Çarşamba , Aralık 4 2024
Anasayfa / Makaleler / DİNLEYEN OLURSA EĞER DOLARI DÜŞÜRMENİN YOLLARI…

DİNLEYEN OLURSA EĞER DOLARI DÜŞÜRMENİN YOLLARI…

(Article 243-10.08.2018)

Geçen hafta ABD doları Türk lirası karşısında 5 TL’yi görmüş ve bu durumdan nemalanmak isteyenlere yönelik ağır bir yazı kaleme almıştım. Gerçek şu ki Papaz Brunson ve Papaz Fetullah restleşmesi ortamı giderek daha da germeye devam ediyor.

Bugün itibarıyla ABD doları yeni bir rekora imza attı ve 6,5 TL’yi gördü. Bence artık ip koptu. “İp koptu” derken bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Doların 5 TL, 6 TL veya 16 TL olması çok önemli değil. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde 3.80 TL olan dolar kuru, seçim günü yaklaştıkça 4.50 TL’yi görmüştü. O günlerde gerek Hükümet gerekse vatandaş bu yükselişi endişe ile takip ediyordu. Ancak ne zaman ki dolar kuru 5 TL’yi geçti işte o noktadan itibaren kamuoyunda bir tepkisizlik, umursamazlık veya Batı’ya karşı bir öfke nöbeti oluşmaya başladı.

Erdoğan’ın iktidara geldiği 2002 yılından bugüne kadar yaklaşık 16 yıl geçti. Erdoğan’a yönelik olarak gerek iç, gerekse dış mihraklar tarafından gerçekleştirilen hemen her eylem ters tepti ve Erdoğan’ın Türk kamuoyu nezdindeki desteği arttıkça arttı.

Rahip Brunson olayını bahane ederek Türkiye’ye karşı yaptırım kararı alan ve ortak yürütülen F35 ortak projesinde Türkiye’ye verilecek uçakları dahi teslim etmeyecek olan ABD kelimenin tam anlamıyla “cami duvarına işemiştir”.

Bu olayla birlikte ABD-Türkiye ilişkileri bir daha asla tamir edilemeyecek derecede yara almıştır. Ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

İşin sonu nereye gider? Bence gittiği yere kadar gider. Türkiye eksen kayması dahil her şeyi göze alacaktır. 100 yıldan beri sürekli olarak bizden birşeyler koparmayı alışkanlık haline getirmiş olan Batılılara karşı köklü bir rest çekilebilir. Kim bilir belki NATO’dan ve Batılıların tüm kurumlarından bir gece ansızın çekilebiliriz. Ve bir gece ansızın RUSYA-ÇİN ve TÜRKİYE’nin oluşturacağı yeni bir dünya düzeninin kurucu aktörü olabiliriz. Hatta alternatif bir Birleşmiş Milletler’in kuruluşuna da şahitlik edebiliriz. Ondan sonrasını ABD başta olmak üzere tüm Batılı ülkeler düşünsün. Ne derler; AZDAN AZ GİDER, ÇOKTAN ÇOK.

Kendilerini bir matah zanneden Batılılara cevap vermenin zamanı gelmiştir. Hiç endişe etmeyin; SU AKAR YOLUNU BULUR. Amerikan F35 uçağı gider onun yerine şimdilik Rus SU57 sonrasında ise kendi milli uçağımız gelir. Black Hawk gider ATAK gelir, LEOPAR tankı gider ALTAY tankı gelir. Gelir oğlu gelir…

NATO’dan ayrılıp Rusya ve Çin ile yeni bir pakt kuran Türkiye hiç bir şey kaybetmez kaybetmesine de, geriye kalan NATO’nun hali nice olur?

ABD’nin savunma harcamaları üçe dörde  katlandığında işin sonunda Türkiye’nin mi yoksa ABD’nin mi kaybedeceğini çok kısa sürede göreceğiz.

Peki! ABD’nin Türkiye’ye yönelik bu kini sadece Rahip, Papaz ve Pastör Brunson denilen bir teröristin hapiste tutulmasından mı kaynaklanıyor? Tabi ki değil. Asıl amaç; gittikçe güçlenen ve küresel bir güç olmaya doğru emin adımlarla ilerleyen Türkiye’yi bir şekilde tökezletmek ve pasifize etmek.

Türkiye’nin bu coğrafya için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğu bundan bir yıl önce yaşanan Katar krizinde kendini göstermişti. Türkiye ve onun özelinde Erdoğan olmasaydı bugün Katar diye bir devlet asla var olmayacaktı.

Bu coğrafyada tarih yeni baştan yazılıyor. Trans-Asya Demiryolu Hattı ile karada ve denizde yeni ve modern bir İpekyolu kuruluyor. Çin’den başlayıp Londra’da bitecek yeni demiryolu hattının en kritik ülkesi hiç şüphesiz Türkiye.

Önümüzdeki 10 yıl içerisinde Türkiye, Rusya ve Çin’in yanında yer alan ülkeler zenginleşirken Batılılar fakirleşecek.

Çin, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Rusya, İran, Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye ve bu güzergâh üzerinde yer alan diğer tüm ülke ve beldelerin malları, tıpkı bundan 500 yıl önce olduğu gibi Trans-Asya demiryolu vasıtasıyla Yavuz Sultan Selim Köprüsü üzerinden oluk oluk Avrupa’ya akacak. Taşıma maliyetleri ve taşıma süreleri en alt seviyeye inecek. Yük ve konteyner gemileri ile Avrupa limanlarına iki üç ayda ulaşan Uzakdoğu malları, sadece iki hafta içerisinde Avrupa’nın göbeğine taşınacak.

İnşaatı büyük oranda tamamlanan bu demiryolu koridorunun bütünüyle çalışır hale gelmesi durumunda Çin ile Türkiye arasındaki mal sevkiyat süresi 30 günden 10 güne düşecek. Daha önceden Pekin’den Türkiye’ye deniz yolu ile 2 ayda teslim edilen ürünler, 7-8 gün içerisinde İstanbul’da olacak. Karayolu mesafesinde de 3 bin kilometrelik bir azalma sağlanacak.

Marmaray, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Bakü-Tiflis-Kars ve Edirne demiryolu projeleri Modern İpek Yolu’nun orta koridorunu oluşturuyor. Batılıların temel endişe ve korkusu işte bu projeden kaynaklanıyor. 1488 yılında Bartlemeo Dias’ın keşfettiği ve Doğu ülkelerinin fakirleşmesine yol açan Ümit Burnu önemini hızla kaybedecek.

Yeni İpekyolu’nun devreye girmesiyle birlikte Avrupa genelinde gemi ve konteyner taşımacılığı yapan şirketler, sigorta şirketleri, gümrük ve liman işletmeleri batacak, fabrikalar kapanacak, Kıta Avrupa’sında işsizler ordusu oluşacak.

Yeni İpekyolu’nun deniz ayağında ise Basra Körfezi ve Kızıldeniz son derece önem taşıyor. Türkiye son üç beş yıl içerisinde her iki denizin lojistik güvenliğini temin açısından önemli adımlar attı ve Basra Körfezi’nde Katar’da, Kızıldeniz’de ise Somali’de askeri üsler kurdu. Bu askeri üsler, gerek Afrika ve Ortadoğu’nun deniz güvenliği, gerekse Katar hadisesinde görüldüğü üzere bu bölge ülkelerinin kendi güvenliklerini temin açısından son derece önem arz ediyor.

Türkiye’nin bu dönüşümünden rahatsız olan ABD, kendi yetiştirdiği FETÖ yapılanmasıyla öncelikle toplumu sokağa dökmeye çalıştı ve 2013 yılının Mayıs ayında gezi olaylarını tertipledi. Bu tutmayınca yine aynı örgüt kanalıyla 17-25 Aralık 2013 yargı ve emniyet darbesi uygulamaya konuldu ve hükümetin dört bakanına yönelik yolsuzluk kumpası devreye sokuldu. Bu da tutmayınca 15 Temmuz 2016 darbesi patlatıldı.

