(Article 056-20.01.2015)
28 Şubat 1997 Post-modern Darbesi’ni yapan askerler, Sincan sokaklarında tank yürüttüklerinde 28 Şubat’ın “bin yıl” süreceğini avaz avaz bağırıyorlardı. Manşetler birbiri peşi sıra atılıyor, üniversite rektörlerinden medya patronlarına kadar herkes darbe çığırtkanlığı yapıyordu. Devir askerlerin devriydi. 2000’li yılların başlarına gelindiğinde aradan 3 yıl geçmesine rağmen ülkede halen askerlerin borusu ötüyordu. Paşalar, istemedikleri genel yayın yönetmenlerini gazetelerin başından hemen aldırabiliyor, köşe yazarlarına istedikleri yazıları yazdırabiliyorlardı. O dönemin en gözde ve en cevvâl komutanlarından birisi ise hiç şüphesiz Orgeneral Çevik Bir’di.
Çevik Bir, 28 Şubat sonrasında Genelkurmay başkanı olmak istemiş ancak bu emeline ulaşamadan emekli edilmişti. Apolet sevdalısı medyatörlerin Cumhurbaşkanlığı konusunda onu iknâ etmesi hiç de zor olmadı. Ne de olsa darbe dönemleri sonrasında kelli felli bir askerin Çankaya’ya çıkması, eski bir Türk siyaset geleneğiydi. O sırada Demirel’in Çankaya’daki görev süresinin bitmesine henüz 6 ay vardı ancak Çevik Bir kendisini bu işe iyice kaptırmış, ortalık yerde konuşmaya başlamıştı. Hemen her askerin genetik yapısında var olan “gereksiz konuşma hastalığı” Bir Paşa’da fazlasıyla vardı. Mikrofon ve kamera görünce dayanamıyor, lâik Cumhuriyet’in yılmaz bekçisi olarak Hükümet’in hemen her icraatını eleştiriyordu. Genelkurmay ikinci başkanıydı ama herkes onu “esas-hakiki-öz” Genelkurmay başkanı olarak kabul ediyordu. Zaten böyle yapmamış olsa kendisini kim tanırdı ki?
Cumhurbaşkanlığı makamına talip olduğunu Rumelili İş Adamları Derneği’nin televizyon kanalında acemice bir şekilde açıklayarak “Demirel sonrası Cumhurbaşkanı kim olacak?” tartışmasının alevlenmesine sebep oldu. Cumhurbaşkanlığı konusunda oldukça umutluydu. Darbe sürecinde sergilediği “Yırtıcı şahin ve kaplan” pozlarının onu Çankaya’ya taşıyacağından oldukça emindi. Yaptığı hemen her konuşma, ziyaret ve hatta kaş göz hareketlerini dahi kendilerince yorumlayıp ballandıra ballandıra kamuoyuna aktaran Merkez medya da onun arkasındaydı. Fakat Bir Paşa’nın Çankaya umudu yalnızca 15 dakika sürdü. Televizyon programının soru cevap faslına geçildiğinde, dönemin ünlü televizyon programcılarından Murat Birsel “Efendim Başkan olursanız ilk 100 gün içinde yapacağınız en önemli icraat nedir?” sorusunu sordu. Paşa bu soruyu beklemiyordu, hiddetlendi ve herkesin gözü önünde Birsel’i adeta azarladı. Suratlar asılmıştı. Yayın sonrasında gidip Birsel’i yanaklarından öptü ve özür diledi, dalga geçtiğini sandığını söyledi ama olmadı. Neticede Bir’in omuzlarında artık sertliğini örtpas edebilecek apoletleri yoktu.
Çevik Bir bundan sonra sık sık gazetecilerin eleştirilerine hedef oldu. İki yıl önce gazetecileri karşısında bitişik nizamda hizaya sokan Çevik Paşa, şimdi onlardan birbiri peşi sıra adeta dayak yiyordu. En son ve öldürücü darbeyi ise kendi silah arkadaşlarından yedi. Kamuoyunda ön planda görünüp askerler üstü bir görüntü sunan Çevik Bir hakkında Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, “Açıklamasının ne yeri, ne zamanı, ne de şahısları doğruydu” dedi ve Ordu’nun onun arkasında olmadığını resmen açıkladı. Bir’in Çankaya hayalleri böylelikle suya düşüyor, itibarını kaybetmiş bir asker olarak emeklilik hayatına adım atıyordu.
O sırada Ecevit Başbakan’dı. DSP, ANAP ve MHP koalisyonu iş başındaydı. Başbakan Bülent Ecevit, 6 Ocak 2000’de Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili yeni bir öneri ortaya attı: “Türkiye‘de bir istikrar dönemi yaşıyoruz. Sayın Demirel‘in Cumhurbaşkanlığı süresi eğer bir dönem daha uzatılabilirse bu istikrarın güçlenerek devam edebileceği kanısındayım.” şeklinde ilginç bir açıklama yaptı. Halbuki o günlerde Türkiye’de olmayan tek şey herhalde “istikrar”ın bizzat kendisiydi. Bu fikir koalisyonun büyük ortağı MHP ve Meclis’in çoğunluğu tarafından hemen kabul gördü. Üstelik askerler de Demirel’i istiyordu. Ne de olsa, askerin bir dediğini iki etmiyordu. Ancak Demirel’in tekrar Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için Anayasa’nın ilgili maddesini değiştirmek gerekiyordu.
7 Mart 2000 tarihinde DSP, MHP, ANAP ve DYP’den 406 milletvekilinin imzasıyla söz konusu önerge Anayasa Komisyonu’na gönderildi. Ancak Fazilet Partisi Lideri Recai Kutan, “Nasıl olur da ülkenin istikrarı tek bir kişiye bağlanabilir” diyerek ortaya bir kılçık attı. Ortada bir de Çankaya’ya çıkmayı arzulayan Mesut Yılmaz faktörü vardı. Demirel’i eğer saf dışı bırakabilirse emeline ulaşabilirdi. Bahçeli’nin Cumhurbaşkanı olmak gibi bir arzusu zaten yoktu. Ecevit ise üniversite mezunu olmadığı için gerekli şartları sağlamıyordu. Askerlerce aforoz edilen Recai Kutan ve Tansu Çiller ise 28 Şubat’ın mağdurlarıydı. Geriye bir tek kendisi kalıyordu. Aday olduğu takdirde en kötü ihtimalle dördüncü turda Meclis kendisini seçmek zorunda kalacak, aksi durumda Meclis feshedilecek ve yeni bir siyasi kriz ortaya çıkacaktı.
29 Mart 2000’de Demirel’le ilgili Anayasa değişikliği önergesi Meclis’e geldi. Öneri sahipleri kendilerinden oldukça emindi. Ne de olsa önergede 406 milletvekilinin imzası vardı. Ancak koalisyon ortaklarının hesapları tutmadı ve önergenin kabulü için gereken 330 oya bile ulaşılamadı. Ecevit ve Bahçeli çok sinirlendi. 3 Nisan’da yapılan ikinci oylamada da yine sonuç alınamadı. Ecevit istediğini yapamamış, Demirel’i 7 yıl daha Çankaya’da tutmayı başaramamıştı. Demirel, istemeye istemeye Çankaya’dan inip Güniz Sokak’taki evine yerleşmek zorunda kaldı.
26 Nisan’a kadar yeni bir Cumhurbaşkanı adayı bulunması gerekiyordu. Ecevit, 10 Nisan 2000 tarihinde bir isim üzerinde uzlaşmak üzere koalisyon ortaklarına çağrı yaptı. Aksi takdirde olayların büyüyeceğinden ve askerin konuya el atacağından emindi. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, herhangi bir kişiyi işaret etmiyor ancak “ciddi, dürüst ve şaibesiz” bir Cumhurbaşkanı istediklerini sağır sultanın bile duyacağı şekilde ortalık yerde konuşuyordu. Hatta üç gün sonra yaptığı açıklamada biraz daha ileriye gidiyor ve “Türkiye siyasetini ilgilendiren her meselede olduğu gibi asker, elbette ki bu seçimin de içindedir.” diyerek gereken uyarı, ihtar ve ayarı da yapmayı ihmâl etmiyordu.
