(Article 228-16.05.2018)
ABD Başkanı Trump, Obama döneminde İran ile yapılan nükleer anlaşmadan ABD’nin çekilip çekilmeyeceğiyle ilgili nihai kararını canlı yayında tüm dünyaya duyurdu ve “Nükleer anlaşmadan çekildiğimizi açıklıyorum” dedi. Bu anlaşmanın; “utanç verici, tek taraflı korkunç bir anlaşma” olduğunu söyleyen Trump, “Nükleer anlaşmaya izin verirsem Ortadoğu’da silahlanma yaşanacak!” demeyi de ihmal etmedi.
Aynı Trump 15 Mayıs 2018 günü Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıyarak Ortadoğu’da bombanın fitilini ateşledi. Sonuç; Terör devleti İsrail’in piçleri tarafından 100’e yakın Müslüman Filistinli öldürülürken, binlerce insan yaralandı.
Halbuki Ortadoğu’yu adeta “silah marketi” haline dönüştüren ve PYD, YPG ve PKK başta olmak üzere neredeyse tüm terör örgütlerine beleş bedava silah dağıtan ABD’nin bizzat kendisi değil midir? Ancak maalesef “Güçlü olan haklıdır” prensibi bu dünyanın değişmez kuralı.
ABD’nin İran nükleer anlaşmasından çekilmesi ve İran’a karşı yeni ambargo ve yaptırımları dillendirmesi şimdiden birçok Avrupalı şirketi tedirgin etmeye başladı. Bu karardan en fazla etkilenecek sektör ise hiç şüphesiz uçak imalatçıları. Tahran ile uçak imalatçıları arasındaki 38 milyar dolarlık anlaşma tehlikeye girmiş durumda ve bence bitti! Avrupalı Airbus şirketi, rakibi ABD’li Boeing’den daha fazla riskle karşı karşıya. İran hükümeti, ulusal havayolu Iran Air, liste fiyatı 38,3 milyar dolar olan 200 adet yolcu uçağı siparişi vermiş, bunların 100 tanesini Avrupa şirketi olan Airbus’tan, 80 tanesini rakip Amerikan şirketi Boeing’den ve 20 tanesini de Fransız-İtalyan ortaklığı olan ATR şirketinden temin etmeyi kararlaştırmıştı.
ABD’nin ambargo kararı 6 Ağustos 2018 ve 4 Kasım 2018 tarihlerinde iki aşamalı olarak yürürlüğe girecek ve önceki yıllarda İran’a uygulanan ambargolardan daha şiddetli olacak. İlk aşamada;
- İran hükümetinin ABD Doları ile alışverişi yasaklanacak.
- Altın ve değerli metal ticareti engellenecek.
- Grafit, alüminyum ve çeliğin yanı sıra kömür ve yazılım geliştirmeye yönelik ürünlerin ithali yasaklanacak.
- Bu ürünleri İran’a ihraç etmek isteyen ülkeler de yaptırımlara maruz kalacak.
- İran dışında olan ve İran’a ait kaynakların bu ülke tarafından kontrolü engellenecek.
- İran’ın devlet tahvili ihalesi açması veya tahvil satması yasaklanacak.
- Otomotiv sektörüne yönelik sınırlamalar getirilecek.
- İran’dan ABD’ye yönelik gıda, halı satışı ve buna bağlı finansal işlemler askıya alınacak.
- İran’a yönelik yolcu uçağı, donanım ve servis satışı duracak.
İkinci aşama olan 4 Kasım 2018 tarihinde ise;
- İran’la bağlantılı tüm petrol işlem ve hizmetleri duracak.
- İran’dan petrol temelli petrokimya türevi ürünlerin tamamının alımı yasaklanacak.
- İran Merkez Bankası ile tüm yabancı banka ve finans kuruluşları arasındaki işlemler duracak.
- İran Merkez Bankası ve ülkenin finans kuruluşlarına yönelik önem arz edecek küresel ekonomik haber akışı yasaklanacak. İran’la ilgili tüm sigorta işlemleri durdurulacak.
- İran’ın petrol dahil tüm enerji sektörüne yönelik ambargolar devreye girecek.
- Ülkenin liman işletmecileri, tersaneleri ve gemi ile taşımacılık sektörü de ambargo kapsamına alınacak.
Bu ambargonun amacı görünürde İran’ı izole etmek gibi görünse de asıl hedef İran ile yoğun şekilde ticaret yapan Türkiye’nin önünü kesmek. Türkiye İran’dan petrol ve doğalgaz alımı yapıyor, buna karşılık iğneden ipliğe hemen her türlü ürünü İran’a satıyor. 35 yıldır ambargo altında tutulan İran’ın şimdiye kadar ayakta kalmasının esas sebebi Türkiye gibi bir komşuya sahip olması. İran’ın başı dara düştüğünde ona el uzatan “ilk ülke” hiç şüphesiz Türkiye oluyor. Nedeni ise İran nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan Azeri Türk nüfusu varlığı ve bu coğrafyadaki 2000 yıllık beraberlik.