15 Temmuz darbesinin başarısızlıkla sonuçlanmasını takiben aşırı derecede agresifleşen ABD yönetimi, FETÖ, PKK, DEAŞ ve DHKP-C’li teröristleri aradan çekip artık açıktan açığa Türkiye’ye saldırmaya başladı. Trump ve Pence’in Rahip Brunson’a karşı yaptırım çıkışı Türkiye’ye saldırının en üst seviyesi oldu.

Erdoğan’ın BRICS görüşmeleri sırasında Çin ve Rusya Devlet Başkanları ile bir araya gelerek kritik temaslarda bulunması, S400 füze sistemlerinin Rusya’dan temin edilmesi, Çin Devlet Başkanı ile yapılan görüşmelerde ikili ticarette ülkelerin kendi para birimlerini kullanmayı ve Türkiye’de inşa edilecek dördüncü nükleer santralın Çinlilerce yapılması hususunu görüşmesi ABD’yi rahatsız eden diğer konu başlıklarını oluşturuyor.

Türkiye’ye karşı devreye sokulan “döviz operasyonunu” ne şekilde alt edeceğimizi sıralayacağım ama öncelikle Türkiye’nin elindeki silahları da iyi tespit etmesi gerekiyor.

Ayasofya Camii, Türklerin İslam alemi nezdinde ki en önemli prestij ve itibar vesilesi olup Batıya karşı hakimiyet ve üstünlük sembolü idi. Doğu Roma İmparatorluğu’nun bu müstesna başkentinde İmparator Kilisesi olarak inşa edilen bu yapı, Vatikan’ın Saint Pietro Kilisesi’ne nispetle asırlar boyu bu kenti fethetmek isteyenlerin rüyasını süslemişti.

Hz. Muhammed (S.A.V.)’in “Kostantiniyye elbette fethedilecektir. O’nu fetheden kumandan, ne güzel kumandandır! Onu fetheden asker ne güzel askerdir!” hadis-i şerifine konu olan şey aslında “Kostantiniyye” değil Ayasofya’nın bizzat kendisiydi.

Gerek Hz. Muhammed gerekse İslamiyet’i dünyanın o günlerde bilinen noktalarına yaymayı şiar edinmiş kişiler açısından Ayasofya adeta bir “kızıl elma” niteliğindeydi. Burası ele geçirildiği takdirde Hıristiyanlığın doğu dünyasındaki en büyük kalesi yerle bir olacak, Müslümanlık Avrupa içlerine yayılmaya fırsat bulacaktı. Fatih Sultan Mehmet’in Konstantiniyye’yi fethetmesiyle birlikte gerçekleşen şey de zaten birebir bu değil midir?

Ayasofya sadece Müslümanlar açısından değil Katolik Hıristiyan dünyası açısından da oldukça önemliydi. Bu şehrin ve Ayasofya’nın Katoliklerce ele geçirilmesi, Vatikan Kilisesi’ni dünyanın en büyük inanç merkezi haline getirecekti. Bugün Türkiye’yi Ermeni soykırımı hususunda yargılamaya kalkan Vatikan Kilisesi’nin vahşette sınır tanımayan şövalyeleri 1202-1204 yılları arasında düzenledikleri Dördüncü Haçlı Seferi sırasında bu kente hiç kimsenin yapmadığı zararı verdiler. Papa III. Innocentius, Kudüs’ü kurtarmak amacıyla tüm Avrupa’yı sefere davet etmiş ve toplanan ordunun emir komutası İtalyan Bonifacio’ya verilmişti. Ancak Latin orduları Kudüs yerine İstanbul’a yönelip Konstantinopolis’i işgal etti. İstanbul tarihinin en büyük yıkımını yaşadı. Haçlılar evleri yağmalamakla işe başladı. Yağmaya şahit olan erken dönem Fransız lirik şairlerinden Villehardouinli Geoffrey isimli tarihçi, “Askerler elbiselerinin üzerine işlenmiş olan haçın manasını unuttular, kasaplığa ve kundakçılığa giriştiler. Evler ateşe verildi, saraylarla resmi binalar tamamen soyuldu. Erkekler öldürüldü, kadınlar tecavüze uğradı, en kıymetsiz eşyalar, hatta köylülerin gömlekleri bile yağmalandı.” diye yazmıştır.