22 Nisan’da koalisyon ortakları yine bir araya geldi. Kriz gittikçe büyüyordu. Mesut Yılmaz hâlâ umutluydu. Ancak Devlet Bahçeli onun bütün umudunu kırdı ve aralarında sert bir tartışma yaşandı. Yılmaz toplantıyı terk etti. Seçime sadece 3 gün kalmıştı. Ecevit ismini bir sır gibi sakladığı acil eylem planını devreye soktu ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in ismini Cumhurbaşkanı adayı olarak ortaya attı. Bu isme o sırada hiç kimse itiraz etmedi. Sezer Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatıyla Nisan 1999’da ünlü bir konuşma yapmış ve o günden beri herkesin gönlünde taht kurmuştu. O tarihi konuşmasında şunları söylemişti Sezer: “Düşünce özgürlüğü demokrasinin temeli ve ayrılmaz parçasıdır. Düşünce suç sayılırsa demokrasi olmaz. Eyleme dönüşmeyen düşünce açıklamaları cezalandırılamaz. Anayasa ve yasalardaki düşünce özgürlüğünü kısıtlayan hükümler, altına imza koyulan uluslararası anlaşmalar çerçevesinde değiştirilmelidir. Türkiye insan hakları alanında evrensel normlara uyum sağlamak için yasalarında gerekli değişiklikleri yapmak zorundadır. Düşünceyi açıklama özgürlüğü ile bağdaşmayan yasa kuralları değiştirilmelidir. Anayasa ve yasalar özgürlüğü engelleyen öğelerden arındırılmalı, özgürlük alanı genişletilmelidir. Düşünce özgürlüğü alanında demokratik değerlere yer verilmelidir.”
Bu konuşma onun en sağlam referanslarından biriydi. Bahçeli ve Yılmaz hemen iknâ oldu. Ama diğerlerinin de ikna edilmesi gerekiyordu. Meclis oy birliğiyle Sezer’e “Evet” demeliydi aksi takdirde askerler seslerini yükseltebilirdi. Çünkü askerler Sezer’i pek sevmiyordu. Sezer, 28 Şubat sürecinde Türkiye’nin “aydın demokratlarına” ayar çekmek izin düzenlenen Genelkurmay brifinglerine katılmamıştı. Ayrıca Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na muhafazakâr olarak bilinen isimlerin oylarıyla seçilen Sezer, YAŞ toplantılarından çıkan kararların da yargı denetimine açılması gerektiğini savunuyordu.
Sezer’in bu konuşması sonraki yıllarda birçok kişiye emsâl teşkil etti. Mayıs 2013 Gezi Olayları ve 17/25 Aralık Yargı Darbesi esnasında görevde bulunan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve Yargıtay Başkanı Ali Alkan gibi vesayet kurumlarının başkanları, Cumhurbaşkanı makamına oturabilmek ya da darbe sonrası kurulacak yeni hükümetin başı olabilmek için sürekli “Sezer”vâri açıklamalar yapıp onu örnek aldı.
25 Nisan 2000’de bir ilk gerçekleşti ve Ahmet Necdet Sezer tüm partilerce Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterildi. 27 Nisan’da Meclis toplandı, ancak ilk iki turda yeterli çoğunluk sağlanamadı. 5 Mayıs 2000 günü Meclis üçüncü tur için toplandığında, Sezer’in seçilmesine kesin gözüyle bakılıyordu. Fakat Meclis’e gelen haber kısa süreli de olsa ortalığı karıştırdı. Ordu, Sezer’i istemediğini net bir mesajla Ecevit’e bildirdi. Ecevit, böyle bir tepki beklese de, bu haberin böyle bir zamanda gelmesinden dolayı şaşkındı. Kısa süre düşündü artık geriye dönüş yoktu. Sonuçta Ahmet Necdet Sezer, 330 oyla 10’uncu Cumhurbaşkanı seçildi.
10’uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 7 yıl 3 ay 12 gün görevde kaldı. Görev süresi boyunca 72 yasa, 7 KHK, 14 Bakanlar Kurulu Kararı, 769 müşterek kararname ve atamalara ilişkin 30 Bakanlar Kurulu kararını iade etti. Cumhuriyet tarihinin en pasif Cumhurbaşkanlarından birisi oldu. Çankayadışına nadiren adım attı. Görev süresi boyunca hiç tatil yapmadı, Okluk Koyu’ndaki Devlet Konukevi’ni hiç kullanmadı. Basına hiç mülâkat vermedi, fotoğraf ve görüntülerinin çekilmesinden çok haz etmedi. Zorunlu olmadıkça açılış törenlerine de katılmayan Sezer, ender olarak katıldığı açılış törenlerinde kurdele kesmek için eline makas bile almadı.
2004 yılında Çankaya Köşkü’nde oğlu Levent Sezer’i evlendirdi. “Miraç Gecesi”nde düzenlenen düğünde davetlilere “içki servisi” yapıldı. AK Parti karşıtı yayın yapan Kanaltürk’ün 5 yıldızlı otel resepsiyonuna katılırken, şehit cenazelerine ve Çanakkale kutlamalarına katılmamayı tercih etti.
Ancak Sezer’i “Sezer” yapan esas olay 21 Şubat 2001 tarihli MGK toplantısında gerçekleşti. Türkiye tarihinde ilk defa MGK toplantısındaki bir tartışma kamuoyuna intikal etti. Sezer, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e MGK toplantısında yaşanan tartışma sırasında Anayasa kitapçığı fırlattı. Ecevit, toplantı sonrası kameralar karşısında ağlamaklı bir ses tonu ile “Cumhurbaşkanı’nın MGK’yı arenaya çevirdiğini” söylüyor ve saygısızca bir harekette bulunduğunu ifade ediyordu. MGK krizinin ardından Türkiye tarihinin en büyük ekonomik kriziyle karşı karşıya kaldı. Borsa çökerken, döviz fiyatları patladı, faizler yükselişe geçti. Aynı saatlerde Türkiye’den bir anda 7,6 milyar dolarlık döviz çıkışı gerçekleşti. Repo piyasasında gecelik faizler yüzde 7.500’lere fırladı. Bono bileşik faizleri yüzde 200’ü geçti. Siyasi krizin ilk günü 683 bin lira olan dolar kuru 1 milyon lirayı geçti, bir hafta sonra ise 1 milyon 350 bin liraya ulaştı. “Kara Çarşamba” olarak adlandırılan 21 Şubat 2001 krizi, sonraki günlerde 27 bankaya devlet tarafından el konulması, yüz binlerce şirketin kapanması ve milyonlarca kişinin işsiz kalması ile sonuçlandı. Bugün yapılan bazı hesaplamalar bu krizin Türkiye’ye olan direkt ve endirekt maliyetinin 250 milyar doları geçtiğini ortaya koydu.
Cumhurbaşkanı Sezer, 2003’ün Ramazan ayında Anıtkabir’de düzenlenen bir törende Meclis Başkanı Arınç, Başbakan Erdoğan ve bakanların gözüne baka baka su içmekten çekinmediği gibi, yüksek yargı organlarının kuruluş yıldönümlerinde de “irticai tehdit” içerikli açıklamalar yapmaktan hiç çekinmedi. Açıklamalarıyla Devlet’i Devlet’e şikâyet eden ilk Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçti. Tamamen ideolojik gerekçelerle 7/8 Aralık 2005’de Mekke’de yapılan İslâm Konferansı Örgütü zirvesine katılmadı. Cumhurbaşkanının görev ve yetkisi dahilindeki atamalarda hep antidemokratik davrandı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ve Rektörlük atamalarında teamüllere aykırı olarak tercihini hep en çok oy alan adaylar yerine 2. ve hatta 3. sıradaki adaylar için kullandı.
20 Kasım 2002’de NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Toplantısı’na katılmak üzere Prag’a eşi Semra Sezer ile giden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i havaalanında TBMM Başkanı Bülent Arınç ve başörtülü eşi Münevver Arınç uğurlamıştı. Konu, “türban” tartışmalarına sebep oldu. O tarihten itibaren Sezer, eşi başörtülü olan vekillere farklı davetiyeler göndererek ayrımcılık başlattı. CHP’lilere eşli davetiye gönderirken, AK Partililere “eşsiz” davetiye gönderdi.