Obama döneminde ABD ile nükleer pazarlık anlaşması yapıp ambargo baskısından kurtulan İran’ın son dönemde yaptığı en büyük hata ise Suriye savaşının tam göbeğinde yer almak istemesi. İran destekli Şii milisler gerek Irak’ta gerekse Suriye’de Sünni Müslümanlara karşı acımasızca eylemlerde bulundu. Esad’ın davetiyle Suriye içerisine yavaş yavaş dalmaya başlayan İran’ın bu hareketi İsrail’i korkutmaya yetti ve Yahudi lobisinin baskısına daha fazla dayanamayan Trump, İran ile imzalanan uluslararası anlaşmadan tek taraflı olarak çekildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, anlaşmanın bozulmasından en fazla ABD’nin zarar göreceğini açıkladı ki bu tespit son derece doğru. Bu coğrafyada bundan 15-20 yıl öncesine kadar bölge halklarının ABD’ye duyduğu sempati, yerini yoğun bir nefrete bırakmış durumda. Aklı başında hiçbir Arap vatandaşı bulamazsınız ki ABD’ye karşı içinde sevgi hisleri barındırsın.
Ortadoğu’da ABD’ye koşulsuz destek veren toru topu üç dört tane devlet kalmış durumda Bunlar da; İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn… İsrail uzun vadede ama diğer üç tanesinin akıbeti inanın kısa vadede çok kötü olacak.
Bundan birkaç gün önce BAE askerleri Yemen’in Sokotra adasına asker çıkardı. Hedef Kızıldeniz’in girişini kontrol altına almak. BAE denilen ülkenin toplam nüfusu 9 milyon. Ordusu ise Afrika’daki Mokoko! kabilesinin elinde mızrak çıplak ayak koşuşturan ordusundan hallice. ABD ve İsrail’in gazıyla kendini bir matah zanneden bu ülke bozması, şimdilerde Türkiye ve İran’a bulaştıkça bulaşıyor. Halk arasındaki tanımlamayla “BAE’nin kıçı kaşınıyor”. Sadece bir fiske ile yerle yeksan olacak bu ülkenin Ortadoğu’da Türkiye ve İran ile güç mücadelesine girmesinin esas sebebi ise ABD ve İsrail’in verdiği destek. Peki bunlar desteği çektiğinde ne olacak? Kefiyeli Arap’ın kafası o kadar uçmuş ki bunu düşünmüyor bile.
Tarih tekerrürden ibarettir. BAE, Bahreyn ve Suudi Arabistan yetkililerinin yakın geçmişte bu coğrafyada yer alan birçok ülkenin, dost bildiklerince iki dakika içinde sırtlarından nasıl bıçaklandıklarını görememeleri ne kadar kötü. İran-Irak savaşı esnasında Saddam’ın arkasında dağ gibi duran ABD’nin, Birinci Körfez Savaşı sırasında Saddam’ı nasıl ters yüz ettiğini hatırlamıyorlar bile.
Aynı şekilde bundan 100 yıl önce Osmanlı Devleti’ne başkaldıran ve İngilizler tarafından kendisine Arap Yarımadası’nın krallığı vaat edilen Mekke Şerifi Hüseyin’in işin sonunda avcunu yaladığını ve sürgünde öldüğünü de hatırlamıyorlar.
Amerika Birleşik Devletleri’ne yalakalık konusunda bugün sınır tanımayan Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri göreceksiniz kendi kazdıkları kuyuya düşecek ve ülkelerinin ellerinin arasından nasıl kayıp gittiğine şahit olacaklar.
İran meselesine gelince yazımın başında belirttiğim üzere burada hedef; “Türkiye”. Türkiye bu coğrafyanın en stratejik ve en güçlü devleti konumuna dönüştü. Ne Suriye’de ne Irak’ta ne de Sudan’da Somali’de Yemen’de Katar’da Kuveyt’te Türkiye’nin onay vermediği hiçbir şey yapılamaz. ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya bunun çok iyi farkında.
Ortadoğu’daki petrol rezervleri gelecek 100 yıl boyunca Batılıların iştahını kabartmaya devam edecek. Petrolün kokusu, okyanusta kan kokusu alan köpekbalığı gibi tüm sömürgeci devletleri ortak paydada buluşturuyor. Herkes bu pastadan bir parça pay almanın derdine düşmüş durumda ve gün geçmiyor ki yeni bir atak gelmesin. Trump’ın İran anlaşmasını feshetmesi, BAE’nin Sokotra adasına asker çıkarması, Fransa ve ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde askeri üs bölgeleri oluşturmaları, Suudi Arabistan’ın Yemen’i bombalaması, İsrail’in Suriye içerisindeki İran askeri noktalarına saldırı düzenlemesi ne kadar planlı ve sistematik bir saldırı silsilesinin başlatıldığını göstermiyor mu?
