(Article 048-14.12.2014)
Dünya tarihi boyunca birçok medeniyet ve imparatorluğun diğer medeniyet ve imparatorluklar karşısında daha ileri ve zengin duruma geldiği dönemler yaşanmıştır. Pers İmparatorluğu, Yunan-Makedon İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu zenginlik ve refah bakımından dönemlerinin lider ve önemli devletleriydi. Günümüz iktisat tarihçileri Doğu ve Batı medeniyetleri arasındaki gelişmişlik farklılığının özellikle 15. yüzyıl ortalarından itibaren Avrupa lehine gelişme gösterdiği hususunda hem fikirdir. Batı dünyasında Orta Çağ ile Sanayi Devrimi arasındaki dönem genel olarak “Merkantilist Dönem” olarak isimlendirilir. Merkantilist dönemin ve merkantil ekonomi politikasının temel öğelerini şu şekilde sıralamak mümkündür;
- Milli ve güçlü devlet faktörü,
- Kıymetli madenlere sahip olma arzusu,
- Dış ticaretin gerekliliği.
Aslında bu özelliklerin tamamı gittikçe küreselleşen günümüz dünyasında ülkelerin ayakta kalabilmesi için gereken şartlar değil midir? Milli ve güçlü bir devlet yaratmanın koşulu güçlü bir ordu ve bunu destekleyen teknolojik bilgi birikiminden geçmektedir. Bugün ABD veya Rusya’nın diğer ülkeler karşısındaki üstünlüğünün nedeni bu değil midir? Tıpkı 15-16. yüzyıllarda sahip olduğu yüksek askeri silah teknolojisiyle Batı ülkeleri karşısında üstünlüğe sahip olan Osmanlı ordusu gibi.
Merkantilizmin ikinci öğesi kıymetli madenlere sahip olma arzusudur. Merkantilizme göre hammaddeden yoksun Batı ülkelerinin, Hindistan ve Çin gibi o yılların en önemli ticaret mevzilerine ulaşabilmesinin koşulu deniz ticaretinden geçiyordu. Ancak bu ticaretin yapılabilmesi için başta Hindistan olmak üzere birçok Asya ülkesinde sömürgeler ve dominyonlar oluşturulması gerekiyordu. Bunun içinde güçlü bir deniz donanmasına ve kuvvetli bir orduya ihtiyaç vardı. Böyle bir ordu ve donanmayı vücuda getirmenin yolu ise o yılların tek geçer akçesi olan “altın” ve “gümüş” gibi kıymetli madenlere sahip olmaktan geçiyordu. Kağıt paranın henüz icat edilmediği Ortaçağ dünyasında devletler şimdiki gibi kâğıt ve mürekkep kullanarak herhangi bir “değer” yaratamıyordu. Bir ülkenin zenginliği sahip olduğu altın ve gümüş miktarı ile ölçülüyordu. Hangi ülkenin hazinesi altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerle doluysa o ülke zengin sayılıyordu. Peki bu altın ve gümüş nereden ve nasıl elde edilecekti?
O yılların denizci toplumlarına bir göz atalım. Venedikliler, Cenevizliler, İspanyollar, Portekizliler, İngilizler ve Hollandalılar. Venedik ve Ceneviz tüccarı çoklukla iç denizlerde ticaret yapıyor, Anadolu ve Karadeniz havzasından temin ettikleri malları İtalya ve Marsilya limanları aracılığıyla Avrupa’ya taşıyordu. Ne gemileri ne de vizyonları açık deniz taşımacılığına uygun değildi. Barhélemy Diaz 1488 yılında Ümit Burnu’nu keşfedince bir anda dünya ticaret yollarının güzergâhı değişti. Bu değişiklik Çin ve Hindistan’dan başlayıp Halep, Mısır, Kefe, İstanbul ve İzmir limanlarında nihayete eren yol üzerinde bulunan tüm devletlerin ve ulusların yaklaşık 100 yıl içerisinde fakirleşmesine, gerilemesine ve hatta tarih sahnesinden silinmesine yol açtı. Fatih Sultan Mehmet’in veya onun oğlu II. Bayezid’in veya onun torunu Kanuni Sultan Süleyman’ın veya ondan sonra gelen bazı Osmanlı padişahlarının Ceneviz ve Venedik tüccarı başta olmak üzere Fransa ve İngiltere gibi ülkelere bazı ticari imtiyazlar sunmasının nedeni işte bu yok olmaya başlayan Uzakdoğu ve hatta daha doğru bir ifadeyle İpek Yolu ticaretini olabildiğince sürdürmek ve transit ticaret gelirlerinden devlete gelir sağlamaktı.
Günümüz Cumhuriyet ve iktisat tarihçilerinin dillendirdiği gibi Osmanlı’nın acizlik veya korkudan dolayı Batılılara ticari imtiyazlar vermesi asla ve kat’a söz konusu değildir. Ümit Burnu’nun keşfinden dolayı yeni ticaret yollarının ortaya çıktığını, yakın gelecekte İpek Yolu’nun tüm önemini kaybedeceğini, transit ticaretten elde edilecek devlet gelirlerinin azalacağını Osmanlı bürokrasisi çok iyi teşhis etmişti. Osmanlı’nın ticari imtiyazlarını “kapitülasyon” olarak isimlendiren Cumhuriyet kadroları, 1923 sonrasında neredeyse dünyanın diğer tüm ülkeleriyle akdettikleri ticaret imtiyazlarına “karşılıklı ticaret anlaşması” ismini vermediler mi? Öyle veya böyle, bir ülkenin ticaret yapmadan ayakta kalabilmesi mümkün değildir. Aksi durum “körler sağırlar birbirini ağırlar” misali, kapalı bir ekonomi içerisinde belli bir paranın o ülke insanları arasında el dolaştırmasından başka bir şeye yaramaz. Ali’nin parası Ahmet’in, Ayşe’nin parası Fatma’nın cebine girer ve neticede ülkenin toplam zenginliği bir kuruş artmaz.
Kıta Avrupası ülkelerinin neredeyse tamamı kısıtlı tarım üretimleri ve çok az sayıdaki ürün çeşitliliği karşısında çareyi sonsuz üretim yapılan Hindistan ve Uzakdoğu Asya topraklarında aramaya başladı. İşte bu nedenle Ümit Burnu onlara kurtarıcı gibi geldi. Öncelikle Portekiz ve İspanyollar hemen ardından İngilizler birbiri peşi sıra bu topraklarda sömürgeler edinmeye ve Hindistan sahillerini işgal etmeye başladılar. İngilizlerin sahip olduğu kaval gemi topları çok kısa sürede Portekiz ve İspanyolların ayağını Hindistan’dan kesip attı. İşte bunun üzerine İspanyollar yönlerini henüz keşfedilmemiş olan Amerika’ya çevirdiler. 1492 yılında Kristof Kolomb bu işi başarıp İspanya kraliçesine gemiler dolusu altın, gümüş, köle ve egzotik hayvanlar getirip Yeni Dünya’nın anahtarını ona sundu. Doğu’nun baharatı, tarım ürünleri, altın ve gümüşü İngilizler tarafından Avrupa’ya taşınırken, Aztek medeniyetinin tüm zenginliği de İspanyollar tarafından çalınıp kendi ülkelerine getirildi. İşte bu kıymetli metaller ve zenginlikler çok değil, sadece 100-150 yıl içerisinde Batı dünyasındaki entelektüel bilgi birikimini arttırdığı gibi sanayi devrimine giden yolu açtı ve bugünkü Avrupa ortaya çıktı.
Merkantilizmin üçüncü temel öğesi ise “dış ticaret” idi. Merkantilist ülkelerde üretilen nihai malların üçüncü ülkelere satılması gerekiyordu. Hammadde satışı kesinlikle yasaktı. Tarladan toplanan pamuk işlendikten sonra ya iplik olarak veya imkân varsa kumaş olarak ya da tekstil ürünü olarak satılmalıydı ki ülkeye daha fazla altın ve gümüş getirilsin. Hammadde ihtiyacını Hindistan’dan karşılayan İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin şimdi yeni bir şeye ihtiyacı vardı; üretilen ürünlerin kolaylıkla satışa sunulabileceği Osmanlı pazarına. Fransa kralının ve İngiliz kraliçesinin Osmanlı sultanından ticari imtiyaz talep etmesinin tek nedeni merkantilist öğretiydi. Tüccarın mal üretebilmesi için öncelikle “hammaddeye”, akabinde ise o hammaddelerden elde edilen nihai malların satılacağı “pazara” ihtiyacı vardı.
