(Article 205 – 11.02.2018)
Osmanlı Devleti’ni tarih sahnesinden silmeyi hedefleyen İttihat Terakkici vatan hainleri II. Abdülhamit’i tahttan indirdiklerinde üç şeyi savunuyorlardı; “Hürriyet, Musavvat, Adalet”. Yani günümüz Türkçesiyle; “Hürriyet, Eşitlik, Adalet”. II. Abdülhamit’i despot ve diktatör olmakla eleştirenler, çok değil sadece altı yıl içerisinde koca bir imparatorluğu bugünkü Anadolu coğrafyasında bir avuç toprak parçasına hapsetmeyi başardı. 1909’da II. Abdülhamit’i tahttan indirip onun yerine V. Mehmet Reşad’ı tahta çıkaranlar maalesef yeni padişahı tehdit ve baskıyla avuçlarının içine alıp, 1912’deki Balkan Savaşları ve Trablusgarp Savaşı neticesinde Afrika ve Balkan topraklarının kaybedilmesine neden olmuştu. Bu savaşların ve toprak kayıplarının acısı henüz unutulmamışken, Osmanlı Devleti sadece iki yıl sonra İttihat Terakkici Enver, Cemal ve Talat Paşa üçlüsünce I. Dünya Savaşı’na sürüklenmiş ve bu savaş neticesinde de elde kalan diğer Osmanlı toprakları birbiri peşi sıra elimizden çıkıp gitmişti. Asker beyniyle bir devletin yönetilemeyeceğinin en güzel örneği İttihat Terakki uygulamasıdır.
Peki işin sonunda koca bir İmparatorluğun tarih sahnesinden silinmesine sebep olan İttihat Terakkicilere ne oldu? 5 milyon 800 bin kilometrekarelik toprak parçasını 750 bin kilometrekareye düşürdükleri için idam mı edildiler? Ya da bir zamanlar bize ait toprak parçası olan Libya’nın güneyindeki Fizan’a veya yine bize ait toprak parçası iken elimizden kayıp giden Girit adasında ki Hanya’ya mı sürüldüler? Hayır. Bunların hiçbiri yaşanmadı. 623 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nu 6 yıl içerisinde tarih sahnesinden silen İttihat Terakkicilerin tamamı Cumhuriyet’in kurucu kadrosunu oluşturdu.
Peki, kimdir bu İttihat Terakkiciler? İttihat ve Terakki Cemiyeti II. Meşrutiyet’i gerçekleştirmek için Jön Türkler’in kurduğu ve ilk olarak “İttihat-ı Osmanî” adını alan gizli bir yapılanmadır. Bu cemiyetin amacı; II. Abdülhamit’in istibdat rejimini yıkıp, Meşrutiyeti yeniden kurmak ve Türk kimliği odağında yeni bir ulus-devlet yaratmaktı. Bu süreç içerisinde kendi amaçlarına hizmet edecek Abdülhamit aleyhtarı birçok örgütle birleştiler. Bu çatı altında ilk başlarda dört farklı görüş barınıyordu ancak 4 Şubat 1902’de Paris’te yaptıkları toplantının ardından Ahmet Rıza önderliğinde “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” ve Prens Sabahattin’in önderliğinde “Teşebbüs-ü Şahsi ve Âdem’i Merkeziyet” adlı iki ana kola ayrıldılar. Prens Sabahattin daha sonraları ülkeye dönünce İttihat ve Terakki Cemiyeti karşısındaki en güçlü muhalefet olan Ahrar Fırkası’nın yanında yer aldı ve İttihatçıların baskı rejimi uygulayıp ülkeyi içinden çıkılmaz hale koyacaklarının propagandasını yapmaya başladı. Ancak İttihat ve Terakki o kadar güçlüydü ki bu muhalefeti illegal yollardan susturmaya çalıştı ve bunu da başardı.
Jön Türkler kimlerden oluşuyordu?
Jön Türkler, 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devletinde batı tarzı idare ve fikirlerin gelişip yayılması için çalışan Osmanlı aydınlar ve subaylar topluluğuydu. (Tıpkı günümüz Türkiye’sindeki solcu aydınlar ve laik subaylar topluluğu gibi.) “Yeni Osmanlılar” veya “Genç Türkler” olarak da isimlendirilen bu grup mensupları, Fransızca “Jeunes Turcs” adıyla meşhur olmuştu. Bu tabir genel olarak o yılların Avrupa’sında politika, fikir ve edebiyatta aşırılık taraftarı genç Fransızlar –Jeunes France– için kullanılıyordu. “Yeni Osmanlılar” tabiri ise ilk defa olarak Mustafa Fazıl Paşa’nın yayınladığı bir mektupta kullandı. Sonraları Namık Kemal ve Ali Süavi tarafından da benimsenerek Türkçeye yerleşen bu tabir, Osmanlı topraklarında yetişen ve fakat Osmanlı idaresine karşı gelen, yabancılar tarafından yönlendirilen ihtilalcilerin tamamının ortak adı oldu. Yine günümüz terimiyle o dönemin “Gezi Beyinli Çapulcuları” işte bu Jön Türk yapılanmasıydı.
Yeni Osmanlılar Cemiyeti, 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da ortaya çıkan özgürlükçü fikir hareketlerine heveslenenler tarafından 1865’te İstanbul’da Sağır Ahmet Bey’in oğlu Mehmet Bey, Kayazade Reşat Suphi, Paşazade Ayetullah ve Namık Kemal tarafından kuruldu. 1865’te Mısır Hidivi Kavalalı İsmail Paşa, veraset usulünü değiştirerek kardeşi Mustafa Fazıl Paşa’yı bütün haklarından mahrum etti. İkbal küskünü olan Mustafa Fazıl Paşa, bir anda Sultan Abdülaziz ve üst kademe devlet ricaline karşı düşman kesildi. İntikam için Jön Türklerin arasına katıldı ve başlarına geçerek onları bilhassa maddi yönden destekledi. Dernekte en önemli rolü Mustafa Fazıl Paşa oynadı. Mustafa Fazıl Paşa’nın, Sultan Abdülaziz’e hitaben Paris’te kaleme aldığı ve Sultan’a yönelik küstahça ifadelerin yer aldığı mektup, 1867’de Türkçeye tercüme edilerek Tasviri Efkâr Gazetesi’nde yayınlandı ve Osmanlı ülkesinde binlerce adet bastırılıp dağıtıldı. Mektupta meşrutiyetin ilanı isteniyor, Ali ve Fuat Paşalar bilgisiz ve hain kimseler olarak ilan ediliyordu. Sadrazam Ali Paşa, Yeni Osmanlılar Derneği liderlerinden Ali Suavi’yi Kastamonu’ya, Ziya Paşa’yı ise taşraya memuriyete gönderdi. Ali Paşa’nın Jön Türklere karşı takındığı bu tutum üzerine Mustafa Fazıl Paşa Jön Türk liderlerini Paris’e çağırdı. 1867’de Sultan Abdülaziz’in Avrupa’ya yaptığı gezi Jön Türklerin aleyhine oldu. Marsilya’da padişahtan af dileyen Mustafa Fazıl Paşa, Ali ve Fuat Paşalarla barışarak Jön Türklerden ayrıldı ve İstanbul’a döndü. Osmanlı büyükelçiliğinin baskısı sonucunda Jön Türkler Fransa’yı terk edip İngiltere’ye geçmek zorunda kaldılar. Hiçbir devletten açık destek görmeyen Jön Türkler bir müddet çeşitli Avrupa şehirlerinde dolaştı. Böylece Jön Türklerin birinci devre faaliyeti sona erdi ve Yeni Osmanlılar Derneği fiilen dağıldı. Üyelerinden bazıları ise devlet kademesinde yeniden görev aldı.
İstanbul’a geri dönenlerin bir kısmı Mithat Paşa’nın etrafında toplanıp onu destekleme yoluna gitti. Dernek, Gülle Agop’un Gedikpaşa’daki tiyatrosunu propaganda faaliyetleri için kullandı. Nitekim 1 Nisan 1873’te Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” adlı oyunu burada sergilendi. Ertesi gece Namık Kemal tutuklanarak Magosa’ya, Nuri ve Hakkı Beyler Akka’ya, Tevfik Bey ile Ahmet Mithat Efendi ise Rodos’a sürüldü.
Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde ön planda meşrutiyet ve hürriyet fikirleri görünüyorsa da her grup ve şahsın amacı farklı farklıydı. Azınlıklar bağımsızlık ve özerklik kapmanın, şahıslar ise kişisel hırs ve arzularını tatmin etmenin derdindeydi.
Osmanlı devletini parçalamak ve yıkmak isteyenler tarafından methedilen Jön Türk faaliyeti, devletin yıkılışını hızlandıran belli başlı sebeplerden biri oldu. Bu cemiyet mensupları, devlet kademelerinde yer almak, meşhur olmak, hatta Mithat Paşa örneğinde olduğu gibi, kendi ailelerini hanedan ailesi yapabilmek için azınlıklar, eşkıyalar, Rum-Ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği yapmaktan asla çekinmedi.
Netice olarak Osmanlı topraklarındaki barış ortamı, dört bir yandan patlak veren ihtilaller, isyanlar hükümet darbeleri ve savaşlarla yok edildi. Siyasi ve politik istikrarsızlık, kargaşa ve savaşlar milletin felaketini hazırladı. Cemiyetin öne çıkan isimleri arasında kimler yoktu ki; Abdullah Cevdet, Abdurrahman Bedirhan, Ahmet Rıza, Ahmet Fazlı, Ahmet Ferig, Ahmet Kemal, Ahmet Lütfullah, Ahmet Niyazi, Ahmet Saib, Ali Fahri, Ali Fehmi, Ali Haydar, Ali Şefkati, Bahaeddin Şakir, Derviş Hüma, Edhem Ruhi, Şekib Arslan, Halil Canem, Hüseyin Tosun, Hüsrev Sami, Hüseyinzade Ali, İbrahim Temo, İshak Suküti, İsmail Canpolat, İsmail Enver Bey, İsmail Kemal, Mahmüel Celaleddin Paşa, Mahir Said, Mehmet Ali Halim Paşa, Hacı İbrahim Paşazade Hamdi, Tarsusizade Münih, Tunalı Hilmi, Yusuf Akçura.
Peki bu kadar insanın Paris veya Londra gibi Avrupa’nın büyük şehirlerinde hiçbir parasal sıkıntı yaşamadan elini kolunu sallaya sallaya dolaşması, gazete ve dergi çıkartabilmesi, o dönemin lüks ve pahalı otellerinde toplantılar tertip edebilmesi nasıl mümkün olabilir hiç düşündünüz mü?
İttihat Terakki Cemiyeti’nin nüvesini oluşturan Jön Türk hareketi, Osmanlıyı zayıflatmak ve çökertmek için Batılı devletler ve onların istihbarat birimlerince madden ve manen açıkça desteklenmiştir. Neticede Jön Türkler Abdülaziz Han’ı önce darbeyle indirdi, ardından da katletti.
İkinci Abdülhamit’in belalısı İttihat ve Terakki Cemiyeti ise 1889’da kuruldu. 1908’de İttihat ve Terakki yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandı. Bu baskılar üzerine, II. Abdülhamit 24 Temmuz 1908’de anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet ilan edildi. Yapılan seçimler sonucunda oluşturulan yeni meclis 17 Aralık 1908’de açıldı. İttihat ve Terakki karşıtlarının baskıları sonucunda, 13 Nisan 1909’da İstanbul’da ayaklanma çıktı. 12 Nisan’ı 13 Nisan’a bağlayan gece, Taksim Kışlası’ndaki Avcı Taburu’na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan’ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti isyancılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükümet üyeleri tek tek istifa etti. Ayaklanma Heyet-i Mebusan üzerinde de etkili oldu. O gün İttihat ve Terakki üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadığı için meclise gitmediler. Bazıları İstanbul’dan uzaklaşırken, bazıları da kent içinde gizlendi.
Rumi takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu ayaklanma “31 Mart Vakası” olarak bilinir. Selanik’te kurulan Harekat Ordusu 23-24 Nisan 1909 gecesi İstanbul’a girerek ayaklanmayı bastırdı. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve isyancıların önderleri divanı harpte yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumi-i Milli adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan’ın 27 Nisan’da II. Abdülhamit’i tahttan indirip onun yerine V. Mehmet Reşat’ı tahta geçirmesi oldu.
