(Article 106-13.09.2016)
Bir ülkeyi işgal edip ele geçirmenin ve onu parçalamanın sadece askeri güçle olamayacağını 15 Temmuz’da öğrendik. Gerçi bunun ilk belirtileri; 2013 yılındaki Gezi Olayları ve sonrasında yaşanan 17/25 Yargı Darbesi esnasında da kendini göstermişti ama o yıllarda birçok kişi Fethullah Gülen denilen meczubun, Ordu içerisinde bu kadar etkin olduğunun farkında bile değildi.
FETÖ yapılanmasının adalet ve yargı kurumları başta olmak üzere emniyet teşkilatındaki etkinliğini ise zaten sorgulayan bile yoktu. 15 Temmuz ortaya koydu ki bu sinsi yapılanmanın girmediği tek bir delik, el atmadığı kurum ve kuruluş, kendine hedef belirlemediği en ufak bir sektör kalmamış.
Şimdi anlatacağım konuya lütfen dikkat edin. Çünkü bu konu; Türkiye’de finansman ihtiyacı duyan hemen her şirket, kurum veya kuruluşun başına gelen ve gelebilecek bir olay. 1980’li yıllarda “bıyıklı yabancı” denilen bir kavram Türk ekonomi jargonunda sıkça kullanılmaya başlanmıştı. 1988’de dönemin hükümeti borsa kazançlarına vergi koyarken, yabancı yatırımcılar bu vergiden muaf tutulmuştu. Bu şartlar altında, yabancılar borsadan elde ettikleri kârın tamamını beş kuruş vergi ödemeksizin ceplerine indirirken, T.C. vatandaşları ve yerli şirketler ise vergi ödemek zorunda kalıyordu. Bunun doğal bir sonucu olarak T.C. uyruklu olanlar arayışa girdi ve neticede vergiden kurtulmanın yolu kısa sürede bulundu. Yabancı aracı kurumlarla anlaşan yerli yatırımcılar, yurtdışından işlem yapmaya başlayınca sistem içerisinde bir anda “bıyıklı yabancı” olarak isimlendirilen yeni bir yatırımcı kisvesi oluştu.
Fethullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) 15 Temmuz gecesi gerçekleştirmeyi planladığı kanlı darbe girişimi milli iradeye toslarken, bu yapının uluslararası finans kuruluşları üzerinde de etkin olduğu ortaya çıktı. Türkiye aleyhinde olumsuz raporlar hazırlayarak ekonomiye darbe vuran FETÖ’nün, ‘Bıyıklı Yabancılar’ diye tabir edilen yatırımcılarla piyasalarda spekülasyon yaptığı zaten çoktan beri biliniyordu. S&P, Moody’s ve Fitch gibi kredi derecelendirme kuruşları artık dünyada inandırıcılığını yitirmiş durumda. Kaldı ki bu firmaların ne şekilde çalıştığı, kimlerden emir aldığı, gözlerine kestirdikleri ülkeleri, zamanlı zamansız bir kaç “rating” açıklamasıyla nasıl büyük bir ekonomik kriz içerisine sokup batırdıkları herkesin malumudur. İşte sırf bu nedenle; ekonomik kalkınmışlık açısından Türkiye’nin tırnağı bile olamayacak Yunanistan, Bulgaristan, Portekiz ve daha onlarca ülkenin rating notu, Türkiye’den daha yüksek değil mi?
1990’lı yıllar Türkiye’nin ekonomik açıdan çok sıkıntı çektiği, Türk finans sektörünün itibarını kaybettiği, devletin memur maaşlarını ödemekte dahi zorlandığı, faizlerin tavan yaptığı, terörün büyük şehirleri esir aldığı bir kaos dönemidir. Devlet, yüzde 400’lere ulaşan faiz hadleriyle iç piyasadan borçlanmak zoruyla kalıyor, her ayın 15’inde ödenmesi gereken maaşlar o ayın 14’ünde Hazine’nin halktan borçlanması suretiyle ödenebiliyordu. Devlet gelirlerinin neredeyse yüzde 70’lik kısmı iç ve dış borç faizlerinin geri ödenmesine aktarılıyor, devlet bankası statüsünde olan Emlak Bankası, Ziraat Bankası ve Halk Bankası ticari bankacılıktan ziyade kamu finansman gereksinimi için kullanılıyordu.
İşte o yıllarda ve sonrasında bir takım kişi ve gruplar “finansman kuruluşu” adı altında Türkiye’de sıkça boy göstermeye başladı. Kendilerini güya Amerika, Almanya, İsviçre, Vatikan ve diğer bazı ülkelerdeki çok çeşitli Hristiyan vakıflarının temsilcisi gibi gösteren bu kişiler, finansman ihtiyacı duyan kurum, kuruluş ve şirketleri bir anda tuzaklarına düşürmeyi başardılar. Çok düşük faizli ve hatta bir kısmı hibe niteliğinde finansman temin edileceği vaat edilerek, Türkiye’nin milli şirketlerine ait son derece önemli teknolojik sırlar, patent ve know-how bilgileri, bu şirketlerin hammadde temin ettiği yerler ve nihai ürün satışı gerçekleştirdiği müşteri bilgilerini içeren ticari sırlar bu kişi ve grupların eline geçti. Bu kişi ve gruplar aslında birer “FİNANS AJANI” idi.
Bu tarz kişi veya grupların, Türkiye’deki herhangi bir şirkete tek kuruş finansman sağladığına asla şahit olmadım. Şirketler açısından son derece mahrem kabul edilebilecek ticari sırlar, bu tür finans ajanları vasıtasıyla yabancı istihbarat kuruluşlarına aktarılmış ve halen de aktarılmaktadır.
2010 yılının Kasım ayında tüm dünyayı kasıp kavuran WikiLeaks belgelerini lütfen hatırlayın. Julian Assange isimli bir hacker ve aktivist, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın elçilikler arası e-mail yazışmalarını internet ortamında servis edince yer yerinden oynadı. WikiLeaks belgelerinde yer alan Bursa merkezli üç Türk firmasının varlığını ve bu Türk şirketlerinin, ABD’nin ‘teyakkuz durumunda ilk ele geçirilmesi veya yok edilmesi gereken şirketler’ listesinde olduğunu Ankara dahi o zaman öğrendi. Durmazlar, Ermaksan ve Baykal isimli bu üç firmanın son derece stratejik ürünler ürettiği, başta Boeing, NASA ve Airbus olmak üzere havacılık ve uzay sektörüne yönelik üretim yaptığı anlaşıldı.
Bu firmalar, gerektiğinde tank, top, füze ve uydu üretebilecek kabiliyete ziyadesiyle sahip. Firmaların kendisi bile güçlerinin farkında değil iken, ABD nasıl oluyor da bunu fark edebiliyor?
Her üç şirket de; hem savunma sanayii, hem de otomotiv, inşaat, beyaz eşya ve ulaştırma endüstrisinin ihtiyacı olan dev pres ve lazer sistemlerini üretiyor. Listedeki şirketlerden Baykal, bunlar içerisinde en fazla dikkat çekeni. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın listesine ‘Durma’ adı ile geçen Durmazlar Makine ise, dünyanın adet bazında en büyük makine üreten şirketlerinden biri. Listedeki üçüncü şirket olan Ermaksan firması ise Durmazlar ve Baykal’a göre daha küçük bir şirket olmasına rağmen makine ihracatında önemli bir yere sahip.
Peki bu tür bilgiler ABD Dışişleri Bakanlığı’nın eline nasıl geçiyor ve ABD büyükelçiliği bu şirketlere ait detaylı bilgilere nereden ulaşıyor?
İşte bu görevi yapan firmalar; yazımın ilk kısmında izah ettiğim FİNANS AJANLARI’ndan başkası değil. Hazine Müsteşarlığı başta olmak üzere BDDK, TMSF ve MASAK gibi regülatör kurumlardan hiçbir izin ve lisans almaksızın, Türk şirketlerinin en mahrem ticari bilgilerini yurtdışına aktaran bu “ajan” kurumlara asla müsaade edilmemesi gerekiyor.
Türkiye’de tek bir dikili ağacı olmadığı halde, dünyada iş yapan en yüksek cirolu Türk firması olarak kendini tanıtan bir Holding var ki bu firmanın işi bütünüyle bu. Şu veya bu şekilde şirketlere yanaşıyor, ortaklık teklif etmek suretiyle tüm bilgilerini ele geçiriyor ve sonrasında o firma veya kurumu aylar boyu oyalayıp ya batırıyor ya da bir başka yabancı şirkete satıyor. Kendisini “Afrika Fatihi” olarak tanımlayan bu şirketin sahibinin, FETÖ ve MOSSAD bağlantısı ise ayan beyan ortada. Finans dergilerine 5000 dolarlık reklam vererek, kendisini Asya ve Afrika fatihi olarak tanıtan bu şirkete çok dikkat edilmesi gerekiyor. Afrika’da 25-30 milyar dolarlık ihale kazandığını lanse eden bu şirketi, Afrika’daki Türk büyükelçilik yetkililerinden bir tanesinin bile tanıyamaması ne kadar ilginç değil mi?
Bu şirket yetkililerinin, YÖK içerisindeki FETÖ imamlarına talimat vermek suretiyle 15 Temmuz öncesinde çok önemli ve stratejik bir vakıf üniversitesine öğrenci kontenjanı verilmesine engel olduğunu sağır sultan bile bilirken, devletin ve istihbarat birimlerimizin bu konudan bi-haber olması ne kadar acı değil mi? Gerçi Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde görev yapan 7000 istihbarat elemanından 6500’ü FETÖ mensubu çıkınca söylenecek fazla bir şey de kalmıyor. FETÖ mensuplarının en büyük özelliği; “Duy duyma, gör görme, bil bilme” prensibine sıkı sıkıya riayet etmeleri.
Türkiye’nin son derece kıymetli birçok milli şirketinin, son 15-20 yıl içerisinde üç kuruş beş paraya yabancı şirketlerce neden satın alındığı sanırım artık daha iyi anlaşılacaktır. Teknolojik açıdan hemen her türlü malı üretebilme yeteneğine sahip birçok Türk şirketi, satın alma yoluyla birer ikişer elimizden çıkmaktadır. Yabancılar tarafından ciddi paralara satın alınıp, üç beş ay sonra sudan sebeplerle üretimini sonlandıran ve kapatılan çok sayıda şirket bulunmaktadır.
Maliye Bakanlığı, Rekabet Kurumu, EPDK, SPK ve diğer tüm düzenleyici ekonomik kurum ve kuruluşların, bu tarz şirketlere karşı savunma durumunda olması, FETÖ yapılanmasını tamamıyla çökertebilmek için, Fethullah Gülen bağlantılı bu tarz “sahte” holding ve finans kuruluşlarının üzerine titizlikle gidilmesi gerekmektedir. Sadece bunlara değil, kendisini ekonomist addeden şaklabanların Türkiye ekonomisi ile ilgili açıklamalarına da inceleme başlatılması gerekiyor.
Geçen hafta Bakırköy Cumhuriyet Başsavcı Vekili Savcı Mehmet Demir ile bir araya geldim. Gezi Olayları sırasında sokağa çıkıp eylem yapan kişilere ilk uyarıyı yapan, 17/25 Aralık 2013 Yargı ve Emniyet Darbesi esnasında FETÖ mensuplarına savaş açıp o dönemin HSYK Başkanı İbrahim Okur’u (İbrahim Okur denilen hain Bakanlar Kurulu kararı ile meslekten ihraç edilmiş ve tutuklanmıştır) A-Haber Canlı yayınında yalancılıkla suçlayıp yerin dibine sokan ve son olarak 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi esnasında daha darbe duyulur duyulmaz silahını kuşanıp Bakırköy Adliyesi’ne giden, gözaltı kararlarını yazdıran, Atatürk Havaalanı’nı işgal eden 3 tank ve 9 subayı tutuklayan kişi Savcı Mehmet Demir’den bahsediyorum.
Bakırköy Cumhuriyet Başsavcı Vekili Savcı Mehmet Demir, FETÖ yapılanması konusunda devletin hemen her birimini yıllardan beri uyaran kişilerin başında geliyor. Hatta 2014 yılında HSYK Başkanı İbrahim OKUR’a yönelik eleştirilerinden dolayı bir ara Edirne’ye sürgün bile edilmişti. Bugün HSYK denilen kurumda eğer FETÖ mensuplarının etkinliği sona erdirilmişse, “bunu sağlayan kişi önemli oranda Savcı Mehmet Demir’dir” desem hiç de yanlış olmaz. İstanbul adliyelerinde bulunan savcı ve hakimleri, FETÖ yapılanmasına karşı birebir koordine etmiş ve son yapılan HSYK seçimlerinde YARGIDA BİRLİK grubunun zaferle çıkmasına sebep olmuştur.
Savcı Demir, FETÖ ile mücadele konusunda sadece FETÖ mensubu asker, polis, hakim ve savcıların değil, şirket ve şirket yöneticileri ile bu cemaate mensup medya mensuplarının üzerine de şiddetle gidilmesi gerektiğini savunanlardan ve “Hattı müdafaa yok sathı müdafaa var. Aksi halde bu savaşı kaybederiz” diyenlerden.
Acıma ve affetme kavramının hiçbir şekilde dikkate alınmayacağı tek bir husus varsa o da: vatan hainliğidir. Ülkesini “BİR” Amerikan dolarına satan Cemaat mensuplarının devlet kurumlarından tasfiyesi noktasında bir dakika bile tereddüte yer yok. Ancak suçlu ile suçsuzu, ilgili ile ilgisizi, haklı ile haksızı doğru yapamazsak bu iş zulüm ve eziyete döner.
Ömrü hayatını bu devlete adamış, bundan 8-10 yıl öncenden beri daha ortada FETÖ – METÖ muhabbeti yok iken, FETÖ mensuplarına kan kusturan Gökhan Gül isimli Vergi Başmüfettişi dostumun, FETÖ mensubu olduğu gerekçesiyle görevinden uzaklaştırıldığını duydum.
İddia ediyorum; devleti için, kendi canını bir saniye bile düşünmeden feda etmeye hazır bu tarz insanları FETÖ gerekçesiyle kamudan ihraç edenlerin kendisi BAŞ FETÖCÜDÜR. Bu adama FETÖ mensubu diyen kişi; vatan haininin önde gidenidir, şerefsizdir, ahlâksızdır, kanı bozuktur, adidir, namussuzdur.
Sayın Savcılar, işte buradan ihbar ediyorum; Gökhan Gül’ün ismini FETÖCÜ listesine her kim yazdıysa işi gücü bırakın o şerefsizi hemen gözaltına alın ve KRİPTO FETÖ mensubu olduğu gerekçesiyle derhal işlem başlatın.
FETÖ mensuplarına FETÖCÜ listesi hazırlatılamaz.
DİNLEYEN DİNLESİN, DİNLEMEYENİN DE ALLAH BİN TÜRLÜ BELASINI VERSİN…
(Bu arada dün yazdığım “İT OĞLU İTLİK PARAYLA PULLA DEĞİL Kİ” başlıklı makalemde dile getirdiğim; Defne Joy Foster’ın şüpheli ölümüne ilişkin soruşturma dosyasının İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yeniden açıldığını ve Foster’ın ölümünde Ahmet Altan ve oğlu Kerem Altan’ın parmağının olup olmadığının yeniden araştırılacağını öğrendim. Hayırlı olsun.)