Sezer, “Beyaz Türkler” olarak adlandırılan kesim için rejimin yılmaz ve sarsılmaz bekçisi olup “başı açık” eşi Semra Sezer ile birlikte Çankaya’ya en fazla yakışan kişiydi. Türk Silahlı Kuvvetleri için ideal bir “başkomutan” idi. CHP için tarafsız, AK Parti için taraflı tavrı çoğu kimsenin hoşuna gidiyordu. Kırmızı ışıkta duruyor, market kuyruğuna giriyordu. Halka yakın gibi duruyor, ancak halkla hiç yakınlaşmıyordu. Doğru dürüst bir yurt gezisi yapmadı. Yedi yıl boyunca yurtdışına sadece 48 ziyaret yaptı. Oysa Demirel 125 gezi yapmıştı. Sivil toplum örgütlerinin kendisini Çankaya Köşkü’nde ziyaret etmesine hiç izin vermedi. Kendisine ait bir cep telefonu olmadı. Hiç otomobil kullanmadı. Onu denize veya havuza girerken gören olmadı. Emekliliği için Ankara Gölbaşı’nda bir ev yaptırdı. Yedi yıl önce Süleyman Demirel’den aldığı emanet için yapılan devir teslim töreninin aynısının Abdullah Gül için yapılmasını istemedi. Çünkü ona göre AK Parti’lilerin tamamı (tabi bu partiye oy verenlerde) irticacı ve gericiydi. Anlamını muhtemelen sadece kendisinin bildiği “Kamusal alan”ı o icat etti. Yolsuzluk konularında çalıştırmadığı Cumhurbaşkanlığı Denetleme Kurulu’nu türban konusunda sıkça çalıştırdı. Hatta atama yapacağı kişilerin eşlerinin türbanlı olup olmadığını anlamak için MİT mensupları yerine kapıcıları istihbarat elemanı olarak kullandı. 29 Ekim resepsiyonlarına devleti eleştirenleri değil devletle iyi geçinenleri davet etti. Nobel alan ilk Türk yazarı olan Orhan Pamuk’u tebrik bile etmedi. Eski bir Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak yanından hiç ayırmadığı “kutsal” anayasa kitapçığını Başbakan’ın yüzüne fırlattı. Fırlattığı kitap Türkiye’de ekonomik ve siyasi krize sebep olup ülkenin 250 milyar dolarını buharlaştırdı. Emin Çölaşan hariç hiçbir gazeteciyi sevmedi. Herhangi bir radyo, TV kanalı, gazete ve dergiye özel mülâkat vermedi. Darbeci Kenan Evren 26 yasayı veto ederken, o 72 yasayı veto etti. Asosyal devlet memuru olarak geldiği Çankaya Köşkü’nü asosyal Cumhurbaşkanı sıfatıyla terk etti.
En son golünü ise giderayak attı. 7 yıl olan görev süresini kendi kafasına göre uzatma yoluna gitti ve bu makamı 3 ay 12 gün boyunca haksız yere işgal etti. Sonra bir gece ansızın Çankaya Köşkü’nü boşaltıp ortadan kayboldu. Bugün Sezer’i ne gören var ne duyan, ne hayırla yâd eden var ne de hâlini soran.
Buraya kadar yazılanlar Beyaz Türklerin özlem duyduğu eski Cumhuriyet’in özetiydi.
19 Ocak 2015 Türk siyasi hayatı açısından çok ama çok önemli bir tarihtir. Halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı ünvanına sahip olan Erdoğan, Bakanlar Kurulu’nu yeni Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde topladı.
Ne kimse kimseye Anayasa kitapçığı fırlattı, ne Sayın Başbakan ağlamaklı bir ses tonuyla basın mensuplarının karşısına çıkıp Cumhurbaşkanı’nın kendisine saygısızca davrandığından bahsetti, ne de toplantının sonunda ekonomik ve siyasi bir kriz patlak verdi.
Dolar yükselmedi, borsa düşmedi, faizler fırlamadı, bankalara devlet tarafından el konulmadı, şirketler iflâs etmedi, insanlar işsiz kalmadı, yabancı sermaye ülkeyi terk etmedi.
Bugünlerin ve Yeni Türkiye’nin kıymetini bilelim…