Doğu Romalılar 1204’teki bu felâketi hiç unutmadı. Sonraki asırlarda yaşanan Türk ilerleyişi karşısında Katolik dünyasından yardım istemek yerine “Ayasofya’da kardinal külâhını görmektense Müslüman sarığını görmeyi tercih ederiz” demelerinin nedeni işte bu vahşetti. Kurulan Latin İmparatorluğu 1204-61 yılları arasında İstanbul’da hüküm sürdü. 1261’de VIII. Mikhail Palaiologos Konstantinopolis’i geri aldı ve Latin Devleti’ne son verip Doğu Roma İmparatorluğu’nu tekrardan ihya etti.

Sonrası malum. Fatih 1453 yılında bu şehri aldı ve Ayasofya’yı camiye dönüştürdükten sonra Ortodoks İstanbul halkının can, mal ve inanç özgürlüğünün kendi güvencesinde olduğunu bizzat ifade etti. Ortodoks Hıristiyanlar fetihten sonraki asırlar boyunca huzur ve refah içerisinde yaşadı.

Şimdi gelelim Haçlı Seferleri listesinde yer almayan ancak Hıristiyanların üstün başarısıyla sonuçlanan 10. Haçlı Seferine. Bu Haçlı Seferi, 1914-18 yılları arasında yani son yapılan Haçlı seferinden tam 643 yıl sonra Osmanlı’ya karşı yapıldı. İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Yunanistan ve diğer bazı devletler bu savaş içerisinde yer aldı. Amaç, Müslüman Türkleri Avrupa topraklarından tamamen süpürüp atmaktı.

Başarılı da oldular.

Türkler, Trakya hariç Avrupa topraklarının tamamından püskürtüldü. Kudüs İngilizlerin eline geçti. Aslan Yürekli Richard’ın hayâli altı buçuk asır sonra gerçekleşti. Türkler, Ortadoğu’daki tüm topraklarını kaybetti ve küçücük bir coğrafyaya hapsedildi.

Batılıların ikinci hedefi Kudüs şehrini Müslüman Araplardan tamamen arındırmak olup Kutsal Kudüs Krallığı yeniden tesis etmektir.

1094 yılında gerçekleşen ilk Haçlı seferinden bugüne kadar yaşanan tüm seferlerin arkasında Vatikan vardır. Vatikan’ın zaman hususunda hiç acelesi yoktur. Endülüs’ten Müslümanları atmak için büyük bir sabırla 781 yıl beklemiştir. Kudüs’ü ele geçirmek içinse 1000 yıldan beri beklemektedir.

Papa, Hz. İsa’nın yeryüzündeki gölgesi ve vekil-i mutlakıdır. Yani; Halifesidir. İşte o Halifelik makamı tüm bu uzun vadeli projelerin planlayıcısıdır. Hani bizim Cumhuriyet aydınlarının 3 Mart 1924’de 243 sayılı kanunla bir çırpıda hükmi şahsiyetini ortadan kaldırdığı “İslâm halifeliği” var ya? İşte onun Hıristiyan dünyasındaki karşılığı “Papalık” makamıdır.

Din işleriyle devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması” olarak tanımlanan “lâiklik” kavramı ve “ılımlı İslâm” gibi Kur’an’ı ve dini sulandırıcı fikirlerde Vatikan menşelidir. Cumhuriyet kadroları bu kurumun gelecekte Türkiye’ye neler kazandıracağını düşünememiş, ancak İngiltere başta olmak üzere tüm Batı dünyası İslâm Halifeliğinin gelecekte Türkiye’ye önemli roller yükleyeceğini önceden hesap edebilmişlerdir.

Halifelik müessesesinin yokluğundan dolayı bugün Müslüman ülkeler arasında veya Müslüman cemaatler arasında arabuluculuk yapacak, görüş beyan edecek, onları uzlaştıracak veya gerektiğinde rest çekecek herhangi bir kurum bulunmamaktadır.

