(Article 242 – 04.08.2018)
ABD Başkanının bizzat talimatıyla Türk İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı aleyhine yaptırım kararı alındı. Bu kararın aslında çok çeşitli nedenleri var. ABD bu tür agresif hareketleriyle gün geçtikçe kendi içine daha fazla kapanıyor ve itibar erozyonuna uğruyor.
Düşmanınıza karşı güç uygulamaktan daha korkutucu olan en önemli silah “tehdit”tir. Güç zehirlenmesi yaşayıp, kibir denizinde boğulursanız ve tehdidi uygulamaya dönüştürürseniz işin rengi bir anda değişir. Hiç ummadığınız birisi çıkar ve “Bana vurmayı mı düşünüyorsun? Hadi kıçın yiyiyorsa vur bakalım” der ve eğer siz de vuramazsanız işte o andan itibaren kelimenin tam anlamıyla madara olup gidersiniz.
Türkiye’ye karşı yaptırım kararı alan ve ortak yürütülen F35 ortak projesinde Türkiye’ye verilecek uçakları dahi teslim etmeyecek olan ABD “cami duvarına işemiştir”.
Bu olayla birlikte ABD-Türkiye ilişkileri bir daha asla tamir edilemeyecek derecede yara almıştır. Ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Peki! ABD’nin Türkiye’ye yönelik bu kini sadece rahip Brunson denilen bir teröristin hapiste tutulmasından mı kaynaklanıyor? Tabi ki değil. Asıl amaç; gittikçe güçlenen ve küresel bir güç olmaya doğru emin adımlarla ilerleyen Türkiye’yi bir şekilde tökezletmek.
Türkiye’nin bu coğrafya için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğu bundan bir yıl önce yaşanan Katar krizinde kendini gösterdi. Türkiye ve onun özelinde Erdoğan olmasaydı bugün Katar diye bir devlet asla var olmayacaktı.
Bu coğrafyada tarih yeni baştan yazılıyor. Trans-Asya Demiryolu Hattı ile karada ve denizde yeni ve modern bir İpekyolu kuruluyor. Çin’den başlayıp Londra’da bitecek yeni demiryolu hattının en kritik ülkesi hiç şüphesiz Türkiye.
Önümüzdeki 10 yıl içerisinde Türkiye, Rusya ve Çin’in yanında yer alan ülkeler zenginleşirken Batılılar fakirleşecek.
Çin, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Rusya, İran, Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye ve bu güzergâh üzerinde yer alan diğer tüm ülke ve beldelerin malları, tıpkı bundan 500 yıl önce olduğu gibi Trans-Asya demiryolu vasıtasıyla Yavuz Sultan Selim Köprüsü üzerinden oluk oluk Avrupa’ya akacak. Taşıma maliyetleri ve taşıma süreleri en alt seviyeye inecek. Yük ve konteyner gemileri ile Avrupa limanlarına iki üç ayda ulaşan Uzakdoğu malları, sadece iki hafta içerisinde Avrupa’nın göbeğine taşınacak.
İnşaatı büyük oranda tamamlanan bu demiryolu koridorunun bütünüyle çalışır hale gelmesi durumunda Çin ile Türkiye arasındaki mal sevkiyat süresi 30 günden 10 güne düşecek. Daha önceden Pekin’den Türkiye’ye deniz yolu ile 2 ayda teslim edilen ürünler, 7-8 gün içerisinde İstanbul’da olacak. Karayolu mesafesinde de 3 bin kilometrelik bir azalma sağlanacak.
Marmaray, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Bakü-Tiflis-Kars ve Edirne demiryolu projeleri Modern İpek Yolu’nun orta koridorunu oluşturuyor. Batılıların temel endişe ve korkusu işte bu projeden kaynaklanıyor. 1488 yılında Bartlemeo Dias’ın keşfettiği ve Doğu ülkelerinin fakirleşmesine yol açan Ümit Burnu önemini hızla kaybediyor.
Yeni İpekyolu’nun devreye girmesiyle birlikte Avrupa genelinde gemi ve konteyner taşımacılığı yapan şirketler, sigorta şirketleri, gümrük ve liman işletmeleri batacak, fabrikalar kapanacak, Kıta Avrupa’sında işsizler ordusu oluşacak.
Yeni İpekyolu’nun deniz ayağında ise Basra Körfezi ve Kızıldeniz son derece önem taşıyor. Türkiye son üç beş yıl içerisinde her iki denizin lojistik güvenliğini temin açısından önemli adımlar attı ve Basra Körfezi’nde Katar’da, Kızıldeniz’de ise Somali’de askeri üsler kurdu. Bu askeri üsler, gerek Afrika ve Ortadoğu’nun deniz güvenliği, gerekse Katar hadisesinde görüldüğü üzere bu bölge ülkelerinin kendi güvenliklerini temin açısından son derece önem arz ediyor.
Türkiye’nin bu dönüşümünden rahatsız olan ABD, kendi yetiştirdiği FETÖ yapılanmasıyla öncelikle toplumu sokağa dökmeye çalıştı ve 2013 yılının Mayıs ayında gezi olaylarını tertipledi. Bu tutmayınca yine aynı örgüt kanalıyla 17-25 Aralık 2013 yargı ve emniyet darbesi uygulamaya konuldu ve hükümetin dört bakanına yönelik yolsuzluk kumpası devreye sokuldu. Bu da tutmayınca 15 Temmuz 2016 darbesi patlatıldı.
15 Temmuz darbesinin başarısızlıkla sonuçlanmasını takiben aşırı derecede agresifleşen ABD yönetimi, FETÖ, PKK, DEAŞ ve DHKP-C’li teröristleri aradan çekip artık açıktan açığa Türkiye’ye saldırmaya başladı. Trump ve Pence’in rahip Brunson’a karşı yaptırım çıkışı Türkiye’ye saldırının en üst seviyesi oldu.
Pence ve ABD Başkanı Donald Trump’ın Türkiye’ye yönelik tehditler savurmasının ardında Başkan Erdoğan ile Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak’ın gerçekleştirdiği kritik temaslar var. Erdoğan’ın BRICS görüşmeleri sırasında Çin ve Rusya Devlet Başkanları ile bir araya gelerek kritik temaslarda bulunması, S400 füze sistemlerinin Rusya’dan temin edilmesi, Çin Devlet Başkanı ile yapılan görüşmelerde ikili ticarette ülkelerin kendi para birimlerini kullanmayı ve Türkiye’de inşa edilecek dördüncü nükleer santralın Çinlilerce yapılması hususunu görüşmesi ABD’yi rahatsız eden konuların başında geliyor.
Tehditlerin tesadüf olmadığının bir diğer göstergesi ise dünyanın en büyük bankası ile yapılan anlaşma. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Çinli finans kuruluşlarından, enerji ve ulaştırma sektörü yatırımları için özel sektör, kamu kurumları ve bankalara sağlanacak 3,6 milyar dolarlık kredi paketinin tamamlandığını bildirdi.
Tehditlerin bir diğer hedefi ise Çin-ABD ticaret savaşında Türkiye ekonomisinin kazanımları. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings, ABD ve Çin arasında etkisi giderek artan ticaret savaşlarının gelecek yıl ve 2020 yılında Türkiye ekonomisine olumlu yansımasının olabileceğini bildirmişti.
ABD’nin tam da Türkiye’nin yaptığı bu kritik büyüme hamlelerine paralel olarak yaptığı bu yaptırım şantajları ve savurduğu tehditler, bu kirli operasyonun bir tesadüf olmadığını, hedefin büyüyen Türkiye ekonomisi ve ikili ilişkiler bağlamında atılan stratejik adımlar olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.
Gelelim dolar meselesine.
Türkiye’nin finansal anlamda bağımsızlığını elde edebilmesi ve bir takım güçlerin sürekli olarak Türk ekonomisine operasyon çekememesi için “kendi sermayesini biriktirmesi” gerekiyor. Sermaye birikimi sağlamanın yolu ise üretmekten ve ihracat yapmaktan geçiyor. Ancak şu bir gerçek ki Türkiye’nin ihracatı 2002-2015 yılları arasında olduğu gibi artık hiç de hızlı artmıyor. 35 milyar düzeyinden 160 milyar dolar seviyesine hızla yükselen ihracat rakamımız, son dört beş yıldan beri adeta yerinde sayıyor. İhracat işlemine konu ürün çeşitliliğinin arttırılamaması, kapasite yetersizliği, pazar daralması, markalaşamama, patent ve know-how yetersizliği, ihracat yapılan ülkelerde var olan ekonomik sıkıntılar, küresel anlamda yaşanan ekonomik, siyasi, politik ve askeri krizler, yüksek faizler, artan kur baskısı, ülkede var olan politik ve ekonomik riskler bu durumun başlıca sebepleri.
Fakat tüm bunlardan daha da önemli bir konu var ki onu hiçbir şekilde göz ardı etmemek gerekiyor. Ehliyetiniz olabilir, çok güzel arabanız da olabilir ama o arabayı çalıştırmak için depoya benzin konulması gerekir. Türk ekonomisinde çarkların dönmesine imkân sağlayacak en önemli unsur hiç şüphesiz “benzin” yani “para ve finansman” konusu. Ancak Türkiye’de “para” maalesef kıt kaynak.
Finansman sorununu aşamadığımız için bankalar başta olmak üzere yatırımcıların birçoğu yurtdışından yüksek faizlerle borçlanma yoluna gitmekte ve elde ettikleri yabancı para kredilerini Türk Lirasına dönüştürüp, üzerine kur risklerini de ilave etmek suretiyle Türkiye’deki talep sahiplerine kredi olarak vermekte. Bu arada kredi maliyetleri yüzde 3,5-4 seviyelerinden %22 düzeylerine kadar tırmanmakta.
Bu konuyu defalarca yazdım çizdim. “Dövizi düşüreceğiz”, “döviz alanın eli yanar” “bu yükseliş sunidir” gibi açıklamaların tamamı hikâyeden başka bir şey değildir.
Öncelikle Türk ekonomisindeki “dolarizasyon” sorununu ortadan kaldırmak gerekiyor. Ev ve işyerlerinin yabancı para ile kiraya verilmesi, otomobil ve konut satışlarının döviz cinsinden yapılması, devlet tarafından yapılan özelleştirme ve yap-işlet-devret ihalelerinde “dolar” ve “Euro” gibi yabancı paralarla işlem yapılması, neredeyse hemen her sokakta tekel bayisi gibi birbiri peşi sıra açılan “döviz büroları” ciddi bir sorun değil midir?
Merkez Bankası yöneticilerinin daha akılcı davranması ve yasa koyucunun Türk ekonomisindeki “dolarizasyon “ eğilimini ortadan kaldıracak kararlar alması daha etkili olmaz mı? Örneğin hükümet tarafından; “yabancı para cinsinden yapılan kira sözleşmelerinin, taraflar arasında anlaşmazlık yaşanması durumunda mahkemelerce davaya konu edilemeyeceği” yönünde karar alınsa bir daha hiç kimse “dolar” veya “Euro” üzerinden kiralama ve alım-satım sözleşmesi yapar mı?
Yurtdışından döviz cinsinden borçlanmalara ise mutlaka belli bazı kriterler koymak gerekiyor. Evet! Türkiye’de para kıt kaynak. Yurtdışından finansman bulunması durumunda bu finansmanın ne şekilde geri ödeneceği ve yapılacak yatırımın cinsi de çok önemli. Örneğin bir kişi Türkiye’de üretip Türkiye’de satmak kaydıyla yurtdışından 5 milyon dolar kredi bulmuş ise ona “dur” dememiz gerekiyor. Yurtdışından temin edilen kredi tutarının iki, üç veya beş katı kadar ihracat yapma zorunluluğu konulması bu aşamada çok doğru bir uygulama olacaktır. Böylelikle yurtdışından elde edilen kredilerin geri ödemesi ihracat gelirleri ile yapılacak, iç piyasadaki kur baskısı ortadan kalkacaktır.
Türkiye ile ABD arasında bu türden sorunlar yaşanıp, ABD’nin yaptırım kararının ardından ABD doları Türk Lirası karşısında 5 liraya yükselirken toplumun bir kesiminin TÜRKİYE aleyhinde paylaşımlar yapması ise inanılır gibi değil.
İsminin başına T.C. rumuzunu ekleyen, Mustafa Kemal’in resmini kendilerine profil resmi olarak belirleyen bir takım kanı bozuklar güruhu yaptırım kararından dolayı adeta ABD’yi alkışlamakta. Ellerinden gelse ABD başkanı Trump’ın kıçını yalayacak kadar sevinç yaşayan bu ahlâksızlar tayfası zevkten çılgına dönmüş durumda.
ABD’nin aldığı bu kararı Türkiye’ye yönelik bir eylemden çok Erdoğan’a yönelik bir tepki gibi algılayan bu alık embesiller sürüsünün içinde bir gram vatan sevgisi, bir habbe milliyetçilik duygusu bulunmamakta.
ABD’nin aldığı karardan dolayı neredeyse zil takıp oynayacak olan ve sosyal medya profillerinden “KOYDUK MU?” şeklinde paylaşımlar yapan bu tür şerefsizleri gördükçe kendi kendime sormadan da edemiyorum; “Türkiye’de bu kadar süzme O.Ç. vatan haini hangi ara türedi?”
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM