(Article 214-22.03.2018)
Doğan Grubu bünyesindeki yazılı ve görsel yayın organlarının Erdoğan Demirören tarafından satın alınması haberi internete düştüğü anda sol kesim rahatsızlığı yüksek perdeden dillendirmeye başladı. Laik, demokrat, ulusalcı, Atatürkçü ve Cumhuriyetçi geçinenlerin başlarına adeta kaynar sular döküldü. Zira “ordu sever” Mason İttihatçı tayfasının en büyük medya kalesi yerle yeksan oldu.
Bugün herhalde tüm Türkiye düşmanları şu sorulara cevap arıyorlardır;
Bundan sonra Ordu’ya darbe çağrısını kim yapacak?
Bundan sonra Selahattin Demirtaş gibi terör destekçilerine kim saz çaldıracak?
Bundan sonra Fetullah Gülen ve onun 1 dolarlık fahişelerine kim destek çıkacak?
Bundan sonra hükümetleri kim kurup kim devirecek?
Bundan sonra hükümetlere kim ayar çekecek?
Türkiye’de neredeyse son 8 yıldan beri Merkez Medya ve Okyanus medyasınca Recep Tayyip Erdoğan’ın adeta bir diktatör edasıyla ülkeyi yönettiği, basın mensuplarını içeri attırdığı imajı yaratılmaya çalışılıyor ve hatta eniştesini aç köpeklerin önüne attırıp parçalatan Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong-Un’dan daha diktatoryal bir yapı kurduğu iddia ediliyordu.
Yalan, iftira ve atıp tutma hususunda emsali çok nadir görülebilecek bir kadro, işi gücü bırakmış hemen her gün uluslararası haber ajanslarına abuk sabuk haberler servis etmekteydi. Demokrasi, hukuk ve insan hakları konusunda kendine toz kondurmayan CHP’liler maalesef ne bugünü nede geçmişi hiç mi hiç okuyamıyor. Geçmişlerinden habersiz olan bu cahillere bazı şeyleri hatırlatmakta fayda var.
Basın özgürlüğü konusu CHP döneminde herhalde eşi benzeri görülemeyecek uygulamalara sahne olmuştu. 4 Mart 1925’de yürürlüğe giren Takrir-i Sükûn Kanunu ve 1931 yılında çıkartılan Matbuat Kanunu ile ülke genelinde birçok gazete kapatılmış ve gazeteciler İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmıştı. Hatta Rusya, Fransa, Mısır, Avusturya, Suriye gibi ülkelerde yayınlanan bazı gazetelerin Türkiye’ye girişi dahi yasaklanmıştı.
Takrir-i Sükûn Kanunu yürürlüğe girdikten hemen sonra 3 Mayıs 1925’de 1846 sayılı kararname ile “Havali-i Şarkiyede İdare-i Örfiye Mıntıkasında Tatbik Edilecek Sansür Talimatnamesi” kabul edilir.
Sonra ne olur?
İlk iş olarak iki İstiklâl Mahkemesi kurulur ve meclisin onayını almadan doğrudan idam kararlarının infazını gerçekleştirme yetkisi ile donatılır. Bu kanuna dayanarak Son Telgraf, İzmir’de Sada-yı Hak, Trabzon’da İstikbal ve Kahkaha, İstanbul’da Press de Suar, Tanin, Tevhid-i Efkâr, Sebil-ür Reşat, Aydınlık ve Resimli Ay gibi değişik eğilimlere sahip gazete ve dergiler hemen kapatılır. Daha sonra Vatan ve Vakit gazeteleri de kapatılıp, gazetelerin sahip ve yazarları İstiklâl Mahkemeleri’nce yargılanıp tutuklanır. Takrir-i Sükûn Kanunu ile basına yönelik bir susturma hareketi başlatılır, tüm muhalif basın organları ve kuruluşları yasaklanıp kapatılır.
Bu kapatma işlemlerinden milli mücadeleye destek veren gazetelerde nasibini alır. Örneğin Faik Ahmet öncülüğünde Trabzon’da çıkan İstikbal gazetesi, Trabzon’da ve hatta bütün Karadeniz ve Doğu Anadolu’da halkın milli mücadeleyi desteklemesinde önemli rol oynamıştı. Üstelik bu gazete Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin yayın organı durumundaydı.
İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanan ilk isim Hüseyin Cahit Yalçın’dır. 19 Nisan 1925 günü tutuklanan Hüseyin Cahit, Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanır. Mahkemeye sevk edilmesine gerekçe olarak gösterilen suç (!) ise Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın merkezinde yapılan aramayı Tanin Gazetesi’nde “baskın” olarak vermesidir. Bu saçma ve gülünç suç isnadına karşılık savunmasını yapar ama yargılama sonucunda Çorum’a sürgün edilmekten kurtulamaz.
Eski Kastamonu Milletvekili ve Adana’da yayımlanan Tok Söz Gazetesi’nin yönetmeni Abdülkadir Kemali ise 25 Kasım’da Müdafa-yı Umumiye Fırkası’nı kuracağını açıklamasından sadece 5 hafta sonra 30 Aralık 1924’te gözaltına alınır. “Tok Söz” kapatılır, kendisi de söz konusu partiyi kuramadığı gibi 6 ay hapis cezasına çarptırılır.
Tutuklanan diğer gazetecilerin yargılanması Elazığ İstiklâl Mahkemesi’nde Eylül ayına kadar sürer. Bu arada gazeteciler M. Kemal’e telgraflar çekerek kendilerini mahkemenin şerrinden kurtarmasını rica ederler. Bunun üzerine M. Kemal, mahkemeye bir telgraf çeker ve neticede gazeteciler beraat eder.
O dönem yargılananlar arasında bulunan Zekeriya Sertel, gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın henüz yoldayken affedilmesi halinde bir daha gazetecilik yapmayacağına dair M. Kemal’e bir telgraf gönderdiğini söyler. Nitekim İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandıktan kısa bir süre sonra affedilen Ahmet Emin Yalman, söz verdiği üzere gazeteciliğe on yıl ara verip, araba lastiği ticareti ve reklam metni yazarlığıyla uğraşarak geçimini sağlamaya çalışır.
Ahmet Emin Yalman’ın aktardığına göre dönemin devlet idarecileri, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması gerektiğine ilişkin yazıların Vatan gazetesinde yayınlanmasını ister. Ancak bu istek gerçekleşmeyince bu defa da Vatan gazetesi kapatılır. Vatan gazetesi ılımlı bir gazete olmasına karşın, iktidarın beklediği içeriği sayfalarına taşımadığı için yayın hayatı sona erer. Ahmet Emin Yalman gibi İstiklâl Mahkemesi’nde yargılananlar arasında hükümetin eski Matbuat Umum Müdürü (Basın Yayın Genel Müdürü) Zekeriya Sertel’de bulunmaktaydı. Zekeriya Sertel, görevdeyken, basına sansür uygulanmayacağı yolunda yayınladığı bildiri nedeniyle 14 Kasım 1923’te görevinden alınmıştı.
Basın özgürlüğü naraları atan demokrat aydınlarımıza şimdi sormak lazım; hangi medeni ülkede basın mensuplarına karşı böyle bir zulüm yapılmıştır?
Tanin gazetesinin kapatılma nedeni ise 14 Nisan 1925’te yayımlanan “Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek muhalefet susturulmak isteniliyor” başlıklı yazıydı. Kemalist yazarlardan Orhan Koloğlu, aralarında Velid Ebüzziya, Suphi Nuri, Eşref Edip, Ahmet Emin Yalman, Ahmet Şükrü’nün bulunduğu birçok gazetecinin İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandığını, üstelik Hüseyin Cahit, Cevat Şakir, Zekeriya Sertel gibi bazı yazarların sürgün ve 15 yıla kadar hapse mahkum olduğunu kitabında anlatır. Koloğlu’nun zikrettiği gazetecilerden Velid Ebüzziya Kurtuluş Savaşı’nın başlarında Türk Matbuat Cemiyeti’nin başkanlığına getirilmişti. Ebüzziya, hem sahibi olduğu Tevhid-i Efkâr gazetesindeki yayın politikasıyla, hem de İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçırılmasına yaptığı yardımlarla Kurtuluş Savaşı’nı maddi ve manevi olarak destekleyen kişilerdendi. Ayrıca gazetesinde M. Kemal’in resmine ve biyografisine yer veren ilk kişiydi. Latin harflerinin kabulüne de taraftar olan Velid Ebüzziya tüm bunlara karşın dikta rejimden yakasını kurtaramamıştı. Hemen her gazeteciye bir yafta yapıştırmak moda haline dönüşmüştü. Gazetecilerin hayatı, “mürteci” (irticacı), “vatan haini”, “komünist”, “mandacı”, “hilafetçi”, “şeriatçı” gibi uydurma yakıştırmalarla karartılıyordu.
İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey, “Halifenin istifa etmesine taraftar olmadığı” yönündeki düşüncesini dile getirdiği için 5 yıl kürek cezasına çarptırılmıştı. Takrir-i Sükûn Kanunu ile yapılan bu zulümler yetmezmiş gibi, 8 Ağustos 1931’de de son derece ilginç ve hukuka aykırı maddeler ihtiva eden 1931 Matbuat Kanunu çıkarıldı. Yasanın yürürlüğe girişinden 11 gün sonra ilk iş olarak Yarın gazetesi kapatıldı ve gazetenin Başyazarı Arif Oruç ve Sorumlu Müdürü Süleyman Tevfik tutuklandı. Arif Oruç 1 sene 3 ay 15 gün hapis, 312 lira para cezasıyla 2500 lira manevi tazminat ödemeye, Süleyman Tevfik ise 7 ay 1 gün hapis ve 222 lira para cezası ödemeye mahkum edilir.
Arif Oruç daha sonra Mücadele isimli yeni bir gazete çıkartır ve yazılarını orada yayınlamaya başlar. Ancak bu gazetenin de ilk sayısı toplatılır ve devamı yasaklanır. Dünya tarihinde “yayınlandığı gün kapatılan” ilk ve tek gazete herhalde budur. 14 Eylül 1930’da Yeni Asır gazetesi yazarlarından Behzat Arif, Yazı İşleri Müdürü Abdullah Abidin üç buçuk yıl ağır hapis cezasına çarptırılır. Hizmet gazetesi Yazı İşleri Müdürü Bedri Bey ve Başyazarı Zeynel Besim de tutuklanır.
Son Posta Gazetesi’nde Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHP) yönelik sert eleştiriler yaptığı gerekçesiyle Ahmet Ağaoğlu ve Zekeriya Sertel ile gazetenin Sorumlu Müdürü Selim Ragıp üç yıl ağır hapis cezasına çarptırılır. Ayrıca Kurtuluş Savaşı’na destek veren, ordunun Dumlupınar’da Yunanlıları yenmesini sevinçle karşılayan Vedat Nedim, Şevket Süreyya ve Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Ali’nin yer aldığı Aydınlık dergisi ile Muhit ve Türk Yurdu dergileri de bu yasayla kapatılan süreli yayınlardandır.
1931 Matbuat Kanunu’nda çok ilginç maddeler bulunuyordu. İşte bazı örnekler;
Madde 27) Her gazete ya da derginin yayınından doğan sorumluluk genel yayını fiilen yöneten kişi ile bu gazete ya da dergi sahibine aittir.
Madde 30) İntihar olaylarını o yerin en büyük zabıta memurundan izin almaksızın yayınlamak yasaktır.
Madde 40) Padişahlık ve hilafetçilik yolunda yayın yapılamaz.
Madde 50) Ülkenin ulusal siyasetine dokunacak yayından dolayı bakanlar kurulunun kararı ile gazete ve dergilerin yayınına devam edenler hakkında 18. madde (hükümlere muhalefet eden gazete ve dergiler en büyük mülkiye amirinin emriyle derhal kapatılırlar) hükmü uygulanır. Bu surette kapatılan bir gazetenin sorumluları, tatil süresince başka bir ad ile gazete çıkaramazlar.
O dönemin gazeteci ve önde gelen isimleri CHP’nin basın kanununu bakın nasıl anlatıyor;
Zekeriya Sertel; “…Basın sıkı bir baskı altında yaşıyordu. Telefonla gazete başyazarlarına verilen emirlerin dışına çıkılamazdı. En ufak bir hata yüzünden, gazete haftalarca kapatılır, sorumlular mahkemeye verilirdi. Yani tek kelimeyle halk nefes alamıyordu. Havasızlıktan ve hürriyetsizlikten boğuluyordu.”
Ahmet Emin Yalman; “Hayretle şunu gördük ki Elazığ İstiklâl Mahkemesi huzurunda yargılanan gazeteciler garip bir çifte hayat yaşıyorlardı. Her gün takım takım ölüm cezaları veren ve hükümlerini kimseye sormadan, kimseye hesap vermeden yürüten korkunç bir İhtilal Mahkemesi’nin huzurunda saatlerce titremek, kanun filan tanımayan Mahkemenin sorguları karşısında sıkıntılı dakikalar geçirmek, her sabah sehpalarda sallanan cesetlere bakarak kendilerini de böyle bir akıbetin bekleyebileceğini hatırlamaktı.”
Ali Fuad Paşa (Cebesoy); “Takrir-i Sükûn ve İstiklâl Mahkemeleri devri başladıktan sonra İstanbul’da 14 yevmi gazetenin adedi 6’ya inmiş, bunların günlük baskısı 49 bine düşmüştür. Bu baskının, hiçbir devirde bu kadar azalmış olduğu görülmemişti. Matbuattan tenkit ve murakabe hakkının geriye alınması yüzünden halkın eskisi kadar gazete almadığı ve gazetelere ehemmiyet vermediği nazar-ı dikkatimi çekmişti. Bu bir nevi protestoydu.”
Niyazi Berkes; “Başlıca işi gazetelere direktif vermek, falan yazılacak, filan yazılmayacak ya da şöyle yazılacak demekti. Sırası gelince şefin keyfine göre Cumhuriyet gibi bir gazete bile şıp diye kapatılabilirdi. Kapatılma tehlikesinden kaçınabilmek için gazeteler kendi kendilerinin sansürlüğü ödevini yapmak zorundaydı. Bir dik kafalılık edip de dinlemeyen olursa onu yola getirecek çok basit bir yol vardı: Bir telefonla kapatmak. Basın Kanununa konan 50. madde giyotin satırı gibi inerdi. Gazeteler böyle bir riski göze alamazlardı.”
Metin Toker; “Gün geçmezdi ki Birinci Şubeden bir memur gelip yeni bir yasak kararını getirmesin ve dosyayı şişirmesin. Sonradan bu dosyayı gözden geçirmek fırsatını bulmuşumdur. Neler yoktu ki… Hangi haberin kaçıncı sayfada kaç sütun üzerine hangi puntolu harflerle gösterilmesi gerektiğinden, hava durumunun yazılmaması emrine kadar”.
Kazım Karabekir Paşa; “Gazi M. Kemal pek asabi idi. Muhaliflerden Ali Şükrü Bey, “Ankara’ya matbaa makinesi getirmiş… Tan adında bir gazete çıkaracakmış, siz hâlâ uyuyorsunuz” diye yaveri Cevat Abbas Bey’e verdi; veriştirdi. Ve “yakın, yıkın” diye çıkıştı. Yalnız kalınca kendilerini teskin ettim. Bu tarzdaki beyanatının dışarıya aks edebileceğini ve pek de doğru olmadığını anlattım.”
Tek parti döneminde, gazetelere, CHP iktidarı tarafından hazırlanmış makaleler gönderiliyor ve bunların yayınlanması talep ediliyordu. Nitekim hazır bir makalenin altında, Matbuat Umum Müdürü Selim Sarper’in şu notu bulunmaktadır: “Yukarıdaki makaleyi yarınki nüshaya (sayıya) koymanızı rica ederim”
21 Ekim 1941 tarihinden itibaren Vatan gazetesinin sahip ve başyazarı Ahmet Emin Yalman “Berraklığa Doğru” adlı bir yazı dizisi yayınlamaya başlar. Yalman, yazısında tek parti idaresinin aksaklıklarına değinir, bunların temel nedeninin tek partiye dayalı yönetim biçimi olduğunu belirttikten sonra çözüm yolu olarak çok parti sistemini savunur. Yalman’ın bu yazı dizisinde tek parti konumundaki CHP’yi açıkça eleştirmesi, iktidarı kızdırır ve Vatan gazetesi 5 Aralık 1941 tarihinden itibaren 45 gün süreyle kapatılır.
Sadece rejimin adamlarına değil dönemin örnek alınan yabancı devlet adamlarına yapılan eleştiriler bile affedilmez. Charlie Chaplin’in Adolf Hitler’i canlandırdığı “En Büyük Diktatör” filminden fotoğraflar yayınlayan “Vatan” gazetesi, CHP iktidarı tarafından 2 ay süreyle kapatılır.
Daha sonra çeşitli konularda birbirinden ilginç sansür uygulamaları başlar;
“Zabıta, adliye ve mülkiye memurlarının yaptıkları hata ve işledikleri suçlara ait neşriyat yapılmayacaktır. (Matbaa Umum Müdürlüğü) 24 Mayıs 1942”
“Türk rejiminden bu rejimin ideolojisinden gayrı, velev fikri tetkik namı altında dahi olsa başka ideolojilerden asla bahsedilmeyecektir. (Başbakan Refik Saydam) 22 Mayıs 1942”
“Mahkemelerimizin verdiği kararların aleyhinde hiçbir surette haber yapılmayacaktır. (Matbaa Umum Müdürlüğü) 6 Mayıs 1942”
“Anadolu Ajansı’nın haberlerinden başka haber yazılmayacaktır, Sansasyonel başlık yapılmayacaktır, Başmakale yazılmayacaktır, İkinci baskı ve ilave yapılmayacaktır. (Dahiliye Vakâleti’nden bildirilmiştir.)”
“Mebus (Milletvekili) General Kâzım Karabekir’in 23 Aralık 1940 günü TBMM’de yaptığı beyanat gazetelerimizde hiçbir şekilde yayınlanmayacak ve bu beyanattan bahsedilmeyecektir. (Başvekilimizin emriyle tüm vilayetlere Matbaa Umum Müdürlüğü’nden) 23 Aralık 1940”.
“Halkımıza vesika ile ekmek satışı hususunda gazetelerde hiçbir şekilde haber yapılmayacaktır. (Matbaa Umum Müdürlüğü) 9 Ocak 1942”
“Son günlerde artan şeker fiyatları hakkında gazetelerde haber yapılmayacaktır. (Matbaa Umum Müdürlüğü) 29 Ocak 1942”
“Ekmekten, odundan ve kömürden, etten, şikâyet kılıklı neşriyat yapılmayacaktır. (Matbaa Umum Müdürlüğü) 10 Ocak 1942”
“Otomobil yedek parçalarıyla lastiklerin bittiği, un stokunun azaldığı, meyve ve sebzeye yapılan zamlar asla yazılmayacaktır. (Matbaa Umum Müdürlüğü’nden yapılan Tebliğ) 10 Ağustos 1940”
“Geçmiş, halihazır ve geleceğe dair meteorolojik tahminlerin neşredilmemesinin bütün gazetelere tebliğini rica ederim. (Başvekil namına Müsteşar Vehbi Bey’den Tüm Valiliklere) 4 Kasım 1940”
“Reisicumhur İsmet İnönü, Ankara civarında küçük bir seyahat yapmak üzere hareket etmiştir. Gazeteler bundan başka hiçbir şey yazmayacaklardır. (Matbaa Umum Müdürü) 14 Aralık 1940”
“Vergilere yapılması düşünülen zamlar hakkında hiçbir neşriyatta bulunulmamasının, gazetelere tebliğini rica ederim. (Matbaa Umum Müdürü) 19 Mart 1941”
“Bakanlar Kurulu toplantılarının ne zaman ve hangi gündem maddeleri üzerine toplanacağına dair haber yapılmamasının gazetelerin başyazarlarına tebliğini rica ederim. (Matbaa Umum Müdürü) 23 Ağustos 1941”
“Memleket genelinde vuku bulan Tren kazaları hakkında gazetelerde haber yapılmayacaktır. (Matbaa Umum Müdürü) 4 Şubat 1941”
“Memleket genelinde baş gösteren un, şeker, yağ, tuz gibi vesair maddelerin stoklarının bitmesi hususunda gazetelerde haber yapılmayacaktır. (Dahiliye Vekâleti: Içişleri Bakanlığı] 7 Mayıs 1941.”
CHP döneminde basın ne kadar özgürmüş değil mi? Yüzlerce gazete ve dergi kapatılmış, yasaklanmış ve yine yüzlerce gazeteci cezaevlerine atılmış.
Bugün Türkiye’de yüzlerce televizyon ve radyo kanalı, yine yüzlerce dergi ve gazete istedikleri hemen her şeyi özgürce dile getirmekte. Cumhuriyet ve demokrasi sevdalısı laik aydınlar tayfası, Erdoğan’a yaptıkları hakaretin binde birini dahi İnönü veya Mustafa Kemal’e yapmış olsalardı acaba başlarına neler gelirdi? Düşünmesi bile insanı ürpertiyor.
28 Şubat sürecinin en önemli aktörlerinden birisi de hiç şüphesiz “Hürriyet Gazetesi” ve onun patronu Aydın Doğan idi. Genelkurmay’dan alınan talimatlar anında haberleştiriliyor, hedef gösterilen kişi, kurum ve şirketler yalan yanlış haberlerle önce yıpratılıyor, ardından batırılıyordu. Sadece 28 Şubat sürecinde değil, sonraki on yıllar boyunca da Doğan Grubu’nun seçilmiş hükümetlere yönelik saldırısı pervasızca devam etti.
Derken AK Parti iktidara geldi. Vesayet rejiminin aktörleri yine her türlü pisliklerini sergiledi. Rektör bozması ahlâksızlar, başbakanları, bakanları azarlamaya devam etti. Üniversitelerin açılış günlerine davet edilen siyasetçiler adeta şamar oğlanı gibi yuhalandı, hor görüldü, alçakça yıpratıldı. Yine kapatılma davaları açıldı, yine laiklik sloganları atıldı, yine Anıtkabir’e on binlerce insan yığıldı, yine gazetelerde düzmece manşetler atıldı. Ancak “vesayet” hiçbir zaman geri adım atmadı. Askerler, rektörler, öğretim üyeleri, hakimler, savcılar, sivil toplum kuruluşları “Türkiye Laiktir Laik Kalacak ve Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları atmaktan geri durmadı. Geziler yaşandı, 17/25 Aralık yaşandı, 15 Temmuz yaşandı, yaşandı, yaşandı…
Ancak köprülerin altından çok sular geçti. Tam her şey bitti “artık bu türden şeyler bir daha yaşanmaz” diyorduk ki 25 Şubat 2017 günü Hürriyet Gazetesi yine provokatif bir manşetle kamuoyunun gündemini belirledi; “Karargâh Rahatsız”.
Bundan 20 yıl önce Necmettin Erbakan hükümeti başta olmak üzere milliyetçi muhafazakâr insanları hedef alan 28 Şubat kararlarının tam da seneyi devriyesinde, askeri vesayetin endişelerini dile getiren bir manşet atabilmek inanılmaz bir cesaret gerektiriyor.
25 Şubat 2017 günü o manşeti gördüğümde önce anlam vermeye çalıştım ancak mantıklı bir sebep bulamadım. Sonra son 20 yıldır bu ülkede yaşanan kaotik ortam gözümün önüne geldi ve hiç düşünmeden suç duyurusu dilekçesini hazırlamaya başladım. Bu dilekçe tarihe not düşen bir belge olacağı için darbelere maruz kalan Osmanlı sultanlarını göz ardı edemezdim. Boğularak öldürülen Sultan III. Selim’i, bilekleri kesilerek Feriye Sarayı’nda katledilen Sultan Abdülaziz’i, 31 Mart Vakası bahane edilerek tahttan indirilen Sultan II. Abdülhamid’i, 27 Mayıs 1960’da darbe ile devrilip sonrasında idam edilen Adnan Menderes ve iki bakanının isimlerini bu dilekçeye yazarak, 215 yıllık bir serencamda olup bitenleri kağıda döktüm.
Karargâhta rahatsızlık duyanlar başta olmak üzere, haberi hazırlayan Hande Fırat, Sedat Ergin, Tufan Türenç’den şikayetçi olup, darbe çağrısı yapan Hürriyet Gazetesi’ne el konulmasını talep ettim. 27 Şubat sabahı dilekçeyi Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdim ve bu haber aynı anda ajanslara düşünce bir anda gündem değişti. Konu hakkında önce Adalet Bakanı, ardından Sayın Başbakan ve bir gün sonrada Sayın Cumhurbaşkanı açıklamada bulundu.
En son açıklama ise Cumhurbaşkanı’nın açıklamasını takiben Hürriyet grubundan geldi. “Editoryal hata” denilerek önce Sedat Ergin’in, ardından Hande Fırat’ın ve son olarak da Hürriyet’in ABD temsilcisi Tolga Tanış’ın ipi çekildi.
Hâl böyle olunca aklıma bir fıkra geldi.
Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Sırtını bir ağaca dayayan Şeytan, buzağısı kazığa bağlı vaziyette ineğin sütünü sağan genç bir kadını uzaktan izlemeye başlamış. Kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp, kazığa bağlı buzağının ipini birazcık gevşetmiş.
Aç buzağı, az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını daha fazla izlemeye dayanamamış, biraz debelendikten sonra boynundaki ipi çözüp annesine doğru hızla koşmaya başlamış ve bu sırada süt kovasını devirmiş. Sağdığı sütün ziyan olmasına sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunla buzağıya vurunca yavru yere yığılıp kalmış. Anne inek, yavrusuna saldırıldığını görünce bir tekme atarak kadını öldürmüş. Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, gelininin inek tarafından öldürüldüğünü görünce ineği tüfekle vurmuş. Silah sesini duyan koca, karısını yerde cansız, babasını da elinde tüfekle görünce silahını çekerek kendi babasını öldürmüş. Kısa süre sonra gerçeği öğrenen genç adam, bu acıya dayanamayıp intihar etmiş.
Olup bitenleri kenardan izleyen şeytan ise; “Ben kalkıp gideyim. Şimdi yine her şeyi benim sırtıma yıkarlar, oysa ben sadece buzağının ipini gevşettim!” diyerek hızla oradan uzaklaşmış.
Doğan grubunda ve Hürriyet’te iki gün içerisinde yaşanan gelişmeleri görünce sunu söylemekten kendimi alamıyorum; “Ben sadece dilekçe verdim”.
POAŞ davası, Karargah Rahatsız manşeti, Ahmet Hakan, Nevşin Mengü, Ayşe Arman ve Ertuğrul Özkök gibi kalemşörlerin pervasızca hareketleri Aydın Doğan’ın sonunu getirdi.
Doğan Grubu’nun Erdoğan Demirören tarafından satın alınmasını basit bir “alışveriş” işlemi olarak görmemek gerekiyor.
Sultan Abdülhamit Han’ı 1909 yılında darbe ile tahttan indirip, koca imparatorluğu sadece 6 yıl içerisinde paramparça eden Mason İttihatçı tayfasının medya ayağı 109 yıl sonra tasfiye olmuştur.
Şundan son derece eminim; bundan sonra hiçbir medya kuruluşu ve hiçbir patron, Aydın Doğan medyasının geçmişte yaptığı gibi ahlâksız, seviyesiz, ucu bucağı belli olmayan, art niyetli ve kasıtlı manşetler atıp, bu ülkenin seçilmiş iktidarlarına operasyon yapamayacaktır.
Allah’a şükürler olsun Türkiye eski düzenin safralarından kurtuluyor ve bağırsaklarını boşaltmaya devam ediyor.
Sıra geldi Sözcü ve Cumhuriyet’e…
Medyada millileşmeye az bir şey kaldı.
Sabır, sabır, sabır…
Dr. Mehmet Hakan Sağlam