(Article 064-01.03.2015)
ABD’li düşünce kuruluşu Stratfor dün bir rapor yayınladı ve önümüzdeki 10 yıl içerisinde dünya siyasetine yönelik bazı öngörülerde bulundu. Stratfor Raporu’na göre; “Avrupa Birliği‘nin (AB) geleceği hiç de parlak değil”. Raporda AB’nin 10 yıl içinde dağılacağı öngörülüyor. Gerekçe olarak da Avrupa genelinde ülkelerin çıkarlarının birbiriyle çatışması ve AB’nin 28 üyesine yönelik uygulanabilecek ortak bir politikanın var olmaması gösteriliyor.
AB’nin neden dağılacağı hususunda çok detaylı bir açıklama yapılmamakla birlikte, Avrupa Birliği ülkelerinin genelinde yaşanan “üretmeme” hastalığı bu çöküşün herhalde en önemli nedeni olacaktır. Avrupa Birliği’nin 28 ülkesinden canını dişine takıp üretim yapan sadece üç ülke var ki bunlarda Almanya, İngiltere ve Fransa. Gerisi yan gelip yatmakta ve Almanya başta olmak üzere birkaç Avrupa ülkesinin kazandıklarını hoyratça harcamakta. Ucuz üretim yapısıyla son 10 yılda tüm dünya ekonomilerini yerle bir eden Çin faktörünü ise hiçbir şekilde küçümsememek gerekiyor. “Üretme, al sat yap” prensibi şu an Avrupa ve Amerika kıtasında yer alan hemen her ülkenin yaptığı ortak faaliyeti oluşturuyor. Çin başta olmak üzere Uzakdoğu ülkelerinden ithal edilen ucuz mallar, dünyanın çoğu gelişmiş ülkesinde işsizlik ve istihdam sorununun üzerine adeta benzin döküyor, fabrikalar birbiri peşi sıra kapanıyor ve deflasyondan stagflasyona kadar yeni marazlara yol açıyor.
Konu ABD olunca bu tür bir analizde dahi milli menfaatleri korumak göz ardı edilemeyeceğinden Stratfor gönlünden geçeni dillendiriyor ve gelecekte çöküşe geçecek ekonomiler arasında Rusya’yı da sayıyor. Ukrayna krizinin önümüzdeki yıllarda da küresel politikanın merkezinde kalmaya devam edeceğini kaydeden Stratfor Raporu’nda, Rusya’nın enerji fiyatlarındaki dalgalanmalardan dolayı çevresindeki ülkelerle ekonomik bağlarının zayıflayacağı, Kuzey Kafkasya ve Orta Asya’daki kontrol gücünü kaybedeceği belirtiliyor.
Bu raporu hazırlayan şahıslar, 2015 yılının ilk günlerinde Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde en üst dereceden misafir olarak ağırlanan Putin’in, Erdoğan ile akdettiği anlaşmaların ne anlama geldiğinden habersiz, ya da ne ifade ettiğini anlamak istemedikleri için şimdilik bu tarz desteksiz yazılar yazabiliyorlar. Halbuki Kafkas, Rus ve Anadolu coğrafyasında yeni bir “küresel” birlikteliğin oluşmakta olduğunun farkında bile değiller. 1854 yılında bizimle hiçbir ilgisi olmadığı halde Rusya ile kapışmamıza, ekonomik kriz yaşamamıza, tarihimizde ilk defa olarak borçlanmamıza sebep olan Batılılar, Kırım ve Ukrayna hadisesinden dolayı Türklerin bu defa kendi yanlarında yer almamasından dolayı oldukça rahatsız ve bu rahatsızlıklarını hemen her aşamada dile getirmekte.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Almanya başta olmak üzere ikiyüzlü Batılıların Ukrayna’yı Avrupa Birliği ve NATO bünyesine çekmek için yaptığı ayak oyunlarına uzunca süre tahammül etti, onları uyardı ancak baktı ki laftan anlamıyorlar, bir gece ansızın Kırım’ı ilhak etti ve Rus nüfusun çoğunlukta olduğu Dinyeper Nehri’nin doğusunu kendi topraklarına katmak için gereken adımları birbiri peşi sıra attı. Üstelik Ukrayna üzerinden Avrupa ülkelerine Rus doğalgazını taşıyacak olan Güney Akım Projesi’nin üzerine çizgiyi çekip “Türk Akım Projesi”ni tüm dünyaya büyük bir gururla duyurdu. Gazprom ve Türk Enerji Bakanlığı yetkilileri ise kısa süre içerisinde bu hattın döşeneceği güzergâhı bile belirledi.