Bugün tüm Arap coğrafyası yangın yeri gibidir. Irak, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan, Yemen, Libya, Sudan ve diğerleri hep birbirini yemekle meşguldür. Birbiriyle sıkı dostluk ilişkisi içerisinde bulunan iki tane İslâm ülkesi bulunmamaktadır. Hepsi birbiriyle problemli, hepsi birbirine düşmandır.

İşte Türk İslâm Halifeliği tam da bugünler için gereklidir. Çatışmaları sona erdirmek, bölgesel barışı temin etmek, tüm dünya Müslümanlarına önderlik etmek, İslam’a itibar kazandırmak, medeniyetler arası diyaloğu başlatmak ve sürdürmek hususunda Halifelik makamı muazzam bir güce sahiptir.

Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde Türkiye tarafından imzalanmasına rağmen, İngiltere bu anlaşmayı bir yıl boyunca imzalamadı. Bunun nedeni TBMM’nin halifelik makamına son vermemesiydi. İngiltere bu anlaşmaya ancak 16 Temmuz 1924 tarihinde yani Hilâfet makamının TBMM tarafından kaldırıldığı 3 Mart 1924 tarihinden dört ay sonra imza koydu. Böylelikle tam 407 yıl boyunca Türklerin uhdesinde bulunan Halifelik makamı, vizyonsuz ve geleceği iyi okuyamayan Cumhuriyet kadroları tarafından tasfiye edilip Türklerin eli Müslüman dünyasından ve Ortadoğu’dan tamamıyla kopartıldı. Bu tarihten sonra halifelik makamı boş ve sahipsiz kaldı. Ancak bugün hala Moro ve Ace’de Osmanlı halifesi adına hutbe okunmaktadır.

Merhum Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Dergisi’nin 29. sayısında yayınlanan bir makalesinde; “Lozan Antlaşması görüşmeleri sırasında Batılı Devletlerin delegasyonları ile Türk delegasyonu arasında kamuoyundan saklanan bazı gizli görüşmelerin ve gizli anlaşmaların yapıldığını; Türkiye’nin İslami kimliğinin yok edilmesi, halkın İslâmdan uzaklaştırılması ve Devlet yönetiminin İslami kurallar dışında seküler bir yapıya sahip olması konularında anlaşmaya varıldığını; bu tavizler karşılığında, Türkiye’nin bağımsızlığının Avrupa Devletleri tarafından tanındığını” açıklamaktadır.

1299 yılında Söğüt’te kurulup kısa zamanda üç kıtaya yayılan Türk İmparatorluğu’nun dağılma süreci çok kısa sürede gerçekleşmiştir. 1908 yılına kadar bu imparatorluğun toprakları milyonlarca kilometrekare büyüklüğündeydi. II. Abdülhamit’in 1909 yılında bir darbe ile tahttan indirilmesi ve İttihatçıların işbaşına geçmesi bu koca devleti sadece 6 yıl içerisinde yerle bir etti. Osmanlı Devleti’ni 1912’de Balkan Savaşları’na, 1914’de Birinci Dünya Savaşı’na sokan İttihatçılar, dört yılın sonunda bizleri bugün yaşadığımız coğrafyaya hapsetmeyi başardı. Bugünkü Cumhuriyet’in kurucuları ve idarecileri işte bu İttihat ve Terakkicilerdir. Sonra ne oldu? İlk olarak 24 Temmuz 1923 yılında Lozan imzalandı ve Osmanlı toprakları bir mirasyedi havası içerisinde dağıtıldı. Osmanlı devletinin mülkü durumunda olan milyonlarca kilometre arazi Lozan’da ona buna peşkeş çekildi ve bize ait olan topraklardan tam 64 tane devlet çıktı.

13 Ekim 1923’de yani Lozan Anlaşması’nın imzalanmasından sadece 3 ay sonra Türk tarihinin en utanç verici olaylarından biri gerçekleşti ve Peygamber Efendimizin hadis-i şerifine konu olan İstanbul şehrinin başkentlik sıfatı kaldırılarak, yeni Türk devletinin başkenti Ankara olarak belirlendi.

Ardından 1924 yılında Hilafet makamı kaldırılarak Müslümanlığın bu en önemli referans kurumuna darbe yapıldı. 1935 yılında ise sahte bir kararnameyle Ayasofya camisi müzeye dönüştürüldü. Yani Türklüğün izleri İstanbul’dan birer birer silindi. İşin sonunda Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiği o kutlu günün bir öncesine dönüldü; 28 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul Türklerin başkenti değildi, 28 Mayıs 1453’de Ayasofya cami değil Kilise idi ve 28 Mayıs 1453’de Hilafet makamı diye bir makam yoktu.

Sonraki yıllarda ne oldu?

Türkler İslamiyet’ten giderek uzaklaştırılırken, bu amaca dönük inanılmaz tarih katliamları yapıldı. İstanbul’daki çoğu camii ve mescit tek parti döneminde gazetelere ilan verilmek suretiyle satıldı, yıkıldı, yerine başka şeyler yapıldı. Bazıları meyhane olurken, bazıları gazino, bazılarının ise ahıra dönüştürüldü. Kendilerini “Mekke ve Medine’nin koruyucusu” olarak sıfatlandıran Osmanlı sultanlarının başkentinde İslam’ın mukaddes binaları birer ikişer yok edildi. Peki bunca rezalet kimin eliyle yapıldı? İçimizdeki hainlerin ve Batı sevdalılarının eliyle. Gazino, bar ve kumarhane açmanın ve bu mekânlarda boy göstermenin “çağdaşlık” göstergesi olarak kabul edildiği karanlık bir geçmişimiz var.

9 Temmuz 2018 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti devleti yeni bir evreye geçmiştir.

Osmanlı bakiyesi bu devlet neredeyse 100 yıl sonra İngilizler tarafından icat edilip, bu topraklara kaos, kriz ve istikrarsızlıktan başka bir şey sunmayan “demokratik parlamenter sistem” garabetinden kurtulmuş, tekrardan aslına dönmüştür.

Türkiye Cumhuriyet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tıpkı bir Göktürk Kağanı gibi, tıpkı bir Selçuklu Sultanı gibi ve tıpkı bir Osmanlı Hükümdarı gibi devletin dizginlerini ele geçirmiştir.

“Yiğit düştüğü yerden kalkar” misali bu kadim devleti kökleriyle tekrardan buluşturmak zorundayız.

Nedir bu kökler?

Fatih Sultan Mehmet’in 29 Mayıs 1453 günü Doğu Roma İmparatorluğu’nu tarihin sayfalarına gömerek kılıcıyla fethettiği İstanbul’un tekrardan başkent yapılması önceliğimiz olmalıdır.

İkinci adım fethin sembolü olan Ayasofya’nın tekrardan camiye dönüştürülüp ibadete açılmasıdır.

Üçüncü ve en önemli adım ise İslam dünyasına huzur getirecek olan Hilafet makamının tekrardan tesisidir. Hıristiyanlığın hilâfet makamı Vatikan’dır. Bugün hiç kimse Vatikan’ın mevcudiyetini tartışmamaktadır. Hâlbuki İslâm halifeliğinin kaldırılması, İslam’ın en önemli referans kurumunu ortadan kaldırmış, İslam’ı başsız ve denetimsiz bırakmıştır. Bu makamın kaldırılması Vatikan başta olmak üzere birçok Batılı ülkenin menfaatine doğrudan doğruya hizmet etmektedir.

İngilizler, Hindistan ve diğer Müslüman sömürgeleri üzerindeki etkinliğini dikkate alarak Osmanlı İslâm halifeliğinin kaldırılmasını devlet politikası olarak benimsemiştir. İslâm halifeliğine son verilmesinin, Ortadoğu başta olmak üzere tüm İslâm dünyasını nasıl bir çözümsüzlüğe soktuğu bugün çok net görülmektedir.

İslâm devrimi ihraç ediyor!” diye İran’ı suçlayanlar, Vatikan’ın Hıristiyanlığı yayma hususundaki misyonerlik faaliyetleri hakkında tek bir laf etmemektedir.