Türkiye’de 24 Haziran’da Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği genel seçimleri yapılacak. Standards and Poors, Fitch gibi kredi değerlendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kredini notunu Afrika’nın Uganda ve Nairobi kabile devletleri seviyesine düşürmesi, akabinde yabancılara ait olan HSBC ve Global Menkul Kıymetler’in yoğun hisse senedi ve tahvil satışları ile İstanbul Borsası’nı geriletmesi ve Amerikan Doları’nın 3,80 düzeylerinden 4,35 seviyesine yükseltilmesi birilerinin ekonomik suikastı başlattığının en önemli göstergesi.
Aslında yaşadığımız tüm bu olaylar bir şeyi ortaya koyuyor ki o da; “tam bağımsız ve güçlü Türkiye’yi inşa etmek için kendi ödeme sistemimizi, kendi ödeme araçlarımızı ve kendi finansman modelimizi yaratmanın zamanı” artık gelmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin SWIFT Code (Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication) sistemini kullanarak, yani “Dünya Bankalararası Finansal İletişim Birliği” vasıtasıyla dünya yüzeyindeki her bir doların hareketini an be an kontrol etmesini, kendi bankacılık sisteminin kullanıldığı bahane ederek dünya çapındaki birçok banka, finans kuruluşu ve şirkete milyarlarca dolar ceza kesmesini, Birleşmiş Milletler’deki baskı gücünü kullanarak cezalandırmak istediği birçok ülkeye ambargo koymasını engellemek istiyorsak bir takım radikal adımları atmanın zamanı gelmiştir.
Amerikan Doları’na bağımlılıktan kurtulmak ve ABD’nin bu türden finansal operasyonlarına maruz kalmamak için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uluslararası ticareti altına endeksleme modeli ise gerçekten makul bir yöntem. Ben altın uzmanıyım. Yüksek lisansımı “Türkiye’de Altın Kaçakçılığı”, doktoramı ise “Dünya Altın Borsalarının İşleyişi” üzerine yaptım. 1994 yılında da İstanbul Altın Borsası’nın kuruluş çalışmalarında aktif olarak görev aldım. Türk halkının altına olan düşkünlüğü herkesin malumudur. Düğün ve sünnetlerde, özel günlerde insanlar hem hediye hem de toplumsal dayanışma anlamında birbirine altın hediye eder. Türk halkının asırlar boyu tasarruf ettiği altın miktarı üzerine 1994 yılında bir anket çalışması yapmış ve yaklaşık 5 bin tonluk altın rezervinin varlığını tespit etmiştim. Şimdilerde ise bu rezervin 7 bin ton düzeyine ulaşmış olması kuvvetle muhtemeldir.
1998 yılında Hindistan Maliye Bakanlığı’nın talebi üzerine Altın Bankacılığı hususunda bir rapor hazırladım. O rapor sayesinde Hindistan’da altın bankacılığı kayda değer bir gelişme gösterdi ve Hindistan vatandaşlarının yastık altında tuttuğu altının ciddi bir kısmı bankacılık sistemi içerisine çekildi. Ancak yapmış olduğum tavsiyeler Türkiye’de dikkate alınmadığı için bizler bu konuda oldukça geri kaldık.
Türkiye’nin finansal anlamda bağımsızlığını elde edebilmesi için kendi sermayesini biriktirmesi gerekiyor. Sermaye birikimini sağlamanın yolu ise üretmekten ve ihracat yapmaktan geçiyor. Ancak şu bir gerçek ki Türkiye’nin ihracatı 2002-2015 yılları arasında olduğu gibi artık hiç de hızlı artmıyor. 35 milyar düzeyinden 160 milyar dolar seviyesine hızla yükselen ihracat rakamımız, son dört beş yıldan beri adeta yerinde sayıyor. İhracat işlemine konu ürün çeşitliliğinin arttırılamaması, kapasite yetersizliği, pazar daralması, markalaşamama, patent ve know-how yetersizliği, ihracat yapılan ülkelerde var olan ekonomik sıkıntılar, küresel anlamda yaşanan ekonomik, siyasi, politik ve askeri krizler, yüksek faizler, artan kur baskısı, ülkede var olan politik ve ekonomik riskler bu durumun başlıca sebepleri.
Fakat tüm bunlardan daha da önemli bir konu var ki onu hiçbir şekilde göz ardı etmememiz gerekiyor. Ehliyetiniz olabilir, çok güzel bir arabanız da olabilir ama o arabayı çalıştırmak için depoya benzin konulması gerektiğini de unutmamak lazım. Türk ekonomisinde çarkların dönmesine imkân sağlayacak en önemli unsur hiç şüphesiz; “para” yani “finansman” konusu. Ancak Türkiye’de “para” maalesef kıt kaynak.
Finansman sorununu aşamadığımız için bankalar başta olmak üzere yatırımcıların birçoğu yurtdışından yüksek faizlerle borçlanma yoluna gitmekte ve elde ettikleri yabancı para kredilerini Türk Lirasına dönüştürüp üzerine kur riskini de ilave etmek suretiyle Türkiye’deki talep sahiplerine kredi olarak vermektedirler. Bu arada kredinin maliyeti yüzde 3,5-4 seviyelerinden %22 düzeylerine tırmanmaktadır. Merkez Bankası’nın Türk Lirası üzerinden elde edilen TL mevduatından %10,5 ve yabancı para mevduatlarından da %12 oranında zorunlu karşılık talep etmesi bu artışın en önemli sebeplerindendir.
Merkez Bankası’nın bu tavrı ahşap binaya benzin döküp kibrit çakan kişinin, “burada neden yangın çıkmış acaba!” tarzında pişkince hareket etmesinden başka bir şey değildir.
Türk Lirası Amerikan Doları karşısında 4,50 seviyelerini gördü. Şu bir gerçek ki Merkez Bankası bürokratları çuvallamıştır.
Bu konuyu defalarca yazdım çizdim. “Dövizi düşüreceğiz”, “döviz alanın eli yanar” “bu yükseliş sunidir” gibi açıklamaların tamamı hikâyeden başka bir şey değildir.
Öncelikle Türk ekonomisindeki “dolarizasyon” sorununu ortadan kaldırmak gerekiyor. Ev ve işyerlerinin yabancı para ile kiraya verilmesi, otomobil ve konut satışlarının döviz cinsinden yapılması, devlet tarafından yapılan özelleştirme ve yap-işlet-devret ihalelerinde “dolar” ve “Euro” gibi yabancı paralarla işlem yapılması, neredeyse hemen her sokakta tekel bayisi gibi birbiri peşi sıra açılan “döviz büroları” ciddi bir sorun değil midir?
Merkez Bankası yöneticilerinin daha akılcı davranması ve Türk ekonomisindeki “dolarizasyon “ eğilimi ortadan kaldıracak kararlar alması daha etkili olmaz mı? Örneğin hükümet tarafından; “yabancı para cinsinden yapılan kira sözleşmelerinde taraflar arasında anlaşmazlık yaşanması durumunda mahkemelerce davaya konu edilemeyeceği” yönünde karar alınsa bir daha hiç kimse “dolar” veya “Euro” üzerinden kiralama ve alım-satım sözleşmesi yapar mı?
Böyle bir karar, Merkez Bankası yöneticilerinin mahalle kabadayıları gibi “dolar alanı asacağız, keseceğiz, gereken adımları atacağız” gibi altı üstü boş olan açıklamalarından daha etkili olmaz mı? Şimdi vatandaş çıkıp Merkez Bankası yetkililerine; “hadi lan erkeksen adım atıver de göreyim seni” dese ne yapacaklar? Tabi ki hiçbir şey yapamayacaklar. İşte “hiçbir şey yapamayacağını” bildikleri için dolar Türk lirası karşısında yükseldikçe yükseliyor.
Demek ki ne yapmak gerekiyor; öncelikle “boş boş konuşmayacağız”, ikinci aşamada Türk ekonomisindeki yabancı para aşkını bitireceğiz, son aşamada ise orta ve uzun vadede üretimi ve ihracatı arttırmaya yönelik önlemler alacağız.
Dinleyen dinler, dinlemeyene ise zaten bir şey olmuyor…
Hayatlarında tek bir tane limon alıp satmamış kişilere Merkez Bankası gibi kurumlar teslim edilirse olacağı budur…
Dr. Mehmet Hakan Sağlam
Hocam dolar ile bağlantımızı bitirmemiz gerekli diyorsunuz yazinizin sonunda fakat devlet büyüklerimiz yaptirdiklari kopru otoyollari yandaş müteahhitlere neden dolar ile anlasma yapip arac gecislerine garanti veriyor? Halkin elinde yastik aldinda tuttuğu dövizi bozdurmayinca vatan haini oluverirken kendileri dolar uzerinden 15-20senelik geçiş garantili dolar uzerinden anlaşmak yapmasi ne kadar doğrular?
Ben bir öğretmenim. Yazılarınızı E- POSTAMA GÖNDERİRSENİZ DAHA GENİŞ ARKADAŞLARIMA ULAŞTIRABİLİRİM.