Kırım ve Ukrayna meselesinden dolayı Batılıların siyasi ve ekonomik ambargoları ile çeşitli ayak oyunlarına maruz kalan Putin ve Rus halkı ise bu coğrafyada güvenebilecekleri, sırtlarını dayayabilecekleri tek devletin Türkiye olduğunu geç de olsa anlamış durumda. Soğuk Savaş yıllarında birbirine hasım edilen Türkiye ve Rusya yeni bir gelecek yaratma ve kurma hususunda tarihlerinde olmadığı kadar kararlı ve istekli. Türkiye, Batılıların tüm baskı ve şantajlarını görmezden gelip 35 yıldan beri ambargolar altında inim inim inleyen İran’a da aynı şekilde sahip çıkmıştı. Avrupa ve Amerika kıtasında birkaç istisna hariç, birbirine ölüm derecesinde düşmanlıkla yaklaşan kaç tane ülke vardır? Neredeyse yok gibi bir şeydir. Halbuki bu coğrafyada birbirine “taş atımı” mesafesi kadar yakın bulunan onlarca ülke birbiriyle düşman edilmiştir.
İlkokul ve ortaokul kitaplarımızda yer alan “Türkiye’nin dört bir tarafı düşmanlarla çevrili” ve “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” cümlesini hemen herkes hatırlar. Türkiye, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan dolayı Rusya ile düşman, 1912 Balkan Savaşı’ndan dolayı Bulgaristan ile düşman, Yunan işgalinden dolayı Yunanistan ile düşman, I. Dünya Savaşı’nda bizi sırtımızdan harçerledikleri için Irak, Suriye, Suudi Arabistan ve diğer tüm Arap ülkeleriyle düşman, Ermeni meselesinden dolayı Ermenistan ile düşman ve şeriatı yaydığı için İran ile düşman. Gerekçelere bakar mısınız.
Bu arada bize her türlü kötülüğü yapan, İstanbul’u işgal eden, Mısır ve Kıbrıs’ı işgal edip elimizden alan İngiltere ile dost, bizi I. Dünya Savaşı’na sokup koskoca bir imparatorluğun çökmesine neden olan Almanya ile dost, Kilis, Antep, Urfa, Çukurova ve Maraş’ı işgal edip binlerce kişiyi katleden ve Suriye’yi elimizden alan, PKK’ya her türlü desteği veren Fransa ile dost, Libya’yı ve 12 Adalar’ı elimizden alan Anadolu’nun bazı kısımlarını işgal eden İtalya ile dost, Wilson Prensipleri doğrultusunda Anadolu’da bağımsız bir Kürdistan ve Ermenistan kurma gayesiyle hareket edip hemen her fırsatta soykırım bahanesiyle Ermenileri üzerimize süren ABD ile dost ve son olarak Filistin topraklarını işgal edip Arap coğrafyasında derebeylik kuran İsrail ile dost. Bu ne yaman çelişki anlaşılır gibi değil. Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de, Yemen’de, İran’da çeşitli bahanelerle düzenledikleri hava bombardımanları ve askeri işgallerle milyonlarca Müslüman’ın ölümüne sebep olan Batılıların yaptıklarını saymıyorum bile. Bu coğrafyada hemen her ülke birbiriyle bilerek düşman edilmiştir.
Ancak artık “oyun bitti”.
Geçmişte “Yeni dünya düzeni” (New World Order) lafı Winston Churchill başta olmak üzere, diğer birçok devlet adamı tarafından kullanıldı. Bundan kastedilen, global sorunların kolektif bir anlayışla ele alınarak ideal bir çözüme ulaştırılması ve insanlığın refah ve mutluluğa kavuşmasıydı. Yakın tarihte, Başkan Clinton da yeni bir dünya düzeninin kurulacağından söz etti. Yeni dünya düzeni arayışları I. Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı ve Körfez Savaşı sonrasında daha da alevlendi. Savaşın yıktığı veya en azından temelinden sarstığı eski dünya düzeni yerine, yeni ve ideal bir düzenin kurulmasına yönelik istekler bu tür kriz dönemlerinde özellikle Batılılar tarafından dillendirildi. Peki nasıl bir düzen? Kendi çıkarlarına uygun “Yeni Bir Dünya Düzeni”.