Bugün birileri çıkıp Vatikan’ın uhrevi kimliğini sonlandırmak istese ne olur biliyor musunuz? Böyle bir isteğe ilk başta Protestan İngiltere bile karşı çıkar. Çünkü Katolik kilisesinin yıkılmasıyla mantar gibi yüzlerce yeni mezhebin ortaya çıkacağını ve bu durumun orta ve uzun vadede Avrupa’da ve dünyada yeni güç dengeleri yaratacağını çok iyi bilir ve ona göre davranır.

Halifelik, tüm dünya Müslümanlığının en önemli kurumudur. Bu kurum, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni zayıflatmaz aksine güçlendirir ve tüm dünyadaki itibarını arttırır. İngiltere’de İngiliz kraliçesi ne kadar sembolikse, Vatikan’daki Papa ne kadar sembolikse, Yeni Türk İslâm Halifesi de o kadar sembolik olacaktır. Ancak bu makamın Türkiye’ye sağlayacağı siyasi ve bölgesel gücü hiç kimse küçümseyemez. Türkiye, hak ve adalete susamış tüm Müslüman dünyasının hilâfeten sembolik lideri olacaktır. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler başta olmak üzere tüm uluslararası kuruluşlardaki etkinliği ve gücü artacak, İslâm Kalkınma Örgütü veya İslâm İşbirliği Konferansı gibi dünya yüzeyinde hiçbir geçerliliği olmayan oluşumlar, Türkiye’nin önderliğinde yeniden şekillenecektir.

Son bir aydan beri Batılıların ahlaksızca yürüttüğü akademik saldırılarına karşın bazı adımları atmanın zamanı gelmiştir.

Öncelikle ekonomide var olan dolarizasyon ve döviz sarmalına son verilmesi gerekiyor. Yabanı para cinsinden borçlanma, mal ve hizmet alımına, kiralama, leasing ve kredi sistemine son verilmesi öncelikler listesinin başında geliyor.

Vatandaşın dolar, Euro ve diğer tüm döviz cinsleriyle tasarruf veya borçlanmasını, bankalarda döviz tevdiat hesabı açmasına kısıtlama gelmesi gerekiyor. Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde veya ABD’de kendi ulusal paraları dışında yabancı ülke paraları cinsinden banka hesabı açtırabilmesi neredeyse imkânsız bir şeydir.

Yerli malı kullanımını arttırmak ve ithal ürün talebini kısmak ise bu krizin etkilerini tersine çevirecektir.

Türkiye’nin finansal anlamda bağımsızlığını elde edebilmesi ve bir takım güçlerin sürekli olarak Türk ekonomisine operasyon çekememesi için “kendi sermayesini biriktirmesi” gerekiyor. Sermaye birikimini sağlamanın yolu ise üretmekten ve ihracat yapmaktan geçiyor. Ancak şu bir gerçek ki Türkiye’nin ihracatı 2002-2015 yılları arasında olduğu gibi artık hiç de hızlı artmıyor. 35 milyar düzeyinden 160 milyar dolar seviyesine hızla yükselen ihracat rakamımız, son dört beş yıldan beri adeta yerinde sayıyor. İhracat işlemine konu ürün çeşitliliğinin arttırılamaması, kapasite yetersizliği, pazar daralması, markalaşamama, patent ve know-how yetersizliği, ihracat yapılan ülkelerde var olan ekonomik sıkıntılar, küresel anlamda yaşanan ekonomik, siyasi, politik ve askeri krizler, yüksek faizler, artan kur baskısı, ülkede var olan politik ve ekonomik riskler bu durumun başlıca sebepleri.

Fakat tüm bunlardan daha da önemli bir konu var ki onu hiçbir şekilde göz ardı etmemek gerekiyor. Ehliyetiniz olabilir, çok güzel arabanız da olabilir ama o arabayı çalıştırmak için depoya benzin konulması gerektiğini de unutmamak lazım. Türk ekonomisinde çarkların dönmesine imkân sağlayacak en önemli unsur hiç şüphesiz; “para” yani “finansman” konusu. Ancak Türkiye’de “para” maalesef kıt kaynak.

