(28/08/2014-Tarafsız Haber)
Türk-Japon ilişkilerinin geçmişi oldukça ilginç ayrıntılar barındırmaktadır. Yunanistan dışındaki hiçbir devletin imza atmadığı Sevr Anlaşması ile İsmet İnönü ve avanesinin pişirip önümüze koyduğu ve Boğazların elimizden çıkmasına sebep olan Montrö Sözleşmesi’ndeki taraflardan birinin Japonya olduğunu çoğu kimse bilmez. Peki Japonya ile Türkiye nasıl olmuş da aynı masa etrafında karşı karşıya gelmiş? Bunun cevabı, imzalanmayan Sevr Anlaşması’nın detaylarında gizli.
Okuma özürlü tarihçilerimiz Sevr Anlaşması’nı yıllar boyu Sultan VI. Mehmet Vahdettin tarafından imzalanmış bir belge olarak lanse etse de, “Sevr’in imzalanmış nüshası neredeyse çıkartın” denildiğinde hiç kimse bir şey gösteremiyor. Çünkü ortada böyle bir belge bulunmamaktadır.
Sevr, Cumhuriyet kadrolarının Osmanlı’yı karalamak amacıyla kullandığı bir “hayâlet” anlaşmadır. Daha da ilginç bir şey söyleyeyim; Osmanlı’yı karalamak için yatıp kalkıp Sevr Anlaşması’nı ağızlarına meze yapan Cumhuriyet kadroları, bu taslakta yer alan anlaşma maddelerinin neredeyse tamamını Lozan Anlaşması’nda tıpış tıpış imzalayıp bize yıllar boyu “başarı belgesi” diye yutturdular. Lütfen zamanınız olursa Sevr ve Lozan’ın maddelerini internetten indirin ve madde madde karşılaştırın. Her iki anlaşma metninin de neredeyse birbirinin aynısı olduğunu göreceksiniz. Lozan’ı Türkiye’nin kuruluş senedi olarak bize yutturanlar, Osmanlı’nın 600 yıl boyunca biriktirdiği mülkü, medeniyeti ve kültür mozaiğini, yabancı dil bilmeyen İnönü’nün vicdanına terk etmiş, bu zat da sözkonusu mirası har vurup harman savurmuştur.
Sevr Anlaşması, aslında Osmanlı’nın paylaşılma anlaşması değildir. Şimdiki ismi Birleşmiş Milletler, o zamanki ismi Cemiyet-i Akvam olan ve bir ara Milletler Cemiyeti olarak isimlendirilen oluşumun kuruluş sözleşmesinin kaleme alındığı toplantıdır. Yani anlayacağınız Cemiyet-i Akvam’ı kurmaya karar veren ülkeler (İngiltere, Fransa, ABD, Japonya vs) o sırada Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını da gündemlerine alıp taslak sözleşmenin bir kısmına yerleştirmişlerdi. Ama biraz önce de belirttiğim gibi bu anlaşma taraflarca hiç bir zaman imzalanmadı ve hayata geçmedi. Ama bizim Cumhuriyet tarihçilerimiz, sanki gözleriyle görmüşler gibi “vay efendim Sevr anlaşması Meclis-i Mebusan da görüşülmüş de, oylama yapılmış da, Padişah da bu toplantıya katılmış da erken çıkmış” gibilerinden saçma sapan iddialarda bulundular. Her şeyleri yalan dolan üzerine kurulu Cumhuriyet kadroları, yıllar boyu Türk insanını bu yalanlarla kandırıp durdu. Masa başında tarih yazmaya alışkın tarihçilerimizde zekâları el verdiği ölçüde olayları süsleyip durdu.
Neyse biz şimdi Japonya’ya gelelim. Aslında Japon İmparatorluğu ile ABD arasında İkinci Dünya Savaşı başlayıncaya kadar pek fazla bir sorun bulunmamaktaydı. Japonya 1910-30 arası dönemde zamanın en büyük üçüncü deniz donanmasına ve güçlü bir orduya sahipti. Bu ülke, 7 Temmuz 1937’de Çin’e savaş açınca Milletler Cemiyeti, ABD, İngiltere, Avustralya ve Hollanda devletleri, Japonya’ya diplomatik baskı uygulamaya başladılar. Japonya buna tepki olarak 24 Şubat 1933’de Milletler Cemiyeti’nden çekildi. İşte bu hareket Japonya’yı bir anda kontrol edilebilir bir yapının dışına itti. Amerika, Japonya ile imzalamış olduğu 1911 tarihli Ticaret Paktını 1939 yılında iptal etti. Japonya ise bu harekete sessiz kalmadı ve Nazi Almanyası ile olan düşmanlığına resmî olarak son verdiği gibi, 1940 yılında da Nazi Almanyası ve Faşist İtalya ile üçlü anlaşmaya imza atarak “mihver” devletleri oluşturdu. Japonya artık İkinci Dünya Savaşı’nın tarafı olmuştu. Fakat asıl gerçek savaş Pearl Harbour baskınıyla başladı. Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetleri 7 Aralık 1941’de sürpriz bir hava saldırısı yaptı. Saldırı sonucu 12 ABD savaş gemisi hasara uğradı ve battı. 188 savaş uçağı imha edildi. 403 Amerikan askeri ile 68 sivil öldü. Bu beklenmedik Japon saldırısı ABD’yi derinden sarstı ve meşhur Pasifik Savaşları’nı başlattı Sonuçta ne oldu? ABD gücünü topladı ve 6 Ağustos 1945’te Nagasaki ve Hiroşima’ya atom bombası saldırısı yapıp 140 bin kişiyi öldürdü. Japonya teslim oldu ve on yıllar boyu tazminat ödeyip yine on yıllar boyu belini doğrultamadı.
Şimdi gelelim asıl meseleye. 17/25 Aralık 2013 Yargı Darbesi, Paralel yapının Pearl Harbour baskınıdır. Cemaate yönelik olarak başlatılan operasyon ise, bu örgüte düzenlenen bir karşı saldırıdır. Şu ana kadar yapılanlar karşı saldırının daha ilk aşamasını oluşturmaktadır. Bu ilk saldırıyı ilerleyen günlerde yenileri izleyecek, devlete operasyon düzenleme cesaretini gösteren bu gafiller çetesi silinip gidecektir. Artık savaş başlamıştır. Ve bu savaşın tek bir kazananı olacaktır. Her iki taraf tüm gücünü ortaya koyacak, mal ve can kaybı ne olursa olsun sonuna kadar gidecektir. İşin sonunda ya “Yeni Türkiye” kurulacak ya da eski Türkiye’nin yeni bir “Ayetullahı” olacaktır. Ancak devlet açısından başarılı olmanın “olmazsa olmazı” Cemaatin güçlü olduğu kurumların tasfiyesinden geçmektedir. Emniyet, HSYK, Yargıtay ve Danıştay, Paralel yapılanmanın kalelerini oluşturmaktadır. Bu kaleler yok edilmeden başarı elde edebilmek mümkün değildir. 22 Temmuz operasyonu çok doğru ve yapılması gereken bir operasyondur. Ancak bu yapı, yargı cephesinde oldukça güçlüdür. Bu operasyonların ikinci aşaması paralelci savcı ve hâkimleri kapsamalıdır, kapsayacaktır da. Aksi durumda sonuç hüsran olacaktır.
Gezi Olayları Erdoğan’a çok önemli bir ders verdi. Etrafında kümelenmiş bakan ve milletvekillerinin, belediye başkanı ve bürokratların ne kadar korkak, çapsız ve kapasitesiz olduğunu anladı ve hiçbirinin gâvur parasıyla beş kuruş etmediğini, bu kişilerin en ufak bir harekette kaçacak delik aradığını gördü. AKP içerisinde hepsi arka arkaya dizilmiş ama önden bakınca sadece Erdoğan’ın göründüğü bir yapının var olduğu ortaya çıktı.
Gezi Olayları, tüm taraflar açısından ciddi bir travmaydı. AKP içindeki korkak ve zayıf yapıyı ortaya çıkardı. O günleri gözünüzün önüne getirin. Melih Gökçek hariç tutulursa televizyonlara çıkıp konuşan başka bir belediye başkanı var mıydı? 17/25 Aralık Darbesi hem Hükümet’in hem de Türkiye Cumhuriyeti devletinin bugüne kadar karşı karşıya kaldığı en organize ihanet faaliyetidir. Bu olayda da AKP’nin kerameti kendinden menkul bakan, milletvekili, belediye başkanı ve bürokratları yine birdenbire ortadan kayboldu. Hatta bakan ve milletvekili sıfatını taşıyan bazı “tuzluklar”, ihanet şebekesinin tarafı olduklarını açıkça ifadeden bile kaçınmadı. Erdoğan bu olaydan da ciddi dersler aldı. Yüzlerce partiliyi fişledi ve hayatından sildi. Eminim o günlerde; “Ben bu kadar boş adamı etrafıma nasıl topladım?” sorusunu kendi kendine sıkça sormuştur.
17/25 Aralık 2013 Yargı Darbesi Türk tarihi açısından çok önemli bir nirengi noktasıdır. Ülkemizin geleceği açısından adeta Allah’ın bir lütfudur. Allah’a çok şükür ki böyle bir olay devletin başında Erdoğan gibi güçlü bir lider var iken yaşanmıştır. Aksi durumda Ayetullah, Spielberg’e parmak ısırtacak yetenekteki cemaatin profesyonel senaristlerince tertiplenecek bir senaryo dahilinde Türkiye’ye gelecekti. Senaryonun en can alıcı noktsında muhtemelen Peygamber Efendimiz, bir ışık huzmesi halinde Ayetullahı kucaklayıp semadan yere indirecek, Hocaefendi alâ-yı valâ ile Esenboğa’ya gelecek, karargahına yerleşecek ve devleti idare etmeye başlayacaktı. Erdoğan tutuklanacak, tıpkı Mısır’da Muhammed Mursi’ye yapıldığı gibi demir bir kafes içerisinde yargılanacak, müebbete mahkûm edilecekti. Bilal Erdoğan ve Sümeyye Erdoğan’ın başına gelecekleri ise tahmin etmek bile istemiyorum. AKP’nin çoğu bakan, milletvekili ve belediye başkanları ise Ayetullah’a bağlılık yemini edecek ve etek öpüp biat edeceklerdi.
17/25 Aralık 2013 Yargı Darbesi’nin bir diğer önemli yanı ise devlet içindeki cemaat yapılanmasını tüm çıplaklığı ile ortaya çıkartmış olmasıdır. Bu devletin polis müdürleri ortalık yerde; “Erdoğan’a kelepçeyi ilk ben takacağım, bu şerefe ben nail olacağım” diyebiliyorsa, bazı savcı ve hâkimler; “Erdoğan’ı tutuklatan ve ona müebbet basacak ilk kişi ben olacağım” diye konuşabiliyorsa ve bu ülkenin bazı yargı mensupları Facebook ve Twitter hesaplarından Hükümet’e ve Başbakan’a açık açık tehdit ve hakaretler savurabiliyorsa vay bu ülkenin haline.
Yargıda çöreklenen bu cemaat yapılanması, yıllardır birçok kişinin haksız yere yargılanmasına, ceza almasına, hapis yatmasına sebep olmuştur. “Copy-Paste” tekniği ile insanlar yasadışı dinlenmiş, şantaj yapılmış, haraca bağlanmış, laftan anlamayanlar ise sudan sebeplerle yargılanıp mahkûm edilmiştir. Cemaat sadece yargıda değil, MİT, TÜBİTAK, TİB, Merkez Bankası, Tapu, Nüfus, Milli Eğitim, Sağlık Bakanlığı, Maliye, Ordu ve sair tüm kritik kurumlarda ve bakanlıklarda etkin ve egemendir. Danıştay, Yargıtay ve HSYK içinde çöreklenmiş bu hücreler istedikleri savcı ve hâkimi istediği yere atamakta, istediğine soruşturma açıp, istediğinin hayatını bir anda karartabilmektedir.
Devletin tüm kurumlarında genel bir temizliğe ihtiyaç vardır. Fakat en önemli temizliğin AKP içinde yaşanması gerektiği de aşikârdır. Gerek Gezi Olayları, gerekse 17/25 Aralık 2013 Yargı Darbesi esnasında etrafındaki kişilerin ne kadar boş, çapsız, kapasitesiz ve gereksiz olduğunu anlayan Erdoğan, önümüzdeki milletvekili seçimlerinde çok titiz çalışmalı ve Davutoğlu’nu bu çakalların eline ve vicdanına terk etmemelidir. Erdoğan’ın arkasına saklanıp, kendilerini güçlü zanneden ve kasıla kasıla dolaşanların arada bir aynaya bakıp, “Ben Gezi’de, 17/25 Aralık’ta neredeydim?” sorusunu kendi kendilerine sorması gerekiyor. Olaylar patlak verdiğinde ortadan toz olup, bittiğinde zuhur eden çakallara söylenecek laf çok. AKP’nin çakallarına karşılık, bu ülkenin huzur ve geleceği için canını ortaya koyup kiraladığı minibüs ile Erdoğan’a destek veren CHP’li Savcı Sayan ile helâl süt emmiş bir avuç gazeteci ve program yapımcısının da hakkını inkâr etmemek lâzım.
10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan kapı kapı, şehir şehir dolaşıp oy toplamaya çalışırken, seçim sürecinde kılını bile kıpırdatmayıp gününü gün eden çok sayıda belediye başkanını bizzat tanıyorum.
1970’li yıllarda Türkiye’de televizyon yayımcılığı ilk başladığında, TRT yayınları arıza nedeniyle sık sık kesilirdi. Ya ses gelir görüntü gelmez, ya da görüntü gelir ses olmazdı. Arıza durumunda Manavgat Şelalesi gibi yerlerin sabit resmini ekranda saatler boyu seyredip dururduk. AKP’nin metal yorgunluğu yaşayan belediye başkanları ve bürokratlarının mevcut durumu 70’li yılların TRT’sine çok benziyor; “Ses var, görüntü yok”. Bu noktada Başbakan Davutoğlu’na çok iş düşüyor. 2015 seçimleri hem bu tür çakalların hem de hantal devlet bürokrasisinin son kalıntılarının bünyeden uzaklaştırılması açısından çok ama çok önemli. Aksi takdirde bu hantal yapı Davutoğlu’nu da bitirir, Yeni Türkiye hayâllerimizi de.
Unutmayalım, koskoca bir uçağın düşmesine ve yüzlerce insanın ölümüne sebep olan şey metal yorgunluğundan dolayı zayıflayan minicik bir perçin parçasıdır.