100 yıldan beri sömürü düzeniyle yönetilen ve şekillendirilen Doğu coğrafyasında bu söz artık “yerli” liderlerce dillendiriliyor. Gelecek yüzyıllarda dünya tarihini kaleme alacak tarihçiler, içinde bulunduğumuz yılları kaleme alırken herhalde iki kişinin ismini binlerce defa zikretmek zorunda kalacaktır. Bu iki kişiden biri Erdoğan, diğeri de Putin olacaktır.
Stratfor raporunun Türkiye ile ilgili kısımları ise Amerikalıların artık uyanmaya başladığını göstermesi bakımından bence oldukça önemli. Rapora göre; “Türkiye önümüzdeki 10 yıl içerisinde yükselişini sürdürmeye devam edecek”. Türkiye’nin bölgesel büyük bir güç olarak ortaya çıkacağını savunan Stratfor; “Türkiye’nin gücünü ticari ve siyasi olarak kuzeye yansıttığını elbette öngörebiliyoruz. Ayrıca AB parçalara ayrılır ve tek tek ekonomiler zayıflar ya da bazı ülkeler Doğu’ya yönelirse Türkiye bunu yapabilecek tek güç olarak kalıp, Balkanlar‘daki varlığını artıracak” tahmininde bulundu.
Peki büyüyen ve güçlenen bir Türkiye’ye yaklaşacak Balkan ülkeleri hangileri? Bosna Hersek, Arnavutluk, Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Romanya ve Polonya ilk sıralarda geliyor. Asırlar boyu Türk toprağı olarak egemenliğimiz altında bulunan bu ülkeler, Türkiye’nin liderliğinde şekillenecek Yeni Dünya Düzeni’nde hak ettikleri itibar ve büyümeyi ziyadesiyle kazanacak.
Silahlara Veda…
28 Şubat 1997 Post-Modern Darbesi’nin yıldönümünde Türkiye’de tarihi bir olay yaşandı ve HDP heyetiyle bir araya gelen Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan liderliğindeki hükümet heyeti Barış ve Kardeşlik Projesi konusunda tarihi bir açıklamada bulundu. Akdoğan; “Silahların bırakılmasına yönelik çalışmaların hız kazanması, tam anlamıyla bir eylemsizliğin hayata geçmesi ve demokratik siyasetin bir yöntem olarak öne çıkartılması konusundaki açıklamayı önemli görüyoruz” dedi.
Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu, HDP grup başkanvekilleri Pervin Buldan, İdris Baluken, HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’nde bir araya geldi ve çözüm sürecini konuştu.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun başkanlığındaki Çözüm Süreci Kurulu’nda gelinen aşamayı tüm boyutlarıyla kapsamlı olarak ele aldıklarını ifade eden Akdoğan, “Akan kan dursun, analar ağlamasın” diyerek sessiz devrim niteliğinde adımlar attıklarını vurgulayıp; “Demokrasimizin daha ileri noktalara ulaşması için bütün toplum kesimlerinin, siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşlarının el birliğiyle gayret göstermesi gerektiği de açıktır. Silahların devre dışı kalması, demokratik gelişime hız katacaktır. Bir kısım konu başlıkları uzun yıllardır konuşuluyor, tartışılıyor. Bundan sonra da özgüven içinde, tartışmaktan, konuşmaktan geri durmamamız gerekiyor. Aslında gök kubbenin altında konuşulmadık bir şey kalmadı. Demokrasilerde halkın desteğini alan düşünceler, görüşler, politikalar değer kazanır. Biz de milletimizin hayır duası ve desteğiyle süreci nihai sonuca ulaştırmakta kararlıyız. Yeni anayasayı birçok köklü ve kronik sorunun çözümünde önemli bir fırsat olarak görüyoruz.
Sayın Cumhurbaşkanımızın dediği gibi, uygulama önem taşımaktadır. Sürecin ete kemiğe bürünmesi, somut gelişmelerin yaşanması önemlidir. Bu çerçevede iyi niyetli, samimi, kararlı bir şekilde sürece sahip çıkılması, tüm kesimlerin katkıda bulunmak için taşın altına elini koyması, zorlukları kolaylaştıracaktır. Sorunlara demokratik çözümler bulmak, bölen ve ayrıştıran değil, birleştiren ve güçlendiren bir etki yapmaktadır. Temel hak ve özgürlükleri daha da geliştirmek, hakça ve kardeşçe bir ortam hazırlamak ancak bütünlüğe katkı sağlar. Vatandaşlarımızın aidiyet duygusunu daha da geliştirir. Ancak samimiyet, cesaret ve kararlılıkla sonuca ulaşacağımıza da inanıyoruz. Her zaman söylediğimiz gibi ‘Biz birlikte Türkiyeyiz’ ve ‘Her şey Türkiye için” şeklinde konuştu.
PKK’ya Olağanüstü Kongre Çağrısı
HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, çözüm sürecinde gelinen aşamaya ilişkin olarak Abdullah Öcalan’ın “Bu 30 yıllık çatışma sürecini kalıcı barışa götürürken demokratik bir çözüme ulaşmak temel hedefimizdir. Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde silahlı mücadeleyi bırakma temelinde stratejik ve tarihi kararı vermek için PKK‘yı bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum. Bu davet silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarihi bir niyet beyanıdır” şeklindeki beyanını okudu.
Önder, başlangıcından bugüne bu sorunun devletin dönüşümüyle ilişkili olduğunu belirterek; “Bugüne kadarki egemen devlet zihniyeti bu meseleyi salt iktidarlaşma aracı olarak düşünmüş ve kör şiddetin kurbanı haline getirmekten çekinmemiştir. Dolayısıyla çözümün barış ve evrensel demokrasiyle bağı sağlıklı kurulmadıkça kurmaya çalıştığımız demokratik barışın devlet ve toplum yapısından haktan, adaletten ve eşitlikten yana bir dönüşüm sağlaması düşünülemez. Bu itibarla süreç Cumhuriyet tarihi boyunca varlıkları yadsınan ve dışlanan tüm unsurların özgür ve eşitçe tanınması ve yeni norm sisteminde kendileri olarak yer almalarıyla gelişmek durumundadır. Tarihin bize yüklediği büyük sorumluluk, çözümün de çözümsüzlüğün de salt bizim toplumlarımızla ilgili olmayıp, tüm bölgeyi hatta dünyayı etkileyen bir muhtevası olmasıdır.” dedi.
Bölgesel Zorbalıklara Son…
HDP Milletvekili Önder, bölgenin 100 yıllık dengeleri alt üst olurken küresel ve bölgesel zorbalıkların yol açtığı algısal ve iradesel yaklaşımların evrensel insani değerler ölçüsünce geliştirilerek aşılması gerektiğini vurguladı ve hem gerçek bir demokrasinin hem de büyük barışın temel omurgasını teşkil edecek olgusal başlıkları şu şekilde sıraladı:
- Demokratik siyaset; tanımı ve içeriği,
- Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması,
- Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri,
- Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına dönük başlıklar,
- Çözüm sürecinin sosyo-ekonomik boyutları,
- Çözüm sürecinde demokrasi-güvenlik ilişkisinin kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması,
- Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri,
- Kimlik kavramı, tanımı ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi,
- Demokratik Cumhuriyet, “ortak vatan” ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması,
- Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleşleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa.”
Önder son olarak; “Tüm bu hususlarda beklenen tarihi gelişmelerin hayata geçebilmesi için tahkim edilmiş bir çatışmasızlığın elzem olduğuna şüphe yoktur. Biz de HDP heyeti olarak, tüm demokratik çevreleri ve barıştan yana olan kesimleri, gelinen bu demokratik müzakere ve çözüm aşamasına güç katmaya davet ediyoruz. Barışa her zamankinden çok daha yakın olduğumuzu bilerek, emek veren ve verecek olan tüm demokrasi güçlerini selamlıyoruz” dedi.
Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın konuşmasının son kısmında dile getirdiği ‘Biz birlikte Türkiyeyiz’ ve ‘Her şey Türkiye için’ cümlesi önemli ancak HDP milletvekili Önder’in “Ortak Vatan” kavramı ise çok daha önemli.
Ortadoğu coğrafyasında at izinin it izine karıştığı bir ortamda Türk ve Kürt birlikteliği Büyük Türkiye’yi kuracaktır. 1000 yıldan beri bir arada yaşayan iki toplumu Lozan’da üçe bölen Batılılar her adımı çok iyi planlamıştır. Arasından sadece bir demiryolu hattı geçen Mürşitpınar kasabasının Türkiye’de, Kobani’nin ise Suriye’de bırakılmasının en büyük nedeni gelecekte bu bölgede yaratılacak sorunlardır. 6-7 Ekim 2014 tarihinde IŞİD’in Kobani saldırısı bahane edilerek Türkiye’de tezgahlanan ve 50 vatandaşımızın ölümüyle sonuçlanan Kobani Olayları’nın dayanağı bile Lozan Antlaşması’dır. Türkler ve Kürtler el ele verdiği ve aralarındaki sorunları hallettikleri takdirde bu coğrafyanın en büyük devletinin sahibi olacaklardır.
İşte bu büyük devlet, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirecek, Lozan’dan kaynaklanan sorunları birer ikişer ortadan kaldıracak, yeni sınır düzenlemelerine imza atacaklardır. Stratfor Raporu’nun kamuoyuna açıklandığı saatlerde Türklerle Kürtlerin barış için el sıkıştığı duyulmuş olsaydı, bu raporu yayımlayan kuruluş sanırım açıklamasını erteler ve Türkiye kısmını daha geniş tutmak zorunda kalırdı.
Bundan sonra farklı bir Türkiye’ye adım atıyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıkça dile getirdiği Büyük Türkiye ve Yeni Türkiye kavramı “kuvvadan fiile” geçecek noktaya gelmiştir. Önümüzde 7 Haziran 2015 Milletvekili Genel Seçimleri var. Çok ama çok dikkatli olmak zorundayız. Türklerle Kütlerin barışması bölgedeki tüm dengeleri dün itibarıyla değiştirmiştir. Batılıların hiç ama hiç arzu etmediği ihtimal gerçekleşmiş, “Kürt meselesi” çözülme sürecine girmiştir.
Seçim sürecinde her şey yaşanabilir. Akıl almadık provokasyonlar yapılabilir. Barışın gerçekleşmesini engellemek için ses getirici faili meçhul suikastlar ve cinayetler işlenebilir. Herhangi bir HDP milletvekili veya herhangi bir HDP’li belediye başkanı ve siyasetçi veya önemli bir kanaat lideri öldürülebilir. Benzer saldırılar Alevileri kışkırtmak için onlara da yapılabilir. Temennimiz bu tür kalleşçe saldırıların olmaması. Ancak böyle bir saldırı, bilin ki kesinlikle Türklerden gelmeyecektir. Bu bölgede barış ve huzuru arzu etmeyen Almanya, İngiltere, Fransa, Amerika, İsrail ve diğer tüm ülkelerin gizli servisleri bu dakikadan sonra işi gücü bırakıp her türlü pisliği sergileyebilir. Bu aşamadan sonra “zurnada peşrev aranmaz” evresine geçilmiştir. BND, MOSSAD, MI6, CIA, NSA ve DGSE gibi istihbarat örgütleri Türkiye’de ses getirecek ve kamuoyunu infiale sevk edebilecek her türlü eylemi organize edebilir.
Türklerle Kürtler barışı son noktasına kadar tesis edinceye dek MİT başta olmak üzere Türk İstihbarat birimlerimize çok ama çok görev düşüyor. İmralı ile barış görüşmeleri başlar başlamaz Fransa’nın başkenti Paris’te 9 Ocak 2013 tarihinde Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez isimli PKK’lılar öldürülmüştü. Fethullah Gülen’in Paralel Yapısı bu işi alelacele MİT’in üzerine atmaya çalışmış ve Paralel Yapı’nın yayın organlarında sahte ve düzmece haberler yayınlanmıştı. Amaç barış girişimlerini akamete uğratmak ve Türklerle Kürtleri tekrardan çatışma ortamına sokmaktı. Neyse ki Abdullah Öcalan başta olmak üzere Kürt aydınları bu oyuna gelmedi ve “barış için yola devam” denildi. Paris’te büyük ihtimalle Fransız istihbaratınca infaz edilen üç Kürt kadının ölümü ise muamma olarak kaldı gitti. O infaz aslında PKK’nın tüm kadrolarına Fransız istihbaratı nezdinde Batılılarca yapılan bir ön uyarıydı. O saldırı; “Sizin işiniz Türklerle savaşmak, nasıl olur da Türklerle barış yapmaya kalkarsınız?” şeklindeki bir öfke nöbetinin dışa vurumundan başka bir şey değildi.
Aman dikkatli olalım ve her saldırıya hazırlıklı olalım. Türklerle Kürtler bu barışı kendi elleriyle inşa edemezlerse 100 yıllık sömürü ve ezilmişlik devam eder gider.
Yek vücut olup bu coğrafyaya gelecek 1000 yıl boyunca tekrardan hükmetmek istiyorsak bu barışı kendi ellerimizle inşa etmek zorundayız. Eğer Yeni ve Güçlü Türkiye’yi kurabilirsek yakın gelecekte Balkanlar ve Ortadoğu’da yer alan birçok ülke vatandaşının, federasyon çatısı altında Türkiye Birleşik Devletleri’ne ait pasaportları taşıdığını göreceğiz.