Finansman sorununu aşamadığımız için bankalar başta olmak üzere yatırımcıların birçoğu yurtdışından yüksek faizlerle borçlanma yoluna gitmekte ve elde ettikleri yabancı para kredilerini Türk Lirasına dönüştürüp, üzerine kur risklerini de ilave etmek suretiyle Türkiye’deki talep sahiplerine kredi olarak vermektedirler. Bu arada kredi maliyetleri yüzde 3,5-4 seviyelerinden %22 düzeylerine kadar tırmanmaktadır.

Bu konuyu defalarca yazdım çizdim. “Dövizi düşüreceğiz”, “döviz alanın eli yanar” “bu yükseliş sunidir” gibi açıklamaların tamamı hikâyeden başka bir şey değildir.

Öncelikle Türk ekonomisindeki “dolarizasyon” sorununu ortadan kaldırmak gerekiyor. Ev ve işyerlerinin yabancı para ile kiraya verilmesi, otomobil ve konut satışlarının döviz cinsinden yapılması, devlet tarafından yapılan özelleştirme ve yap-işlet-devret ihalelerinde “dolar” ve “Euro” gibi yabancı paralarla işlem yapılması, neredeyse hemen her sokakta tekel bayisi gibi birbiri peşi sıra açılan “döviz büroları” ciddi bir sorun değil midir?

Merkez Bankası yöneticilerinin daha akılcı davranması ve yasa koyucunun Türk ekonomisindeki “dolarizasyon “ eğilimini ortadan kaldıracak kararlar alması daha etkili olmaz mı? Örneğin hükümet tarafından; “yabancı para cinsinden yapılan kira sözleşmelerinin, taraflar arasında anlaşmazlık yaşanması durumunda mahkemelerce davaya konu edilemeyeceği” yönünde karar alınsa bir daha hiç kimse “dolar” veya “Euro” üzerinden kiralama ve alım-satım sözleşmesi yapar mı?

Böyle bir karar, Merkez Bankası yöneticilerinin mahalle kabadayıları gibi “dolar alanı asacağız, keseceğiz, gereken adımları atacağız” gibi altı üstü boş açıklamalarından daha etkili olacaktır. Şimdi vatandaş çıkıp Merkez Bankası yetkililerine; “erkeksen adım atıver de göreyim!” dese ne olacak?

Tabi ki hiçbir şey olmayacak. İşte “hiçbir şey yapılamayacağını” bildikleri için, ABD Doları Türk lirası karşısında yükseldikçe yükseliyor.

Demek ki ne yapmak gerekiyor; öncelikle “boş boş konuşmayacağız”, ikinci aşamada Türk ekonomisindeki yabancı para sevdasını bitireceğiz, son aşamada ise orta ve uzun vadede üretimi ve ihracatı arttırmaya yönelik önlemler alacağız.

Hiç kimse endişe etmesin; “su akar yolunu bulur”. Çok kısa sürede ABD dolarının gerisin geri düşüşe geçtiğini ve olması gereken düzeylere indiğini göreceksiniz.

Kendi adamları ekonominin başına geçmedi diye Türk ekonomisine çelme takmaya çalışanlar ise birer ikişer hak ettikleri cezaya çarptırılacaktır.

Piyasalarda bir altın kural vardır; “AZDAN AZ GİDER ÇOKTAN ÇOK”. Biz zarar görüyorsak, bize bu tuzağı kuranların da zarar görmelidir. Bu dakikadan sonra iğneden ipliğe kadar tüm ithal malların talebini sonlandırmak gerekiyor.

Ancak şunu hiç unutmayın; Batılıları kahredecek en esaslı tokat; Ayasofya’nın ibadete açılması ve İstanbul’un başkent yapılması olacaktır.

Bu saatten sonra kimseye eyvallah etmememiz gerekiyor.

ZURNADA PEŞREV ARANMAZ!

Ha bu arada PASTÖR, PAPAZ veya PEDER BRUNSON denilen şerefsizi de tekrardan içeriye sokmak boynumuzun borcu olmuştur.

 

Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber