkede iç karışıklık çıkıyor bunların hepsi bir tesadüf olamaz.
Gene mükemmel bir yazı okudum sayenizde. Allah sizin gibi feraset sahibi (Aynı zamanda da cesur) akademisyenlerimizin sayısını artırsın.
Tebrikler kardeşim. Allah’ın selamı üzerinize olsun.
Ağzına yüreğine kalemi ne sağlık hocam
Hocam bunlar ne güzel yorumlar analizler biz yemeği görüyoruz nasil pistigini bilmiyoruz sayende bizde bir şeyler anlıyoruz artık daha iyi takip edicem