Hükümetin zayıflığından faydalanan Balkan Devletleri kendi içinde hızlıca örgütlendi ve Osmanlı’dan ayrılmaya başladı. Bunun yanı sıra ordu içerisinde de bölünmeler yaşandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne muhalif olan kişiler ve muhalif gazete yazarları öldürüldü. Bunun ilk örneği “Serbesti Gazetesi” başyazarı Hasan Fehmi’nin 6 Nisan 1909’da öldürülmesiydi.
İçeride ve dışarıda yaşanan istikrarsız ve çözülmeler birçok felakete yol açtı. Hüseyin Cahit Yalçın bu durumu; “Kimsede birbirine karşı emniyet kalmamış, herkes miskin bir acziyyet ve tevekkül içinde, yüksek insanlık haklarından ve haysiyetlerinden uzak, olduğu yerde büzülmüş bir halde, hürriyetin lakırdısını işitmekten mütevellit bir korku içinde yaşamaktadır.” sözleri ile açıklar. 31 Mart Vakası’nın bastırılmasından ve Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra duruma hâkim olan İttihatçılar muhalif partilerin çoğunu kapattı. Sıkıyönetim ilan ederek birçok kişiyi astı. 31 Mart Vakası’ndan bir gün sonra Adana’da Ermeni ayaklanması yaşandı. Avrupa’ya şirin görünmek adına olaylara seyirci kalan İttihat ve Terakki’nin eylemsizliğinden dolayı iki bine yakın Müslüman Türk öldürüldü.
31 Mart Vakası’nın patlak verme süreci ise günümüz uygulamalarından hiç ama hiç farklı değildi. “Din elden gidiyor”, “Şeriat isteriz” gibi sloganlarla, İttihatçılarca bir gün önce Selanik’ten getirilen Avcı Taburu kışkırtılarak ayaklanma çıkartılıyor, bunun üzerine Selanik’ten Hareket Ordusu getirilip düzmece ayaklanma bastırılıyordu. Bu sayede hem muhaliflerin sesi bastırılıyor hem de halk gözünde, yapılanlara meşru bir kılıf uyduruluyordu.
31 Mart ayaklanmasının ardından hükümet bunalımları devam etti. Tevfik Paşa Hükümeti istifa ettikten sonra hükümeti kurma görevi yeniden Hüseyin Hilmi Paşa’ya verildi. Siyasi örgütlenme olarak henüz acemi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti meclis içinde hükümet sorumluluğunu üstlenmeden, hükümeti yönetmek istiyordu. Bu tutum 1909-11 yılları arasında hükümetin 8 defa yıkılıp yeniden kurulmasına neden oldu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, güya Abdülhamit’in istibdat yönetimine karşı ortaya çıkmıştı ama kendileri despotizm ve diktatörlüğün en eşsiz örneklerini sergiledi. Bu durum, İttihatçılara yönelik muhalefeti gittikçe kuvvetlendirdi. Muhalif gruplar, İttihatçıların kendi istibdat rejimlerini kurmasını engellemek için “Hürriyet ve İtilaf Fırkası” adı altında örgütlendi. Bu örgütlenme içerisinde İttihat ve Terakki Cemiyeti içinden gelen “Hizb-i Cedid Hareketi” de vardı. Meclis içinde çoğunluğu elinde bulunduran İttihatçılarla-hükümetler arasında sürekli anlaşmazlıklar çıkmakta ve hükümetler güven oylaması sonucunda düşürülmekteydi. Bunun ardından meclis feshedildi ve yeniden seçimlere gidildi. Türk Siyasal Hayatı’na “Sopalı Seçimler” olarak geçen, İttihatçıların tedhiş (terör ve yılgınlık) hareketlerine başvurduğu 1912 seçimleri yine İttihatçıların meclis çoğunluğunu elde etmesiyle sonuçlandı.
1912’de Balkan Harbi başladı. Ordu içinde yaşanan bölünmeler yüzünden Osmanlı Devleti bu savaştan kısa sürede yenik bir şekilde ayrıldı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın ardından kurulan Kamil Paşa Hükümeti de İttihatçıların karalama propagandalarına dayanamayıp istifa etti. Normal yollarla iktidara gelemeyeceğini anlayan İttihatçılar ise 23 Ocak 1913’de toplantı halinde bulunan hükümet binasını bastı ve kanlı bir şekilde iktidara el koydu. Olaylardan sorumlu tutulan 24 kişi idam edildi.
1914 yılında yapılan seçimleri de kazanan İttihatçılar, ani bir oldu-bitti ile Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünya Savaşı’na soktu. Talat, Enver ve Cemal Paşaların çeşitli hülyalarıyla girilen savaş Osmanlı Devleti açısından hüsranla bitti. Savaşın mağlubiyetle bitmesi üzerine 8 Ekim 1918’de Talat Paşa Hükümeti istifa etti. Böylece İttihat ve Terakkiciler 10 seneden daha az bir süre zarfında, milyonlarca kilometrekare olarak devraldıkları Osmanlı topraklarını birkaç yüz bin kilometre kareye kadar düşürdüler. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekenamesi imzaladıktan bir gün sonra da ülkeyi terk ettiler. Enver Paşa Türkistan’a, Talat Paşa Berlin’e, Cemal Paşa ise Tiflis’e kaçtı.
İttihat ve Terakki’nin kendini hukuken feshetmesi, siyasetten çekilmesi anlamına gelmiyordu. Çünkü özde güçlü bir Masonik yapılanma söz konusuydu. Üyelerinin neredeyse tamamı Mason cemiyetinin aktif üyesiydi. Örgüt üyeleri değişik adlarla çalışmayı sürdürdü. Müdafaa-yı Hukuk ve benzer oluşumlara dönüşerek Kurtuluş Savaşı’na katıldılar. İstanbul’un işgalinden sonra Talat Paşa’nın direktifiyle kurulan Karakol Cemiyeti’nin çekirdeğini de İttihatçılar oluşturdu. Cemiyet, milli mücadele kadrosunun büyük bölümünü İstanbul’dan Ankara’ya kaçırdı, milli mücadelenin Anadolu kolu olarak faaliyet gösterdi ve silah kaçırdı. İngiliz işgal güçlerinin İttihatçıları tutuklamaya ve sürgüne göndermeye başlaması üzerine pek çok İttihatçı Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı.
Milli Mücadele kadrolarının büyük bölümü de eski İttihatçılardan oluştu. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Rauf, Fethi, Kâzım Karabekir, İsmet (İnönü), Celal (Bayar), Adnan (Adıvar), Şükrü, Rahmi, Çerkes Reşit, Çerkez Ethem, Bekir Sami, Yusuf Kemal, Celaleddin Arif, Ağaoğlu Ahmet, Recep (Peker), Şemsettin (Günaltay), Hüseyin Avni, Ziya Hurşit Beyler gibi liderlerin tümü eski İttihat Terakki Cemiyeti kadroları ve hatta Teşkilat-ı Mahsusa görevlileri idi. İttihatçı hareketin basın ve propaganda sözcüleri Ziya Gökalp, Mehmet Emin (Yurdakul), Celal Nuri (İleri), Yunus Nadi (Abalıoğlu), Falih Rıfkı (Atay), Velid Ebüzziya ise Milli Mücadele’nin savunuculuğunu üstlenmişlerdi.
Sultan Abdülaziz, Sultan II. Abdülhamit, Adnan Menderes, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan dönemleri karşılaştırıldığında tek bir “ortak” nokta bulunduğu görülmektedir. Sultan Abdülaziz dönemi, Osmanlı devletinin demiryolu yatırımlarına ağırlık verdiği, Avrupa coğrafyasındaki vilayetlerimizi İstanbul ve Anadolu’ya bağlayacak, ülkenin askeri ve ticari lojistik imkânlarını had safhaya çıkartacak çok önemli projelerin hayata geçirildiği yıllardır. Abdülaziz’in askeri açıdan önem verdiği bir diğer konu ise kuvvetli bir deniz donanması oluşturmaktı. Osmanlının denizde ve karada lojistik imkânlarını geliştirmesi Batılıların bir anda uyanmasına neden oldu ve padişahı tahttan indirmek için tıpkı günümüzde yapıldığı gibi yalan ve iftiraya dayalı algı operasyonları başlatıldı. Yurtdışından temin edilen borçlanmalar esnasında Sultan Abdülaziz’in rüşvet aldığı, hiç gerek olmadığı halde çok sayıda saray ve kasır yaptırdığı, devletin imkânlarını har vurup harman savurduğu en fazla yazılıp çizilen konulardı. Bu haberleri yapanların başında ise öncelikle Paris ve Londra menşeli medya grupları geliyordu. Bir diğer muhalif kanadı ise yukarıda zikredilen Jön Türkler oluşturuyordu. Yalan ve iftiralarla Sultan Abdülaziz’i tahttan indiremeyenler, demokrasi ve özgürlük safsatasıyla kandırılan Fatih medresesi öğrencilerini kullandılar. Avrupa ülkelerinin Osmanlı Devleti’ne çeşitli müdahalelerde bulunması halk arasında rahatsızlık yarattı. 9 Mayıs 1876 günü Fatih medreselerindeki öğrenciler gösteri yaptı. Göstericilerin sayısı kısa zamanda beş bine ulaştı. 12 Mayıs günü sadrazam Mahmut Nedim Paşa görevden alınarak yerine Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa getirildi. Ayrıca Hasan Fehmi Efendi’nin yerine Hasan Hayrullah Efendi şeyhülislam yapıldı. Hüseyin Avni Paşa’da seraskerliğe atandı. Ancak gösteriler sona ermedi. 17 Mayıs günü Fatih ve Beyazıt meydanlarında tekrar gösteriler yapıldı. 30 Mayıs 1876 Darbesi’nin liderlerinden Mithat Paşa darbeden bir gün önce yeni Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’den padişahın indirilmesi için bir fetva aldı. Böylece ertesi gün darbe yapılması için her şey hazırlandı. Süleyman Paşa’nın emrindeki Harbiye Mektebi öğrencileri ile İstanbul ordu komutanı Refik Paşa’nın emrindeki Taşkışla ve Gümüşsuyu kışlalarındaki askerler aynı anda harekete geçti. Medrese öğrencileri de bu gruba katıldı. Dolmabahçe Sarayı çember altına alındı. Tahttan indirilen Abdülaziz bir kayıkla saraydan uzaklaştırıldı. Feriye Sarayı’na kapatılan Sultan Abdülaziz, 4 Haziran 1876 günü bilekleri kesilmek suretiyle öldürüldü. Sultan’ı katleden kişilerin Cezayirli Mustafa, Yozgatlı Mustafa ve Boyabatlı Hacı Mehmet adlı üç pehlivan olduğu II. Abdülhamit tarafından oluşturulan komisyon tarafından sonradan tespit edildi. Hüseyin Avni Paşa doktorlara, cesedin kollarından başka hiçbir yerini göstermemişti. Cenazeyi yıkayan Sultanahmet Cami imamı ise Abdülaziz’in iki dişinin kırık, saçının ve sakalının yolunmuş, göğsünde de büyük bir çürük olduğunu söylüyordu.
Abdülaziz’in yerine iktidar tahtına bir mason olan 5. Murat geçirildi. Ancak akli dengesinin yerinde olmadığı gerekçesiyle 93 gün sonra o da tahttan indirildi. Bundan sonra Osmanlı tahtına devleti 34 yıl yönetecek olan II. Abdülhamit geçti. Almanya’yı dev bir imparatorluğa dönüştüren, 19. yüzyılın önemli devlet adamı ve Almanya’nın ilk şansölyesi Otto von Bismarck’ın Abdülhamit’le ilgili olarak sarf ettiği söz son derece önemlidir; “Dünyadaki bütün aklın yüzde 90’ı Abdülhamit’te, yüzde 5’i bende geri kalan yüzde 5’i de diğer insanlardadır”.
Sultan Abdülaziz’e yönelik saldırıların kat be kat fazlası iktidarının hemen her döneminde Sultan II. Abdülhamit’e de yapıldı. Başrolde yine New York Times gazetesi vardı. Tabi yabancı medya kuruluşlarına destek veren ve Jön Türklerin mutasyona uğramış şekli olan İttihat Terakki Cemiyeti’ni de unutmamak gerekir.
Abdülhamit Han’ın hedefleri de Abdülaziz’den farklı değildi. Askeri teknoloji açısından çağın gerisinde kalan Osmanlı ordusunun acilen modernize edilmesi gerekiyordu. 1879’da Osmanlı İmparatorluğu’nun hezimetiyle sonuçlanan 93 Harbi’nden sonra Sultan II. Abdülhamit, Rus yayılmacılığına karşı Osmanlı Ordusu’nun modernleştirilmesi gerektiğine karar verdi ve bu yayılmacılıktan etkilenen bir diğer ülke Almanya ile işbirliğine gitti. Aralarında sonradan Müşir rütbesi verilecek olan Baron Von der Goltz komutasındaki bir Alman askeri heyeti İstanbul’a geldi. Von der Goltz, askeri okullarda köklü reformlar gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için önkoşulları oluşturdu.
Abdülhamit donanmanın hızlı bir şekilde yenilenmesine gayret etti. Bu dönemde Abdülhamit ve Abdülmecid isimli zırhlı denizaltılar dünyada ilk kez Osmanlı tarafından denendi ve başarılı oldu. Ayrıca, ilk deniz müzesi onun döneminde 1897’de açıldı. Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişleri verildi. 1888 yılında Sultan II. Abdülhamit, Bağdat tren hattı inşaatı yapım lisansını, Alman Bankası Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi. Osmanlı ordusunun modern silahlar kullanmaya başlaması, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda hemen semeresini gösterdi. Osmanlı ordularının Atina’yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II. Nikolay’ın Sultan II. Abdülhamit’e haber göndererek, eğer derhal ateşkes sağlanmazsa Rus ordularının Erzurum’a hücum edeceğini bildirmesi engel oldu.
İlk kız okulları II. Abdülhamit zamanında açıldı. Çok önemli bir eğitim hamlesi başlattı. Günümüz Türkiye’si, Abdülhamit dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine ancak 1950’li yıllarda ulaşabilmiştir. 1895’te Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına tekabül eden bölgede 835 ortaokul ve lise bulunurken 1923’te bu sayı 95’e düşmüştür. 1895’te 97.837 olan öğrenci sayısına ise 90.356 öğrenci ile ancak 1950-51 sezonunda ulaşılmıştır. Öncesiyle kıyaslandığında Abdülhamit dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan Rüşdiye sayısını 1909’da 900’e, 6 olan idadi sayısını 109’a çıkartmıştır. 1877’de İstanbul’da sadece 200 tane modern ilkokul varken 1905’te 9000’e çıkmıştır. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu Cumhuriyet döneminde bile kırılamayan bir rekordur.
İkinci Abdülhamit’in gerçekleştirdiği en önemli projelerden birisi de hiç şüphesiz Hicaz Demiryolu inşaatıydı. Haydarpaşa-Ankara arasında inşa edilen ve Almanlarca finanse edilen Bağdat Demiryolu’nun aksine, bu projenin inşaat ve tasarımı tamamıyla İslam âleminden toplanan bağışlarla gerçekleştirildi. Sirkeci ve Haydarpaşa garları da Abdülhamit’in eseridir. 1869 yılında getirilen bir sistemle kara yollarının yapımına halkın katılımı sağlanmış, 16-60 yaş arası erkek nüfusun ve her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanlarının senede 4 gün yol inşaatında çalışması kararlaştırılmıştır. Bu sayede inşaatın hızla bitirilmesi sağlanmış, Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubeyazıt-İran kara yolu (1879) haricinde 12 bin kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat Şosesi 1895 yılına kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar Samsun’a göçü başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi Abdülhamit döneminde olmuştur. Bursa için de durum böyledir. Şehir içi ve şehirlerarası yollar sayesinde Bursa önemli bir karayolu kavşağı haline gelmiştir.
1877’de Posta Telgraf Teşkilatı kurulmuş, 30 Ağustos 1901’de ise gönderilerin yerine daha hızlı ulaşabilmesi için demiryolları (o zamanki adı Şark Şimendiferleri) şirketiyle özel bir anlaşma yapılmıştır. Telefon ise Avrupa’da kullanılmaya başlanıldıktan (1876) sadece 5 yıl sonra 1881’de İstanbul’a getirilmiş ve sınırlı da olsa istifadeye sunulmuştur. Telgraf hatlarının döşenmesine onun zamanında hız verilmiş, hatta bu hatların meteorolojik gözlemlerde kullanılması için talimatlar verilmiştir.
Halen faaliyette olan Şişli Etfal Hastanesi 1899’da, Okmeydanı’ndaki Darülaceze ise 25 Mart 1906 tarihli fermanla onun tarafından kurulmuştur. 20. yüzyılın başlarında Haliç ve Boğaziçi’ne birer köprü yaptırmayı düşünmüş, bu amaçla projeler hazırlatmıştır. Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen, fizibilitesi çıkartılan ve ihalesi yapılarak inşasına başlanan projelerden birisi de Yemen Demiryolu idi. 1913 yılında yapımına başlanan bu proje, İtalyan kuvvetlerinin Yemen’deki Cibana Limanı’nı topa tutmasıyla durmuş ve sonrasında iptal edilmiştir.
Abdülhamit döneminde yaşanan bu gelişmeler tıpkı Abdülaziz örneğinde olduğu gibi Batılıların hoşuna gitmedi. İçerideki işbirlikçilerini kullanarak Sultan Abdülhamit’e yönelik itibarsızlaştırma kampanyası başlattılar. İttihat Terakki Cemiyeti’nin organize ettiği gösteriler, atılan yalan ve iftiralar en sonunda etkisini gösterdi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişimine büyük katkısı olan bu eşsiz lidere “despot ve diktatör” yakıştırması yapıldı. Neticede 1909 yılında tahttan indirilip Selanik’e sürüldü. Ve sadece 6 yıl içerisinde Osmanlı toprakları İttihat Terakkiciler tarafından yabancılara peşkeş çekilip gitti.
İttihatçı kadrolar sadece Osmanlıyı yıkmakla kalmadı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarını da oluşturdu. Abdülhamit Han’ın bizlere miras bıraktığı 5 milyon 800 bin kilometrekarelik toprak parçası, Mason İttihatçılarca Lozan’da yabancılara resmen peşkeş çekildi ve geriye kala kala 750 bin kilometrekarelik Anadolu coğrafyası bırakıldı.
1 Kasım 1922’de Saltanat makamı kaldırılırken, 3 Mart 1924’de Halifelik makamına son verilip Osmanlı Hanedanı mensupları yurt dışına sürgün edildi.
Kanuni Sultan Süleyman’ın 1526 yılında Fransa Kralı François’e hitaben yazdığı mektubu lütfen hatırlayın. Bakın o mektupta ne yazıyordu;
“Ben ki sultanların sultanı, hakanların başı, krallara tac giydiren, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve atalarımın fethettiği Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Rum Vilayeti’nin Zülkadriye’nin, Diyarbekir’in, Kürdistan’ın, Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Haleb’in, Mısır’ın, Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün, Arap ülkelerinin ve Yemen’in ve de ateş saçan mızrağımın ve zafer getiren kılıcımın gücüyle sahip olduğum nice ülkelerin sultanı ve padişahı olan Sultan Süleyman Han’ım. Sen ki Fransa ülkesinin kralı olan Françesko’sun.”
Yazdığı tek bir mektupla Avrupalıları korkudan tir tir titreten Osmanlı hanedanının mensupları, kendilerine ait bu topraklardan bir gecede apar topar uzaklaştırıldı ve hayatta kalabilmek için yabancı ellerde hemen her işi yapmak zorunda kaldılar.
Çıkarılan kanunla hem hilafet kaldırıldı, hem de bütün padişah mülklerine el konulup, hanedan mensuplarının Türkiye topraklarında yaşamaları ebediyen yasaklandı. Millet Meclisi bütün Osmanoğlu sülalesini Türkiye topraklarında değil yaşamak, transit geçmekten bile mahrum etti.
Kanun görüşülürken hilafetin kaldırılması ve hanedanın sürülmesi üzerine hararetli tartışmalar yaşandı. Hatta müzakereler sırasında söz alan Rize mebusu Ekrem Bey “Hanedandan sadece yaşayanları sürmekle yetinmemeliyiz onların cetlerinin kemiklerini dahi mezarlarından çıkararak Türkiye haricine göndermeliyiz” deme şerefsizliğini bile gösterdi.
Neticede 431 sayılı kanun Millet Meclisi’nce kabul edildi. Türkiye topraklarını terk için şehzadelere 24 saat, sultanlara 10 gün süre tanındı. Halife Abdülmecid Efendi ise hemen o gece sınır dışı edildi.
Kararı İstanbul valisi Haydar Bey ve Polis müdürü Sadeddin bey tebliğ etti. Bu sırada sarayın etrafı inzibatlarca sarılmış, telefon ve telgraf ağı kesilmiş, giriş çıkışlar tutulmuş, dışarı ile her türlü bağlantı imkânı kesilmişti. Hazırlıklar 1,5 saat sürdü Halife ve maiyeti hemen o gece Dolmabahçe’den alınıp Çatalca’ya götürüldü. İstasyonda bekleyen Simplon Ekspresi’ne bildirilerek Türkiye topraklarından çıkarıldı. Halifenin sürülmesinden hemen sonra da Dolmabahçe sarayında Sultan Abdülaziz zamanından beri yaşayan ve hizmet gören 50 kadar yaşlı kadın Darülaceze’ye sevk edildi.
İki hafta içinde 155 kişilik Osmanlı ailesinden Türkiye’de hiç kimse kalmadı. Kanuna dahil olmadıkları halde ebeveyn ve çocuklarıyla sürgüne gitmek zorunda kalan toplam 200 kadar kişi ellerine verilen ikişer bin İngiliz lirası ve bir yıllık “dönüşü olmayan” pasaportlarla “vatansız” statüsünde sınır dışı edildi.
Sürgünden sonra ailenin başına bir dert daha açıldı. 431 sayılı sürgün kanununun 7. maddesi gereğince; aile mensupları Türkiye’deki gayrimenkullerini 1 sene içerisinde tasfiye etmek mecburiyetindeydi. Aile bu tasfiyeyi bizatihi gerçekleştiremezse iş hükümet tarafından yapılacak, satılan gayrimenkul bedelleri kısmen hazineye, kısmen de sahiplerine verilecekti. İşte hanedanın sürgün senelerini yokluk ve sıkıntı içerisinde geçirmesinin en büyük sebebi bu mesele oldu. Mülkler, hanedanın Türkiye’de ki vekilleri ya da hükümet tarafından tasfiye edildi ama bedeller sahiplerine değil aracı şahısların ceplerine girdi. Şehzade ve sultanlara ait bazı şahıs mülklerine de “Padişah malı” denilerek keyfi şekilde el konuldu.
Şu bir gerçek ki 1924 yılında bir gece ansızın bu ülkeden sürgün edilen Osmanlı hanedan mensuplarının yaşadıklarının milyonda birini İttihat Terakkiciler yada bu Cumhuriyet’i kuranlar yaşamış olsalardı, Avrupa ülkelerinin kral ve hükümdarlarına bin bir türlü yalakalık yapar, devletlerinin aleyhinde konuşmaktan asla imtina etmez, Türkiye Cumhuriyeti’ni Lahey Adalet Divanı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başta olmak üzere her yere şikâyet eder, devlet aleyhine yurtdışında trilyonlarca dolarlık tahkim ve tazminat davaları açarlardı.
Ancak Osmanlı hanedan mensupları devletleri aleyhine tek bir kelime etmedikleri gibi, yiyecek ekmek bulamadıkları durumlarda dahi devletlerine laf gelmesin diye dava açma yoluna gitmediler. Kaderlerine razı oldular. Büyük bir tevazu ve alçakgönüllülük örneği sergileyerek, sabır ve sebat içerisinde bu ülkeye yeniden kabul edilecekleri günü beklediler.
Merhum Adnan Menderes 1952 yılında NATO toplantısı için Fransa’ya gider. Bir ara Paris büyükelçisini yanına çağırarak Osmanoğulları ailesinin Paris’te yaşadığını ve ne yiyip ne içtiğini sorar. Büyükelçinin bilgisinin olmadığını söylemesi üzerine Adnan Menderes Büyükelçiye 24 saat mühlet verir. Bir müddet sonra büyükelçi adresle gelir. Hanedanın ziyaretine giden Menderes, gördükleri karşısında çılgına döner. Devlet-i Aliye’nin ulu Hakanı Sultan Abdülhamid Han’ın 80 yaşındaki hanımı Şefika Sultan, 60 yaşındaki kızı Ayşe Sultan ve diğer Osmanlı hanımları, Paris yakınlarında bir bulaşıkhanede Fransızların bulaşıklarını yıkamaktadırlar. Menderes gözyaşlarını tutamaz. Şefika Sultan’ın ellerine sarılır ve af diler. Türkiye’ye döner dönmez doğruca Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a çıkar ve “Osmanlı hanımlarını bulaşık yıkarken gördüm. Onların Türkiye’ye dönmeleri için af kanunu çıkaracağım” der. Celal Bayar da; “Adnan Bey sus! Sakın bu konuyu bir daha başka yerde açma, malum gazeteler tahrikiyle silahlı kuvvetlerin içindeki cunta Türkiye’de ihtilal yapar” der. Menderes cebinden çıkardığı bir mektubu masanın üzerine bırakarak dışarı çıkar. Mektupta; “Analarının ve babalarının Fransa da hizmetçilik yaptığı bir ülkenin başbakanı olmaktan utanç duyuyorum, istifamın kabulünü arz ederim. Adnan Menderes.” yazılıdır.
Menderes’in istifadan vazgeçmesi için epeyce uğraşılır ve hanedan hanımlarının yurda dönmelerine izin verilmesi şartıyla Menderes istifadan vazgeçer. 16.06.1952 tarihinde 3 Mart 1924 tarihli 431 numaralı kanunun 2. maddesinin değiştirilmesi ve aynı kanuna bazı maddeler eklenmesi hakkındaki kanun kabul edilir. Resmi Gazete’de 23.06.1952’de yayımlanan 5958 nolu kanun ile Osmanoğullarından sadece kadınların Türkiye’ye dönmelerine izin verilir.
Daha sonra 15.05.1974 tarihinde kabul edilen 1803 nolu kanun ile de hanedana mensup erkeklerin ülkeye dönmelerine hak tanınır.
Geçen onlarca yıl boyunca hiçbir hanedan mensubu, içimizdeki hainlerin yaptığı gibi örneğin; Gezi Olaylarına katılmadı, CNN ve BBC gibi ajanslara abuk sabuk pozlar ve demeçler vermedi, darbecileri alkışlamadı, Alman Cumhurbaşkanı’nın huzurunda el pençe divan durmadı, Amerikan bayrağı desenli battaniyeyi üzerine örtüp kanepede uyurken poz vermedi, “bu ülkenin vatandaşı olmaktan nefret ediyorum” demedi, yabancı istihbarat kuruluşlarına hizmet etmedi, asalet, görgü ve terbiyelerinden asla taviz vermedi.
Hanedan mensupları yılların verdiği görgü, terbiye ve asaletle hiç kimseyle asla senli benli konuşmadı, kendi aralarında bile “sen” değil “siz” cümlesini itina ile kullandı.
Bizler onlara çok şey borçluyuz. İçimizdeki görgüsüz hainler her ne kadar onlara yönelik olarak “şekerim”, “cicim”, “bacım” gibi edepsizce laflar etse de, bizler onlara karşı saygıda asla kusur etmeyiz, edilmesine de izin vermeyiz.
Gelelim mal, mülk, yat, kat, ada meselesine.
Hanedan mensuplarının şahsi servet ve mallarına el konulmasına yönelik olarak 1924 yılında çıkartılan 431 sayılı kanun tam bir hukuk garabetidir. 431 Sayılı Kanun’un 8. Maddesi; “Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti arazisi dahilindeki tapuya merbut emvali gayrimenkulleri millete intikal etmiştir” şeklindedir. Halbuki Sultan Abdülhamit, yasanın ilanı tarihinden altı yıl önce vefat ettiği için anılan yasanın Sultan ve mirasçılarına uygulanması zaten hukuken mümkün değildi.
Kaldı ki bu yasanın bir diğer maddesi de “tarafların devlet aleyhine bir yıl içinde dava açabileceklerini, aksi durumda dava hakkını kaybedeceklerine” ilişkindir. Yurtdışına beş parasız olarak sürgün edilen hanedan mensupları, yiyecek ekmek satın almakta bile zorlanırken, avukat ve mahkeme giderlerini nasıl karşılayacaktır ki?
Sultan 2. Abdülhamid ve diğer hanedan mensupları adına kayıtlı menkul ve gayrimenkuller kesinlikle hanedan mensuplarına iade edilmelidir. Yoksa biz bu ayıpla yaşamak zorunda kalırız. Bu kanun her şeyden önce Anayasa’dan kaynaklanan “mülkiyet hakkının” ihlalidir.
Şimdi olaya farklı bir cepheden bakalım. Kendileri adına kayıtlı taşınmazların devlete intikaline “olmaz ya” hadi bir an için “evet” diyelim.
Peki! Şimdi size bir soru soracağım. Evlilik sırasında evlenecek kızın çeyiz olarak getirdiği mal veya emtia kimin hakkıdır? Bu çeyizde devletin veya üçüncü şahısların hakkı olabilir mi?
Cevap veriyorum; ASLA VE KAT’A OLMAZ, OLAMAZ…
Yargıtay içtihatlarına göre “çeyiz” olarak getirilen mallar, herhangi bir zaman aşımına tabi tutulmaksızın ve hatta mal rejiminin sona ermesinden önce ve sonra bile varislerce talep edilebilir. Eşyaların aynen geri verilmesine ilişkin istihkak davaları her zaman açılabildiğinden ZAMAN AŞIMINA DA TABİ DEĞİLDİR.
İsteyenler bu konuyu detaylıca araştırabilir.
Şimdi Osmanlı hanedan mensuplarının şahsi malı konumunda olan ve “çeyiz” olarak geldiği için her zaman talep edebilecekleri yeni bir konuyu dikkatlerinize arz ediyorum.
Birinci Murad döneminden itibaren Osmanlı Padişahları gayr-i müslim tekfur ve kralların kızlarının yanı sıra Anadolu beylerinin kızları ile de şehzadelerini evlendirmişlerdir. Aslında Anadolu beyleri ile bu münasebet çift yönlü olarak devam etmiş, Osmanlılar onlardan kız alırken, kızlarını da Anadolu beylerine veya oğullarına gelin olarak vermişlerdir. Osmanlıların bu yerinde ve fevkalade isabetli siyasetlerinin sonucu geç de olsa meyvelerini vermiş ve bu evlilikler neticesinde Anadolu aşiretleri ve beyleri arasında sağlam, köklü ve daimi akrabalıklar tesis olmuştur. Anadolu’da yüzlerce yıllık muhabbet, birlik ve beraberliğin temelinde, Osmanlının uyguladığı bu siyasetin rolü unutulmamalıdır.
Birinci Murad Han oğlu Yıldırım Bayezid’i Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun ile evlendirdi. Devlet Hatun’un annesi Mevlana Celaleddin Rumi’nin oğlu Veled Çelebi’nin kızı Mutahhare Hatun’dur. Süleyman Şah kızının çeyizi olarak beyliğinin en güzel yerleri olan Kütahya, Tavşanlı, Emed (Eğriöz) ve Simav şehirlerini Osmanlılara verdi.
İkinci Murad Han’da Anadolu beylerinden Candaroğlu II. İbrahim Bey’in kızı Hatice Hatun ve Amasyalı Şadgeldi Paşa’nın torunu Yeni Hatun ile evlilikler yaptı.
Hanedan mensuplarının diğer bütün mal taleplerinden vazgeçtiklerini varsayalım. Ama “çeyiz hakkı” başka bir şeydir. Hiç kimse ve hiçbir kanun çeyize el koyamaz. Çeyiz bir kadının anasının ak sütü gibi helalidir, hakkıdır.
Bu duruma göre hanedan mensuplarının çeyiz olarak Osmanlı devletine ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiş olan ve 431 sayılı Kanun neticesinde haksızca gasp edilen Kütahya, Tavşanlı, Emed (Eğriöz), Simav, Kastamonu (Candaroğlu Beyliği) ve Amasya’nın tüm arazisini geri alma hakkı bulunmaktadır.
10 Şubat 2018 Cumartesi günü Cennet mekân Sultan 2. Abdülhamit Han’ın 100’ncü ölüm yıldönümü vesilesiyle Nilhan Sultan Köşkü’nde tertip edilen ve hanedan mensuplarının katıldığı duaya davet edildim.
Yeryüzünün evrensel son hükümdarı Sultan Abdülhamit Han Hazretleri hakkında üç beş kelime etme şerefine nail oldum. ALLAH’IN YERYÜZÜNDEKİ GÖLGESİ VE DÜNYADAKİ TÜM MAZLUMLARIN KORUYUCUSU sıfatına sahip olan o muhteşem SULTAN hakkında söylenecek o kadar çok şey var ki…
Kelimeler boğazıma düğümlendi… “Sahibi olduğunuz bu ülkeden sizleri sürgün edenlerin lekesini alnımızdan nasıl sileceğimizi bilemiyorum” diyecektim diyemedim.
80 milyon Türk halkı bu utanç ile yaşayamaz.
Hayatta olan hanedan mensupları toplam kaç kişidir bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey varsa o da onların bu durumda yaşamayı asla hak etmedikleri.
Peki ne yapmamız gerekiyor?
- Öncelikle 431 sayılı kanunu tümden ortadan kaldırıp Hanedan mensuplarına ait gayrimenkulleri, 1924 yılından itibaren hesaplanacak kira ve icar gelirleriyle beraber iade etmeliyiz.
- Üçüncü şahıslarca haksız şekilde gasp edilen ve gerçekte Hanedan’a ait olan her türlü sembol, amblem, logo, marka, alamet-i farika ve diğer tüm görsel ve işitsel haklara ilişkin patentleme ve markalama işlemlerini, çıkartılacak yeni bir kanunla iptal edip asıl sahibi olan Hanedan mensuplarının kullanımına sunmamız gerekiyor.
- Çeyiz olarak Osmanlı topraklarına katılan Kütahya, Tavşanlı, Emed (Eğriöz), Simav, Kastamonu ve Amasya dahilindeki tüm gayrimenkulleri Hanedan adına tescil etmeli veya bu arazilerden elde edilen ve devlet tarafından toplanan vergi gelirlerinin belirli bir kısmını, Hanedan mensuplarınca kurulacak bir Vakfa aktarmamız gerekiyor.
- Gerek devlet, gerekse özel ve tüzel kişilerce kullanılan ve Hanedan’ı temsil ve sembolize eden her türlü ayni ve nakdi haklardan dolayı Hanedan mensuplarınca kurulacak Vakfa “isim hakkı bedeli” ödememiz gerekiyor. Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, Osman Gazi Köprüsü gibi Kamu Özel Sektör İşbirliği projelerinin isim hakkından dolayı Hanedan Vakfı’na ödeme yapmasından daha doğal ne olabilir ki?
Osmanlı padişahlarınca ve hanım sultanlarınca inşa edilen Saray, Cami, Han, Hamam, Kervansaray, Okul, Üniversite ve diğer yatırım kalemlerinin gelirlerini saymıyorum bile…
“Yiğit düştüğü yerden kalkar” misali İstanbul’a yeni inşa edilen 3. Havalimanına Sultan 2. Abdülhamid Han’ın isminin verilmesi ve açılışa davet edilecek Batılı devlet başkanlarının ve başbakanların gözüne baka baka açılış kordelasının Osmanlı Hanedanının en yaşlı üyesince kesilmesi ne kadar anlamlı olur değil mi?
Unutmayın… Mülkiyet hakkı kutsaldır. Ona hiç kimse dokunamaz.
Hak yiyen, kul hakkıyla bu dünyadan göçüp gidenlerin Cennet’te ne işi olabilir ki?
Şu an için hiç birimizin Cennet garantisi yok.
Hanedan ailesinin mallarına el koymuşuz, ona buna peşkeş çekmişiz, yakmışız yıkmışız, ellerinde ne var ne yok hepsini gasp etmişiz ve Hıristiyan Batı memleketlerinde onları perişan halde bırakmışız. Bazılarının mezarı bile belli değil.
Bizim yatacak yerimiz yok.
Unutmayın… Osmanlı Sultanları ellerinde kılıçla toprak fethettiğinde ortada ne İngiltere ne Fransa ne Rusya ne de Almanya gibi devletler vardı.
Osmanlı hanedanının İngiltere, Belçika, Hollanda, İspanya veya Japonya hanedanlarından neyi eksik?
Tarihimizdeki bu ayıbı temizlemek boynumuzun borcu. Vebal çok büyük…
CUMHURBAŞKANINA SÖYLÜYORUM: BU KUL HAKKIYLA SİZ BİLE CENNET’İN KAPISINI GÖREMEZSİNİZ.
Hem sizin, hem de bu milletin ahiretini kurtarmak için gereğini yapmak size düşüyor.
Yoksa?
CEHENNEM ÇOK SICAK…
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM
Ellerinize sağlık sayın hocam çok güzel ifade etmişsinniz sanırım 1/3 ünü okudum.