1453 yılında Doğu Roma İmparatorluğu’nu yerle bir edip Kostantiniyye’ye Türk bayrağını diken Sultan Mehmet, Batılıların korkulu rüyası haline gelmişti. 1347-1351 yılları arasında Avrupa’da büyük bir yıkıma neden olan Veba Salgını, o yıllarda 75 milyon olarak tahmin edilen Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birini yok etmişti. Avrupa’daki hiçbir ülkenin güçlü bir ordu çıkartabilecek ne gücü ne de kapasitesi vardı. Veba salgını sebebiyle büyük bir yıkım yaşayan Avrupa nüfusu eski seviyesine ancak 150 yıl sonra ulaşabildi. Veba salgını yüzünden Avrupa’da her üç kişiden biri hayatını kaybetmiştir. Bazı köyler tamamen yok olurken bazıları halkının çoğunu kaybetmiştir. 1340`da nüfus 76 milyon iken, 1450`de 50 milyon olarak kaydedilmiştir. Bazıları kimsenin haberi olmadan uykularında ya da yalnız başlarına ölmüşlerdir. Cesetleri ise ancak etrafa yayılan pis kokuları nedeniyle fark edilmiştir. Bazı bölgelerde ölüm oranları ve ölü sayıları şu şekildedir: Bristol`de nüfusun onda dokuzu, Norveç ve İzlanda`da üçte ikisi, Avignon`da 150 bin, Paris`te 50 bin, Londra`da 100 bin kişi, Venedik nüfusunun %70`i, Ceneviz`in %68`i, Floransa`da 45 bin, Marseilles`te bir ayda 16 bin, Siena`da 70 bin, St. Denys`de 14 bin, Strazburg`da 16 bin, Lubeck`te 9 bin, Basle`de 14 bin, Erfurt`ta an az 16 bin, Weimar`da 5 bin, Limburg`da 2.500 kişi ölmüştür. 1351 yılında Papa VI. Clement kıtadaki ölü sayısını 23.840.000 olarak hesaplanmıştır.
Adriyatik sahillerine kadar uzanan Balkan ve Doğu Avrupa havzasını rahatlıkla ele geçirip kendine yaşam alanı yaratan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Batı ülkelerinin esaslı saldırıları, Avrupa nüfusunun artmaya başladığı 1600’lü yılların ortalarından itibaren yoğunluk arz etmeye başladı. Artan Avrupa nüfusunun şiddetle talep duyduğu tahıl ihtiyacının o yıllarda temin edilebileceği en yakın coğrafya ise Osmanlı ülkesiydi. Ancak Osmanlı Devleti’nin ekonomi politikası, Batı da egemen olan merkantilizmden son derece farklıydı. Osmanlı’nın ekonomi politikası Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesi üzerine kurulmuş olup “provizyonist” bir yapı sergiliyordu.
Provizyonizm ilkesine göre; Osmanlı ülkesi içinde üretilen her türlü mal ve hizmet, öncelikle Osmanlı vatandaşlarının kullanımına sunulacaktı. Eğer ihtiyaç dışı veya kullanım dışı artık bir ürün kalırsa ancak bunların ihracına izin veriliyordu. Pamuk, buğday, arpa, üzüm, tuz gibi halkın ihtiyaç duyduğu yüzlerce hammadde ve nihai mal öncelikle Osmanlı vatandaşlarının ihtiyacına sunuluyordu. Ekonominin temel kuralı; “ülke içinde hiçbir şekilde mal sıkıntısı yaşanmaması” üzerine kuruluydu. Aksi durumda mal sıkıntısı ve mal kıtlığı yaşanır, bu durum fiyatların yükselmesine neden olur ve Osmanlı’nın “galâ-yı es’ar” dediği, günümüz iktisatçılarınca da “enflasyon” olarak isimlendirilen fiyat artışları ortaya çıkardı. Osmanlı’nın bu muhteşem ekonomi politikası sayesinde 15. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar geçen yaklaşık 350 yıl boyunca mal fiyatları sadece ve sadece yüzde 300 oranında artarken, 90 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nde yüzde yüz milyonluk fiyat artışı yaşanmıştır.
Yeniçağ’a Veba Salgını belasını def ederek giren Avrupa devletleri ekonomik ve siyasi açıdan nasıl bir gelişim sergiledi? Ekonomi konusunda Osmanlı’nın ve Batılıların uygulamaları arasında ne tür farklılıklar bulunuyordu? Bu konunun tam olarak anlaşılabilmesi için 17. yüzyılın kolonizasyon hareketlerinin iyi incelenmesi gerekir.
Osmanlı Devleti, kuruluşunu takip eden yaklaşık 350 yıl boyunca topraklarını sürekli genişletmiş, Asya, Avrupa, Afrika ve Kafkas coğrafyasına hakim olmuştu. Sonraki 250 yıl ise genişlemenin sona erip Batılılar karşısında toprak kayıplarının yaşandığı dönemdir. Bu makalede şimdiye kadar hiç araştırılmayan kolonizasyon ve sömürgeleştirme hareketlerinin Osmanlı ve Doğu dünyasına etkileri tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilmektedir. 1299’dan 1922 yılına kadar hayat süren bir devletin egemenliği altındaki topraklarda farklı etnik kökene ve farklı dinlere mensup insanlara hiçbir fark gözetmeksizin eşit vatandaş muamelesi yapması, din ve dil değişikliğine zorlamaması Batılılar açısından anlaşılır bir durum değildir. Osmanlı egemenliği altındaki halklara “Yüce Allah’ın bir emaneti” gözüyle bakarken, Batılılar fethettikleri topraklardaki yerli kavimlere maalesef “cansızlar” muamelesi yapmıştır. Bunun ne anlama geldiği yazı içeriğinde daha iyi anlaşılacaktır. Altı asır boyunca üç kıtaya hükmeden kudretli bir devletin kendi asıl dili olan Türkçeyi bile insanlara zorunlu kılmaması büyük bir erdem ve olgunluktur.
Sömürgecilik ve ticari kolonizasyon hareketlerinin ilk uygulayıcıları olarak 15. yüzyıldan itibaren karşımıza Portekiz, sonrasında ise İspanya, Hollanda, İngiltere ve Fransa çıkmaktadır. Bu süreci iyi anlamadan, Batılıların Doğu dünyasında ne işinin olduğunu, ne aradıklarını hiç kimse doğru şekilde idrak edemez. 15. yüzyıla kadar Avrupalılarca ancak Avrupa kıtası ile Afrika’nın kuzeyi ve Asya’nın batısı bilinmekteydi. Asya’nın doğusunda zengin ve nüfusu yoğun bir imparatorluğun (yani Çin’in) bulunduğu ve oradan Avrupa’ya ipek getirildiği biliniyordu. Fakat Hint Okyanusu’nun şekli hakkında en ufak bilgi sahibi olunmadığı gibi Hint Okyanusu’nun Asya ile Afrika kıtaları arasında güney yönünde kapalı bir deniz olduğu, yani Afrika kıtasının doğuya doğru uzandığı sanılıyordu. İskandinavyalıların 9. asırda İzlanda, Grönland ve Labrador sahilleri ile Kanada’ya, hatta bugünkü Amerika Birleşik Devletleri topraklarının kuzeydoğusunu takip ederek şimdiki New York şehrinin bulunduğu yere kadar gitmiş oldukları tahmin edilmektedir. Bundan başka Fransız ve İngilizler, Afrika’nın batı sahillerini takip ederek güneye doğru gitmiş ve Gine’ye kadar olan sahilleri keşfedip buradan altın ve fildişi ticareti yapmaya başlamışlardı.
Yeniçağ’ın başlarında ise birçok yönden önemli keşifler yaşanmıştır. O zamanlar dünyanın coğrafi durumu hakkında yeni fikirler ileri sürmek, bugün olduğu gibi yeni keşifler için bir vesile olarak kabul edilmezdi. Ne olduğu bilinmeyen bazı uzak memleketlere, oralardan sadece kıymetli ticari mallar geldiği için önem verilirdi. Avrupalılar yemeklerinde biber, Hindistan cevizi, karanfil, zencefil, tarçın gibi baharatları bol olarak kullanıyorlardı. Halbuki bunları meydana getiren bitkiler ancak sıcak ülkelerde yetişiyor, hatta Hindistan cevizi ile karanfil yalnız Sonda Adaları’nın doğusundaki küçük volkanik adalardan çıkıyordu. Baharatlar Malaka Boğazı yoluyla önce Hindistan limanlarına, oradan Arap gemiciler tarafından Mısır’a ve oradan da İskenderiye’ye getiriliyordu. İskenderiye’ye gelen mallar ise Avrupalı ve özellikle de İtalyan gemiciler tarafından satın alınıp dünyanın diğer bölgelerine taşınıyordu. Fakat bu alışveriş uygun fiyatlarla gerçekleşmiyor, Araplar talebi yüksek olan bu malları değerinin oldukça üzerindeki fiyatlarla Avrupalılara satıyordu. Avrupalılar baharatı üretildiği ülkede, daha doğrusu o dönem Avrupalılarının bildiği tabirle Hindistan’a giderek daha ucuza satın almayı hedefliyorlardı.
Diğer taraftan Avrupa’da altın ve gümüş kıtlaşmaya başlamış, altın adeta bulunmaz olmuştu. Eskiden beri işletilen ocaklarda gümüş tükenmiş, yeni ocaklar ise ihtiyaç derecesinde gümüş veremez hale gelmişti. Avrupalılar altın ve gümüş madeni bulabilecekleri yeni toprakları keşfetme sevdasına düşmüştü.
Bundan başka 13. asırdan itibaren dünyanın coğrafi durumu hakkındaki karanlık noktalar yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Marco Polo Uzakdoğu’da uzun müddet seyahat etmiş ve seyahatine ilişkin olarak kaleme aldığı “Livre des Merveilles” isimli eseri Avrupalıların yeni keşiflere ilişkin arzularını bir kat daha arttırmıştı. İslâm dünyasında coğrafya ile ilgili olarak kaleme alınan eserler, Batı ülkelerinin lisanlarına tercüme edilip yayımlanınca Avrupalıların coğrafya hakkındaki bilgileri artmış, dünyanın küre şeklinde olduğu ve daima batıya doğru gidildiğinde dünyanın etrafının dolaşılacağı ve bu arada Hindistan’a ulaşılacağı fikri genel kabul görmeye başlamıştı.
İlk Sömürgeci Devlet: Portekiz…
Gemicilik konusunda 14. asır başlarından itibaren önemli gelişmeler yaşanmış, dünya tarihini değiştirecek küçücük bir buluş olan “pusula” bulunmuştu. Artık yeni kıtalar, yeni dünyalar keşfetmenin zamanı gelmişti. Bu konuda ilk girişimi Portekizliler başlattı. Portekiz Devleti, Endülüs İslâm Devleti’nin yıkılışı sırasında İspanya devletiyle beraber Ibérique yarımadasının batı köşesinde ortaya çıkan ve Endülüs kıtasının hakimi durumuna gelen İspanyollarca gelişimi engellenen, deniz sahiline sıkışıp kalmış küçücük bir devletti. Portekizliler yarımada üzerinde gelişme olanağından yoksun kalınca, dışarıda toprak ele geçirmeyi kendilerine hedef olarak belirlemiş ve bu amaçla güçlü bir donanma kurmuşlardı. Deniz kenarında bulunan Portekiz ülkesinin arazisi oldukça az ve halkı için yeterli olmadığından yeni kıta ve topraklar keşfetmek büyük bir zorunluluk haline gelmişti.
Portekizliler toprak keşiflerine Afrika’dan başladılar. Afrika’da altın, gümüş ve kıymetli taşların bol olduğu sanılıyordu. Ancak Portekizliler ticareti geliştirmenin yanı sıra Hıristiyanlığı yaymaya da başladılar. Portekiz kralı I. John’un oğlu Henry, gençliğinden beri gemiciliğe olağanüstü ilgi göstermiş ve Portekiz tahtındaki hukuksal hakkından feragat ederek yeni toprak fetihlerine girişmişti. Henry babasından bir iki gemi alıp Lizbon’dan güneye doğru hareket etti ve ilk olarak boş ve üzeri büyük ormanlarla kaplı olan Madéres Adası’nı keşfetti. Portekizliler bu adadaki ormanları yaktıktan sonra Akdeniz adalarından üzüm ve şeker kamışı getirip dikti ve Portekiz’den birkaç yüz aile getirip oraya yerleştirdi. Bu adanın üzümlerinden üretilen şaraplar az zamanda büyük bir şöhret kazandı. Henry 1420 yılındaki bu başarısından sonra yaklaşık 40 yıl boyunca yeni toprakların fethiyle uğraştı. Asour, Kanarya ve Yeşil Burun adalarını keza Ekvator çizgisine kadar olan bütün Afrika sahillerini keşfetti. Portekizliler Henry’nin ölümünden sonra yeni keşifler yapmaktan geri durmadılar. 1486 yılında Barhélemy Diaz isimli bir Portekiz kaptanı Afrika’nın en güney noktasına kadar gittiyse de fırtınalardan dolayı söz konusu burnu dolaşamadı ve Afrika’nın güney noktası olduğuna kanaat getirdiği bu yere “Fırtınalar Burnu” (Cap des Tourmentes) ismini verdi. Portekiz kralı Emmanuel bu ismi “Ümit Burnu” (Cap de Bonne-Espérance) şeklinde düzeltti. “Ümit” tabiri, Portekizlilerin Hindistan yolunu keşfetmeye yönelik arzularından kaynaklanıyordu.
Portekiz Kralı Emmanuel’in hükümdarlığı döneminde 1497’de Vasco de Gama ismindeki diğer bir Portekiz kaptanı maiyetindeki dört gemi ile birlikte Ümit Burnu’nu dolaşarak Mozambik kıtasına ulaştı. Mozambik Müslümanları tarafından çok iyi karşılanan Vasco de Gama, Hindistan yolunu öğrenme arzusunda olduğunu Mozambik hâkimine iletti ve bunun üzerine yanına Hindistan yolunu bilen kılavuzlar verildi. Hint Okyanusu’nu 22 günde geçerek Hindistan’ın batı sahilinde büyük bir ticaret limanı olan Calicut şehrine yanaştı. Calicut hakimi bir Hintli olmasına rağmen, sahilde bir İslâm mahallesi bulunuyordu. Malaka’dan deniz yoluyla Calicut’a getirilen baharatı Araplar buradan satın alıyor ve diğer ülkelere götürüyorlardı. Calicut’daki Arab tâcirleri Portekizlilerin gelmesi üzerine Hindistan ticâretinin bunların eline geçeceğinden korkarak Hintlileri Vasco de Gama aleyhine kışkırttı. Calicut hakimi Vasco de Gama’ya samimiyet göstermemekle birlikte Portekizlilerin bu şehirde bir mağaza sahibi olmasına ve birkaç Portekizlinin orada kalmasına izin verdi. Vasco de Gama orada çok fazla kalmayarak Lizbon’a geri döndü. Bu suretle Avrupalılar için Hindistan yolu bulunmuş oldu. Vasco de Gama bundan sonra iki defa daha Hindistan’a sefer düzenledi ve üçüncü seferini yaptığı sırada 1524’de vefât etti.
Portekizliler ilk başlarda Hindistan’ın bazı limanlarında mağazalar açıp oralara memurlarını koymakla yetindi. Portekiz gemileri her sene bu limanlara gelip ticari malları alıp götürüyorlardı. Portekiz kralı 1505 yılında 20 gemi ve 1500 kişilik bir kuvveti Hindistan’a gönderdi. Ayrıca Hindistan’da Portekiz’in hak ve hukukunu gözetmek üzere bir de kral vekili vali görevlendirdi. Gönderilen askeri kuvvetin yarısı mağazaları korumak üzere Hindistan’da bırakılırken, bu alanların etrafını surlarla çevirmeye başladılar. Daha sonra bu tür surlar Afrika’nın doğu sahillerinde de yaptırıldı. Bu tedbirlerden sonra Portekizliler Hindistan ve Afrika sahillerinde Portekiz gemilerinden başka hiçbir ülke gemisinin ticaret yapmasına izin vermemeye başladılar.
İkinci kral vekili Albuquerque, Hindistan sahillerinin en önemli noktalarını elde ederek oralarda kendilerini savunacak şehirler inşâ ettirmeye başladı. Bu doğrultuda Goa’yı zabt edip hükümet merkezi olarak belirledi. Bundan sonra bir taraftan baharatın merkezi durumundaki boğaza hâkim Malaka şehrini, diğer taraftan da Doğu mallarını Akdeniz sahillerine göndermek için takip edilen yollara hâkim iki şehri yani Kızıldeniz girişindeki Aden şehri ile Basra Körfezi girişinde yer alan Hürmüz şehrini Arapların elinden aldılar. Bir müddet sonra Portekizliler Seylan Adası’na yerleştiler ve Moluques adalarına kadar ilerledikleri gibi Çin ve Japonya ile de ticari ilişkilerde bulunmaya başlayarak, 1517 senesinde Canton şehrinin yakınlarındaki Macao adasında ve 1542 senesinde Nagazaki’de birer ticari müessese kurdular. Bu suretle Portekizliler 16. asrın sonlarına doğru geniş bir araziye ve büyük bir güce sahip olmuş, Hindistan ticâretini tamamen ellerine almışlardı. Baharat ve sair mallar Portekiz gemileriyle Lizbon’a boşaltılıyor ve Avrupa’nın bütün şehirlerine buradan dağıtılıyordu.
Biber, zencefil, tarçın, Hindistan cevizi, karanfil gibi her çeşit baharatın ticâretini Portekiz kralı kendi tekeline almıştı. Portekiz halkı da Afrika’nın altın, fildişi, abanoz, hurma, ıtriyât gibi mallarını ve İran’ın halı ve incisini, atlarını, Hindistan’ın akmeşe, çivit, pirinç ve kıymetli taşlarını, Malaka’nın kereste ürünlerini ve kalayını, Çin’in ipekli ürünlerini ve kaplarını, Japonya’nın bakır ve tuncunu alıp satıyordu.
Portekizliler sömürgelerinden yararlanma konusunda günlük hareket etmiş, işgal ettikleri ülke ve sömürgelerin zirai kaynaklarını iyileştirip geliştirecekleri yerde, akıl ve mantığa aykırı işlerde bulunmuşlardır. Kral vekilleri üç sene süreyle atanıyor, başta vali ve adamları olmak üzere tüm Portekiz memurları halkı eziyor, kendi şahısları için para ve servet kazanmaktan başka hiçbir şey düşünmüyorlardı. Rüşvet ve yolsuzluğun sınırı yoktu. Portekiz gemicileri daimâ kendilerini üstün ve büyük görüp, sert muamelede bulunarak yerel halkın nefretini kazandı. Portekiz tâcirleri de kendilerine sunulan ayrıcalığı suistimal ettiler. Portekizlilerin tamamı sömürgelere giderek çok para kazanma hırsına düştü, tarla ve imalathanelerde çalışmayı bıraktı. Portekiz’in sömürgeci devlet olma hayâli fazla uzun sürmedi. Zaten Portekizliler nüfusları çok fazla olmadığından sahilleri işgal etmekte yetinip, sömürgelerinin iç kısımlarına girememişlerdi. Hatta merkezi devletin kuvveti, iç kısımlar bir yana elde ettiği topraklarla bile asla uyumlu değildi.
1580 yılında İspanya kralı II. Philip’in iktidarı sırasında Portekiz ile İspanya birleşerek tek bir devlet haline geldi. Bu nedenle bu iki devletin sömürgeleri de birleşmiş oldu. O sırada II. Philip ile savaşta bulunan Hollandalılar en önemli Portekiz sömürgelerini ele geçirdiler. 1640 senesinde İspanya’dan ayrılıp yine bağımsız bir devlet halini dönüştükleri zaman Portekizlilerin elinde ancak dağınık halde birkaç sömürge ve bir de Brezilya kalmıştı.
Yeni Kolonizatör: İspanya…
Sömürgecilik alanında Portekizlilerin bıraktığı boşluğu hemen İspanyollar doldurdu. Portekizliler doğuya doğru giderek Hindistan yolunu bulurken, İspanyollarda batıya doğru giderek Hindistan yolunu bulma hayâline kapılmışlardı. İspanyolları bu konuda zirveye çıkaracak keşfi ise Hindistan yolunu bulacağı yerde 1492 yılında yeni bir kıta bulan Kristof Kolomb yaptı. Kristof Kolomb dünyanın o vakitler bilinen tüm sahillerine seyahatler yapmış, 1470’de Lizbon’da bir kaptanın kızıyla evlenip oraya yerleşmiş, harita çizim ve satış işiyle uğraşmaya başlamıştı. İşte o sıralarda batıya doğru giderek Hindistan’a ulaşabilmenin mümkün olduğu fikrine kapıldı ve bunu hayata geçirebilmek için Portekiz, İngiltere ve Fransa krallarıyla Ceneviz Cumhuriyeti’ne müracaat ettiyse de kimse bu düşüncesini dikkate almadı. Karısının ölümünden sonra Lizbon’u terk etti ve İspanya’ya yerleşti. Aynı düşüncesini Kral Ferdinand ile karısı İzabella’ya da açtı ancak yine olumlu yanıt alamadı. Fakat Gırnata’nın ele geçirilmesinden sonra Kral ve Kraliçe, Colomb’a bir anlaşma imzalatıp Hindistan yolunu bulması için görevlendirdi. Yapılan anlaşmaya göre; Colomb’a 350 bin Frank kıymetinde para ve gemi verilecek, bulacağı topraklarda kral vekili (Vice-roi) sıfatına sahip olacak, bulunacak yerlerin ticareti kendisi tarafından yapılacak, ancak bulunacak ve ele geçirilecek toprakların hakimiyet hakkı ve oralardan çıkarılacak ticari malların onda dokuzu Kral Ferdinand’a ait olacaktı.
Bunun üzerine Colomb 3 Ağustos 1492’de 3 gemi ve 120 tayfa ile Palos limanından hareket etti. İlk önce Kanarya Adaları’na geldi ve oradan batıya doğru yöneldi. Tamamen bilinmeyen bir yöne doğru yapılan bu seyahat uzayınca gemicilerde Hindistan’ı bulma ümidi şöyle dursun İspanya’ya dönme ümidi bile kalmamaya başlamıştı. Gemiciler birçok defa geri dönmek istemişlerse de Colomb’un azim ve kararlılığı sayesinde yola devam edilmiş, nihayet 11 Ekim 1492 tarihinin akşamında önce bir ışık, sabahleyin ise toprak görünmüş ve 13 Ekim 1492 tarihine denk gelen Cuma günü karaya inilmişti. İspanyollar ilk ulaştıkları bu yere San Salvador adını vermişlerdir ki, burası şu an Antil Adaları’nın kuzeyindeki Bahama Adaları’ndan birinin ismidir.
Colomb, San Salvador Adası’nın ve sonradan keşfettiği diğer adaların Hindistan civarında bulunduğuna inanmış ve bu fikrinden asla vazgeçmemiştir. Birinci seferinde Bahama Adaları’ndan başka Küba ve Haiti Adaları’nı da keşf etmiş ve birkaç ay orada kaldıktan sonra 15 Mart 1492 tarihinde Palos’a dönmüştür. Hintli olarak isimlendirdiği yerlilerden birkaç kişiyi ve İspanyollarca bilinmeyen bazı kuşları ve birkaç parça altın külçesini de dönüşünde beraber getirmişti. Colomb daha sonra Amerika’ya üç seyahat daha yaptı. İkinci seyahatinde Antil Adaları’nın keşfine devam etti. Üçüncü seyahatinde asıl Amerika toprağına ayak basarken, dördüncüsünde Amerika sahilini takip ederek Panama Boğazı’na kadar geldi. Fakat Küba valisinin kıskançlık nedeniyle kendisine attığı bir iftira üzerine Kral tarafından İspanya’ya çağrıldı ve gözden düşmüş bir kişi olarak 1506 yılında hayata veda etti.
Colomb esasen aradığı yer olan Hindistan’a ulaşamamış, Amerika kıtası onun yolunu keserek Hindistan’a ulaşmasına engel olmuştu. Coğrafi açıdan Colomb’un keşfi çok önemliydi, ancak İspanyolların baharat ve kıymetli maden bulma hususundaki emellerini tatmin etmemişti. Baharatın çıktığı memlekete ne olursa olsun ulaşmak gerekiyordu. Diğer taraftan keşfedilen toprakların Asya kıtasının parçası olmayıp yeni bir kıta olduğu sonradan anlaşıldı ve bu yeni kıtayı dolaşarak Hindistan’ı bulma ümidi uyandı. Panama Dağları’nın öbür tarafında bir denizin var olduğu anlaşılınca bu ümit bir kat daha kuvvetlendi. Nihâyet esasen Portekizli olup İspanya kralı Şarlken’in yani V. Charles’in hizmetine girmiş olan Magellan bu konuyu çözümleme hususunda başarılı oldu.
Magellan uzun müddet Hindistan’da kalmış, Moluques Adaları hakkında bilgi edinmiş ve Avrupa’dan batıya doğru giderek Moloques adalarına ulaşılabileceği kanaatine varmıştı. Magellan, Şarlken ile bu doğrultuda bir sözleşme imzaladıktan sonra 1519’da beraberindeki beş parça gemiyle bu seyahate çıkmaya karar vermiş, Güney Amerika’da bulunan ve o tarihten sonra kendi ismiyle anılacak Magellan Boğazı’nı geçerek Atlas Okyanusu’na ve Büyük Okyanus’a, oradan da Filipin Adaları’na ulaşmıştır. Yerliler ile yaşanan bir savaşta vefat etmişse de arkadaşları yola devam etmiş, Hindistan ve Ümit Burnu yoluyla 1522’de yani hareketlerinden üç sene sonra İspanya’ya dönmüşlerdi.
İspanyollar altın bulmak ümidiyle keşiflerine devam ederek Meksika ve Peru’yu da keşfetti. Peru’da gayet zengin gümüş maden ocakları bulundu. Bu tarihten sonra İspanya’nın en çok gümüş çıkardığı memleket Peru oldu. Meksika ve Peru’nun ele geçirilmesi İspanyolların oluşturduğu geniş imparatorluğun esas kaynağını teşkil etmiştir. 16. asrın sonlarında bu İmparatorluk Antil Adaları’nın önemli bir kısmını, Meksika’yı, Orta Amerika’yı ve Brezilya hariç olmak üzere bütün Güney Amerika’yı kapsamıştı.
İspanyollar bu toprakların fethi ve idaresi sırasında sürekli olarak hile, entrika, zor ve şiddet kullanmaktan geri durmamış ve çok hırslı hareket etmişlerdir. Meksika’yı ele geçiren Cortez, hazinesinin nerede olduğunu söylemediği için Meksika hükümdârını diri diri ateş üzerinde yürüterek ölmesine sebep olmuş, Peru fatihi Pizarro ise esir ettiği Peru hükümdârına çok fazla miktarda altın vermesi durumunda serbest bırakacağına dair söz verdiği ve altınları aldığı halde kendisini ihanetle itham edip yakılarak öldürülmesine karar vermiş, ancak Peru hükümdarının vaftiz çıkartması üzerine zavallı hakkındaki kararı yakılmaktan boğulmaya çevirmişti. Ekvator’un merkezi olan Quito, Pizarro’nun maiyetindeki subaylardan biri tarafından ele geçirilmiş, o da öncelikle tüm erkekleri öldürtmüş ardından şehri yakmış ve şehir yanarken ne kadar kadın ve çocuk varsa hepsini boğdurtmuştu. Yeni toprakların istilasından sonra yaşanan vahşetlerde fetihler sırasında yaşananlardan geri kalmamıştır. İspanyollar yerli halkın insan olduklarını ve yaşam hakkına sahip olduklarını asla dikkate almamış ve bunları “cansızlar” sınıfından kabul etmişti. Tarlalarda, altın ve gümüş madenlerinde ve her türlü angarya işlerde sürekli olarak yerli halk çalıştırılmış, bunlara hiçbir şekilde acınmamıştır. Yerlilerin her türlü alet edevatı imha edilmiş, serbest ve özgür yaşamaya alışkın insanların çoğu ağır işlere dayanamayıp ölürken, bir kısmı da ormanlara ve ülkenin içlerine çekilmiştir. Haiti Adası’nın nüfusu 1492’de bir milyondan fazla olduğu halde, 1514’de katliamlardan sonra 13 bine gerilemişti.
Amerikan yerlileri hakkında revâ görülen bu mezalim bazı kişileri oldukça rahatsız etmiş ve özellikle İspanyalı bir rahip olan Las Casas, yerlilere iyi muamele edilmesini şiddetle tavsiyeye başlamış ve nihâyet Şarlken bunlara insanca muamele edilmesini, aksine hareket edenlerin şiddetle cezalandırılacağına dair emir yayınlamıştı. Fakat bu emrin bir faydası olmadığı gibi yerlilerin kurtuluşu için başvurulan bu tedbir daha büyük katliamlara ve yeni sıkıntılara sebebiyet vermiştir. Amerikan yerlilerinin sayısı aşırı derecede azalıp, çiftliklerde çalışacak insan kalmayınca bu sefer zenci esir ticareti kendini göstermiş, bu acımasız ticaret esnasında Afrika sahillerinden toplanan milyonlarca insan deniz seyahati sırasında önemli kayıplar vererek Amerika’ya köle olarak getirilmiştir. Bu durum 19. asra kadar devam etmiştir.
İspanyolların sömürgecilik anlayışı Portekizlilerinkinden oldukça farklıydı. Portekizlilerin tek amacı ticaret yapıp para kazanmaktı. İspanyollar ise her şeyden önce yeni topraklar elde etmeyi amaçlıyordu. Portekizliler sahillere yerleşip iç kısımlardan uzak dururken, İspanyollar elde ettikleri yerleri artık kendi toprakları olarak gördüklerinden içerilere girip yerleşiyorlardı. Sömürgelerin idari yönetimi İspanya’nın yönetim tarzıyla aynıydı. Bu yeni topraklara Meksika, Yeni İspanya, Colombiya, Yeni Gırnata, Peru, Yeni Castilia isimleri verilmişti. İspanyollar bu yeni sömürgelere kalıcı yerleşmek üzere gidiyor ve başka milletlerin buralardan yararlanmasına asla izin vermiyorlardı. 19. asra kadar Amerika’da mal alıp satma hakkı sadece İspanyollara aitti. Yerliler ile İspanyollardan başka hiçbir millet Amerika’da yeni cins ağaçlar yetiştiremez, fabrika ve imalathaneler kuramaz, yabancılarla alışveriş yapamazdı. Sömürgelerde yetişen ürünlerin fiyatı Madrit’te belirlenirdi. İşbiliye, Amerika’dan getirilen eşyaların antreposu durumundaydı. Avrupa’dan sömürgelere gidecek mallar Cadixe şehrinde toplanırdı. İthalat ve ihracat sadece İspanya gemileri ile yapılabilirdi. Netice olarak her şey İspanya’nın menfaati üzerine kurulmuştu. İspanyollar Merkantilizmin tüm kurallarını eksiksiz uyguluyordu.
Amerika’dan ganimet olarak getirilen ve İspanya’ya akan altın ve gümüş bu ülkeyi zenginleştireceği yerde fakirleştirdi. İspanyollar bir asır zarfında Amerika’dan kendi ülkelerine yaklaşık 4 milyar Frank değerinde altın ve gümüş taşımışlardır. İspanya bu sayede çok büyük nakit sahibi olmuşsa da sonrasında bu zenginliği müthiş bir ekonomik buhran takip etmiştir. Küçük veya büyük herhangi bir memuriyetle Amerika’ya gidip kısa zamanda büyük servet sahibi olma hırsına kapılan İspanyollar, kendi ülkelerindeki tarımsal ve sınai faaliyetleri sona erdirmişlerdi. Sömürgelerin ihtiyaç duyduğu mallar sadece İspanyollarca Amerika’ya götürülebiliyordu. İspanya’da üretim yapılmadığından Amerika’ya sevk edilen mallar Fransa ve İngiltere’den tedarik edilmeye başlandı. Ancak bu ülkeler İspanya’nın kendilerine olan ihtiyacını çok iyi bildiklerinden ticari ilişkilerinde şartları olabildiğince ağırlaştırdılar ve sözkonusu malları çok yüksek fiyatlarla İspanyollara satmaya başladılar. Tüm bunların bir sonucu olarak İspanyollar ülkelerine ithal ettikleri büyük miktardaki nakit parayı (altın ve gümüş) hızla kaybetti ve kısa süre içinde eski fakirliklerine geri döndüler. Siyasi ve iktisadi açıdan kendilerine uygulanan baskıdan usanan İspanyol sömürgeleri, 19. asrın başlarında sayı ve kuvvet bakımından güçlenince birer ikişer isyan edip bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Yeni Keşiflerin Yarattığı Ekonomik Sonuçlar
Yeniçağ ile birlikte peş peşe yaşanan keşifler ticari açıdan önemli gelişmelere sebep olmuştur. Eski zamanlardan beri Hindistan, Çin ve Afrika’nın malları Akdeniz’de Suriye ile Mısır sahillerine kadar getirilir ve oradan gemiler vasıtasıyla Avrupa’ya taşınırdı. Bu malların Akdeniz sahillerine ulaşıncaya kadar geçtiği karayolları emniyetsiz ve yapılan taşımacılık işlemi gayet masraflıydı. Ayrıca mallar çeşitli gümrüklerden geçmekteydi. Söz konusu malların ticareti Venedik ve Ceneviz gibi bir iki şehirle sınırlı olup, Avrupa’da son derece pahalı satılırdı. Yeni kıta ve denizlerin keşfi, bu tür olumsuzlukları kısmen ortadan kaldırdı. Ümit Burnu yoluyla Hindistan’a güvenli şekilde sefer yapılacağı anlaşılınca, kervanlar vasıtasıyla yapılan uzun ve pahalı ticari taşımacılık yerini daha güvenli, seri ve ucuz olan deniz taşımacılığına bıraktı. Önceleri en önemli ticaret yolu niteliğinde olan Akdeniz havzası ticari önemini kaybedip, yerini Atlas Okyanusu’na bıraktı. Atlas Okyanusu, Süveyş Kanalı’nın açılışına kadar önemini korudu. Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra Akdeniz havzası tekrardan önemli bir ticaret yolu haline dönüşmüştür. Akdeniz sahilindeki ülkelerden Venedik ve Ceneviz eski önemlerini kaybederken, Atlas Okyanusu sahillerinde yerleşmiş olan Portekizliler, İspanyollar, İngilizler ve Felemenkler büyümeye ve zenginleşmeye başlamış, Lizbon, Cadixe, Bordo, Havre, Londra, Liverpool, Anvers ve Amsterdam şehirleri hızla ilerleme kaydetmiştir.
Yeni kıtalar bol miktarda altın ve gümüş madenleri bulunuyordu. Yeni kıtaların bulunması altın ve gümüş miktarının artmasına, artan para miktarı ise mal fiyatlarının yükselmesine, yaşanan enflasyon ise halkın refah seviyesinin ve yaşam kalitesinin düşmesine neden olmuştur. Önceleri servetin önemli bir kısmını gayrimenkul oluşturmaktaydı ve insanların zenginleşmesi de o kadar kolay bir şey değildi. Nakit para miktarı artınca sanayi üretimi, ticari mallar, menkul mal ve servetler artmaya başlamış, iş bilen insanlar için zengin olma ihtimali ortaya çıkmış, gayrimenkulün yerini menkul mallar almıştır.
Yukarıda açıklanan icat ve keşifler diğer bazı konular açısından da iki önemli gelişmeye neden olmuştur. Biri eğitim ve sanayide uyanma (Renaissance), diğeri dini inanç ve uygulamalar konusunda meydana gelen gelişme ve reform hareketleridir. Şöyle ki; Avrupa’da toplumsal fikirler gelişmeye ve aydınlanmaya başlamış, edebiyatta yenilenme, sanayide büyük bir incelik vücuda gelmiş, dini yönden bazı reformlara gidilerek Protestanlık mezhebi yaratılmıştır. Bu çok önemli iki devrim, iktisat bilimini doğrudan doğruya etkisi altına almış, insanların yaşam seviyesinin artmasına bağlı olarak lüks mal talebi artmış, gerekli gereksiz her türlü kıymetli eşyanın talebinde aşırı derecede artış gözlemlenmiştir. Diğer taraftan Protestanlık gereksiz harcamaların karşısında durup sadeliği tavsiye etmeye başlamış, insanlara çalışma ve gayret etme konusunda teşvik ve tavsiyelerde bulunmaktan geri durmamıştır.
İspanya Gerilerken Yeni Bir Devlet Doğuyor: Hollanda…
Hollanda, 15. asırda Burgundia dükalığına bağlı iken son Burgundia dükası Cesûr Charles’ın ölümünden sonra kızı Mery vasıtasıyla Alman İmparatorluğu’na (Habsburg hânedânına) intikal etmiş, kısa bir süre sonrada Mary’nin torunu olan ve veraset yoluyla birçok ülkeyi kendi egemenliği altına almış olan İspanya kralı meşhûr Şarlken’e (Charles-Quint) geçmiştir. Şarlken Protestanlığı ortadan kaldırmak amacıyla Hollanda’da binlerce kişiyi katlettirmiş, oğlu II. Philip ise Hollanda’da engizisyon mahkemeleri oluşturarak babasının vahşetlerini daha ileri bir noktaya taşımıştır. Hollandalılar bu baskı ve eziyete daha fazla dayanamayarak isyan etmiş, uzun süren bu ayaklanma sonucunda Hollanda Cumhuriyeti kurulmuştur. İngiltere kraliçesi Elizabeth tarafından himaye edilen Hollanda Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, 1618-1648 yılları arasında yaşanan mezhep çatışmaları sonrasında imzalanan Westphalie Anlaşması ile sağlanmıştır.
Bağımsızlık ilan eden Hollanda Cumhuriyeti o sırada sadece sahilde küçük bir araziye sahipti. Hollandalılar bu küçük ülkede ziraat yapabilmek ve denizin kendi ülkelerini sular altında bırakmasına engel olabilmek için bentler inşa etmiş, körfezleri ve deniz seviyesinin altındaki bataklıkları kurutarak ekilmeye müsait hale getirmişlerdir. Bununla beraber Hollanda da yeterli miktarda ziraat yapılmadığı gibi, sanayi de henüz gelişmemişti. Gerek tarım ve sanayideki yetersizlikler gerekse ülkenin olumsuz coğrafi şartlarından dolayı Hollandalılar ülkelerinin refah ve kalkınması için denizcilik ve sömürgecilik faaliyetine yöneldiler. Başlıca gelir kaynakları balıkçılık olan Hollandalılar Kuzey Denizi’nde hareng (ringa) balığı avlarlardı. Balina avcılığından dolayı da Kuzey Buz Denizi’ne uzanmışlardı. Hollandalılar Kuzey Buz Denizi’nin doğu taraflarına kuzeydoğu yoluyla araştırma yapmak üzere bir memur gönderdiler ve bu sayede 1597 senesinde Spitzberg ve Yeni Zemble (Nouvelle-Zemble) adalarını keşfettiler. Fakat buralar Hollandalıların aradığı serveti elde edebilmeleri için yeterli değildi.
İspanya Kralı II. Philip’in bir hareketi Hollandalıların beklentilerini elde edebilmeleri için vesile oluşturdu. Philip, asi olarak isimlendirdiği Hollandalıların İspanya topraklarıyla ve özellikle Lizbon ile ticari ilişkide bulunmalarını yasaklamıştı. Bunun üzerine Hollandalılar kuzey ülkelerine sevk etmekte oldukları baharatı artık İspanya şehirlerinden tedarik edemeyince, bunları asıl kaynağı olan doğu ülkelerinden tedarik etmeye mecbur kalıp yönlerini Uzakdoğu’ya çevirdiler. Hollanda, deniz gücünü büyütüp kuvvetlendirmek suretiyle o sıralar İspanya ile savaşan ve II. Philip zamanında İspanya ile birleşmiş olan Portekiz’in Uzakdoğu sömürgelerini birer ikişer ele geçirmeye başladı. Portekiz sömürgeleri baharat üretilen yerler olduğundan ve İspanya sömürgeleri gibi geniş ve tek parça arazilerden oluşmadığından istilâ için özellikle tercih edilmişti. Bu arada ele geçirilen bazı İspanyol gemileri de Hollanda limanlarına getiriliyordu.
Hollandalılar ilk olarak Malezya Adası’nı istila ettiler. Amiral Houtman söz konusu ada civarında bulunan Sonda (Sonda) adalarını ve daha sonra Moluques Adaları’nı ele geçirdi. Malezya ve Sonda Adaları’nın olağanüstü verimliliğini görerek bu adalarda ve özellikle Java Adası’nda ticaret şubeleri oluşturdular. Hollandalı Amiral Warwick, Malezya ve Celebes Adası’ndan Portekizlileri çıkardı. Hollandalılar Java Adası’nda bir kale inşa ettiler ve 1618 senesinde Java Adası’nın yerel hükümdârlarından birinin başkenti olan yere Batavia şehrini kurdular. Bu şehir Hollanda sömürgelerinin merkezi oldu. 18. Asırda söz konusu şehrin nüfusu 500 bine ulaşmıştı. Hollandalılar o tarihlerde ülkelerine hiçbir şekilde yabancı kabul etmeyen ve Hıristiyanlara karşı düşmanca tavır sergileyen Japonyalıların kendi limanlarını Hollandalılara açması hususunda da başarılı oldular. Bundan başka Çin İmparatoru’nun izniyle Formose Adası’nda bir sömürge oluşturup, Çin ve Kore’nin birçok limanına Hollandalıların yanaşabilmesi hakkını elde ettiler. Malabar sâhilinde (Hindistan’ın batı sâhili) ve Hint Okyanusu’nun incisi olarak isimlendirilen Ceylan Adası’ndaki Portekiz ticaret şubelerini ele geçirip, Coromandel sâhilinde (Hindistan’ın doğu sâhili) yeni sömürgeler oluşturdular ve Malaka Boğazı’na yerleştiler. Ümit Burnu civarını ele geçirerek Table Limanı sahilinde Cape-Town şehrini kurdular ve bu sayede Hindistan ve Uzakdoğu denizyolunun hâkimi oldular. Hollanda gemileri neredeyse tüm Asya limanlarına ticari seferler düzenliyordu. Biber ve tarçın ticareti fiilen Hollandalıların tekeline geçmişti.
Hollandalılar Amerika kıtasında dahi bazı yerler ele geçirdiler. Kuzeyde Hudson Nehri’nin ağız taraflarını elde ederek bugün New York’un bulunduğu yerde New Amsterdam şehrini kurdular. Güney Amerika’da Brezilya sahilinde Bahia, Pernambuco ve sair bazı yerleri ele geçirdiler. Fakat Amerika, baharat yetiştirilen bir ülke değildi. Brezilya’yı işgalden vazgeçmeleri için bazı sebepleri de vardı. Portekizliler 1640’da İspanya’dan ayrılmış ve Hollandalılar ile barış anlaşması imzalamışlardı. Hollandalılar açısından Portekiz sömürgelerinden birisi konumunda olan Brezilya’dan vazgeçmek doğal bir durumdu. Ayrıca Brezilya tek parça bir memleket olduğundan denizci bir kavim olan Hollandalılar için pek de elverişli değildi. Hollandalılar bundan sonra faaliyetlerini genel olarak Uzakdoğu üzerine yoğunlaştırdılar.
Hollanda sömürgeleri çok geniş bir alana yayılmış olup, önemli bir kısmı Asya’nın güneydoğusunda bulunuyordu. Genel vali üç sene müddetle atanıyor ve hükümdarın yetkilerine sahip oluyordu. Emrine tahsis edilen deniz kuvveti oldukça büyük olup, 180 gemi, 13 bin Hollandalı denizci ve Hollandalı komutan önderliğindeki 120 bin kişilik yerli askerden oluşuyordu. Vali, mülki konularda Yüksek Meclis’in onayını alırdı. Valinin maiyetinde bulunan memurların ticari faaliyette bulunmaları kesinlikle yasaktı.
Büyük ticaret şirketleri devrini ilk başlatan ülke Hollanda olmuştur. Hollandalılar Doğu Hint Şirketi ile Batı Hint Şirketi isimli çok önemli iki şirket kurmuş ve bu şirketler vasıtasıyla Hint ticaretini kontrol altında tutmuşlardır.
Doğu Hint Şirketi
Aralarında Amsterdam, Middelburg ve Delf şehirlerinin de bulunduğu birçok Hollanda şehri 1602’de bir araya gelerek Doğu Hint Şirketi (La Compagnie des Indes Orientales) ismiyle bir şirket oluşturdu. Bu şirketin sermayesi 14 milyon 200 bin frank olup her biri 600 franklık hisse senetlerinden oluşuyordu. Ümit Burnu’nun doğu tarafındaki ülkelerle ticaret yapma imtiyazı bu şirketin tekeline bırakılmıştı. Şirketin ele geçireceği yeni arazilerin hakimiyet hakkı da (Souveraineté) kendilerine verilmişti. Şirket, Batavia şehrini resmi merkez olarak belirlemişti ve Avrupa’dan gelen gemiler mallarını bu şehre boşaltırlardı. Bu mallar orada daha küçük gemilere aktarılarak Hollanda’nın diğer sömürgelerine gönderilirdi. Şirket ticaret hacmini arttırmak amacıyla Avustralya kıtası sahillerini keşfetmek üzere gemiciler göndermiştir. Avustralya kıtası önceleri Yeni Hollanda (Nouvelle-Hollande) olarak isimlendirilmiş, Abel Tasman 1642’de bu kıtanın etrafını dolaşmış ve Van-Diemen arazisi (Terre de van Diemen) veya Tasmanya olarak isimlendirilen adaya yanaşıp, Yeni Zelanda’yı (Nouvelle Zelande) keşfetmiştir. Şirketin genel merkezi Amsterdam şehrinde olup, 17 müdür ve 60 seçilmiş üyeden oluşan bir yönetim kurulu tarafından yönetiliyordu. Bu şirket o kadar başarılı olmuştu ki, bir asır boyunca ortaklarına senede ortalama %15 ilâ %50 arasında (ortalama %21) kâr payı dağıtmıştı.
Batı Hint Şirketi
Hollandalılar 1621-1622’de Batı Hint Şirketi’ni (La C. Des Indes Occidentales) kurdular. Yalnızca Amerika’daki Hollanda sömürgeleriyle ticaret yapabilme hakkına sahip olan bu şirketin merkezi Venezuela’nın Caracas şehriydi. İspanya ve Portekiz devletinin sömürgeleriyle kaçakçılık yapmakla yetinen bu şirket, hiçbir zaman Doğu Hint Şirketi’nin önem ve büyüklüğüne ulaşamamıştır.
Hollandalılar sanayi ürünlerini kendi gemileriyle taşıyorlardı. Ancak gemi taşımacılığı kapasitesi aşırı derecede yüksek olduğundan, kendilerine gelir sağlamak amacıyla Avrupalıların mallarını da taşımaya ve en önemli gelirlerini bu sahadan elde etmeye başladılar. 17. asrın birinci yarısında Hollandalılar bütün dünyanın komisyoncusu ve aracısı olmuşlardı. Bu yüzden her sene yaklaşık bir milyar frank tutarında bir kazanç temin ediyorlardı. O dönemin Hollandalı yazarlarından biri kendilerini şu şekilde tarif etmiştir; “Bizim cumhuriyetimizin halkı arılar gibi her memleketin çiçeğinin suyunu emer. Norveç Hollandalıların ormanlarını; Ren, Garon ve Dordogne nehirlerinin kenarı bağlarını; Almanya, İspanya ve İrlanda koyunlarının ağıllarını; Prusya ve Bolonya zahirelerinin anbarlarını, Hindistan ve Arabistan bahçelerini oluşturur.”
Dünyanın tüm ürünleri Amsterdam’a akıyordu. Amsterdam, Cadixe ve Lizbon’un yerini almıştı. 1609 senesinde bu şehirde bir banka kurulmuş ve kısa sürede hükümdârlara bile borç verebilecek derecede büyüyüp önem arz etmeye başlamıştı. Kanallarının çokluğundan dolayı Amsterdam şehri Venedik şehrine benzetiliyor ve “Kuzey Venedik” olarak isimlendiriliyordu. O sıralar Amsterdam’ın ticaret hacmi Venedik devletinin ticaret hacmini defalarca geçmişti.
Hollanda’nın bu muazzam gelişimi ticaret pastasından pay kapmak isteyen diğer Avrupalı devletlerinde iştahını kabarttı. Bu doğrultuda Hollanda ile ilk uğraşmaya başlayan devlet İngiltere oldu. Cromwell’in iktidara gelmesiyle birlikte 1651 senesinde İngiltere’de bir kanun yayımlandı ve yabancı ülke gemilerinin kendi ülkelerinin malı dışında taşımacılık yapmaları ve İngiltere’ye mal getirmeleri yasaklandı. Hollandalılar kendi ticaretlerine vurulan bu müthiş darbe karşısında sessiz kalmadılar ve sırf bu nedenle İngiltere ile iki defa deniz savaşı yapmak zorunda kaldılar. Birincisinde yenildiler (1653). 1665-1667 yılları arasında yaşanan ikinci savaşta ise her iki tarafta galibiyet sağlayamadı. Yeni bir savaşın kısa bir süre içinde patlak vereceği beklentisi hasıl olmaya başlamıştı ki, yaşanan önemli bir gelişme bir anda tüm beklentilerin sona ermesine neden oldu. 1688 senesinde Hollanda Kralı William Orange’ın III. William ismiyle İngiltere tahtına geçmesi bu iki rakip toplumu birbiriyle barıştırdı. Ancak bu durum Hollandalılar açısından çok büyük kayıplara neden oldu. Hollanda denizlerdeki siyasi ve askeri üstünlüğünü kaybetti, donanması İngiltere donanmasının deniz suyunda bıraktığı izi takip eden küçük bir sandal durumuna düştü. Rakibi olan İngiltere ise ekonomik ve siyasi açıdan hızla tırmanışa geçti.
Esas Aktör Sahneye Çıkıyor: İngiltere…
İngilizler ile Fransızlar dünya ticaretinden pay alma ve sömürge sahibi olma konusunda epey gecikmişlerdi. Fakat kısa sürede çok önemli gelişmeler kaydettiler. Öncelikle sömürgeler edinmeye başladılar, ardından da deniz ticareti konusunda diğer devletlere yetiştiler. 18. Asrın başlarına kadar geçen süre İngiltere için sınırlı bir gelişme ve atılım devridir. İngilizler, 18. asırda en önemli rakipleri olan Fransızlar ile savaşa girişmekten çekinmemiş, Amerika’da büyük kayıplara uğramışlarsa da bu kayıplarını Fransa’nın zararına olacak şekilde fazlasıyla telafi etmiş ve çok önemli bir İmparatorluk vücuda getirmişlerdir.
İngiltere’nin geçirdiği siyasi değişim 15. asrın sonlarında tam olarak İspanyollar ile Portekizlilerin yeni toprak keşiflerine başladıkları ana denk gelir. İngiltere’yi aşırı derecede yoran ve 30 yıl süren İki Gül İç Savaşları’nın sona erdiği 1485 senesinde Tudor Hânedânı İngiltere tahtını yönetmeye başlamıştı. Bu hanedanın birinci kralı olan VII. Henry saltanatını kuvvetlendirmek amacıyla vatandaşlarının dikkatini başka noktalara çekmeye çalışmış ve ülkesinin refah seviyesinin yükselmesi için İngilizlerin kendi ülkelerinin tarımsal ürünleri ile yetinmeyip, Büyük Okyanus’un ötesinde servet aramaları gerektiğini anlatıp onları teşvik etmiştir. Bu politika 16. asrın sonlarında Kraliçe Elizabeth tarafından önemle desteklenmiştir.
İngilizlerin İlk Keşifleri
İngilizler 16. asırda keşifler konusunda çok etkili olamadılar. Kıymetli maden çıkartılan veya tarımsal açıdan verimli olan toprakların çoğu İspanyolların ve Portekizlilerin elindeydi. İngilizler sadece Hindistan için yeni yollar arayışıyla yetindiler.
1497 senesinde aslen İtalyalı olan ve Kral VII. Henry’nin maiyetinde bulunan Jean Cabot ile oğlu Sebastian, Kristof Kolomb’un takip ettiği yolun biraz kuzeyinden batıya doğru hareket edip Labrador’un bir kısmını ve Newfoundland (Terre-Neuve) Adası’nı ve bugünkü Amerika Birleşik Devletleri arazisinin bazı noktalarını keşfetti. Bu yöne doğru yeni seferlere ancak 16. asrın sonlarında (ve gittikçe daha kuzeye doğru olmak üzere) yeniden başlanıldı. Frobischer, Grönland’e kadar gitti. Davis, 1585 senesinden 1587 senesine kadar geçen süre zarfında bugün kendi ismiyle anılan Davis Boğazı’nı geçerek kuzey enleminin 72. derecesine kadar ulaştı. Hudson, 1610 senesinde Kanada’nın kuzeyinde ve kendi ismiyle anılan Hudson Denizi’ni keşfetti. Baffin, kuzeye doğru biraz daha uzanıp öncekilerden daha fazla ileri gitti ve 78. derecede durmaya mecbur oldu. Amerika kıtasının kuzeyine yönelik keşifler yeni yolların bulunmasıyla ancak 19. asırda başladı.
İngilizler aynı zamanda kuzeydoğuya doğru da seferler düzenleyip, Çin’e gidebilmek için bir yol arayışına girdiler. Willoughby ile Chancellor 1553’de İskandinavya yarımadasını dolaşarak Sibirya’da Obi Nehri’nin ağzını gözlemlediler ve fakat daha ileriye gitmeyip döndüler.
İngiltere’nin ilk sömürgesi 1584 senesinde Amiral Walter Raleigh tarafından Kuzey Amerika’nın Atlas Okyanusu sahilinde fethedilmiştir. Bugün Amerika Birleşik Devletleri topraklarında bulunan bu sömürge, ömründe hiç evlenmemiş olan Kraliçe Elizabeth’e benzetme yapılarak Virginia olarak isimlendirilmiştir.
Doğu Hint Şirketi
Kraliçe Elizabeth, dedesi VII. Henry’nin izinden gidip dünyanın her yerinde ticaret yapma hususunda İngilizleri teşvik etti. Kraliçe 1599 senesinde Londra Tâcirlerinin Doğu Hint Ticâreti Şirketi (La C. Des Negociants de Londres pour le commerce des Indes Orientales) isimli bir şirket kurulmasına izin vererek İngiltere’nin gelecekte kazanacağı servetin gerçek mimarı olmuştur. Önceleri sınırlı derecede iş yapan bu şirketin sermayesi 1 milyon 800 bin frank olup, faaliyet sahası genel olarak Doğu Hindistan, Sumatra, Koşinşin, Çin ve Kore’yi kapsıyordu. Bu şirket Hollanda ve Fransa kumpanyalarından farklı olarak sadece ticari faaliyetlerde bulunup, hiçbir şekilde siyasi bir amaç gütmemiş ve gelecekte kurulacak şirketlere örnek teşkil etmiştir. Kumpanya çoğunlukla orta sınıf zenginlerden oluşan birçok kişi tarafından kurulmuştu. Bunların esas amacı verimli ve kârlı bir yapı oluşturup azami derecede para kazanmaktı. Bu amacı gerçekleştirmek için bulundukları bölgelerde ticaretin kendi tekellerinde bulunması, ticaret şubeleri oluşturulması, özel acentalar açılması ve düşmana karşı savunma ve güvenlik vazifelerinin yerine getirilmesi için asker toplama hakkını elde etmişlerdi. Yerleştikleri yerlerde örneğin Hindistan’da yerel yöneticilere her sene belirli bir para ödeyerek, kendilerini bu kişilere bağlı “Vassal” statüsünde tanıtmaktan hiç çekinmemişlerdi. Buna karşılık söz konusu yerlerde arazi edinme, üretim ayrıcalığı ve ticaret şubeleri açma gibi hakları da kısa sürede elde ettiler. Bu şubeler çok basit işletmeler şeklinde olup, etrafı surla çevrili küçük bir bölge içinde birkaç ev ve ticari malların konulabileceği birkaç tane mağazadan ibaretti. Şubelerin büyümesi ve genişlemesi durumunda şirket tarafından bu yerlere birer yetkili atanıyordu. Doğu Hint Şirketi özellikle ithalata ağırlık veriyordu. Yerlilerden çok miktarda çay, pirinç, ipekli ürünler, pamuk bezler, hint kumaşları satın alarak bunları Avrupa’da satıyor ancak baharat işiyle pek uğraşmıyordu.
Şirket 1639’da ilk defa olarak Hindistan’ın doğu kıyılarında arazi sahibi oldu ve orada Madras şehrini kurup ticari merkez olarak belirledi. Daha sonra İngiltere kralı II. Charles, Portekiz hanedanından gelen karısı Catherine’nin (Catherine de Portugal) çeyizi olarak kendisine geçen Hindistan’ın batı sahilindeki Bombay arazisini ihtiyacından dolayı 1662’de bu şirkete sattı. O yıllarda Hindistan’da hüküm sürmekte olan Moğol hükümeti de bu şirkete Ganj Nehri ağzındaki araziyi terk etti. Söz konusu yerde 1680 senesinde bugünkü Kalkuta’nın ilk mağazaları yapılmaya başlandı.
Batı Sömürgeleri
İngilizler 17. asırda batı yönünde de sömürgeler oluşturdu. Fakat batıdaki sömürgeler ticaret kumpanyaları tarafından değil, şahıslar veya hükümet tarafından oluşturulmuştur. Bunun da bazı sebepleri vardı;
İspanya ile yaşanan savaş İngilizler açısından birçok arazinin ele geçirilmesi hususunda önemli fırsatlar yarattı. Cromwell zenci esirleri taşıyan gemilerin buluşma noktası olan ve şeker kamışı ziraatıyla ünlenen Jamaika Adası’nı 1655’de işgal etti. Bundan başka Antil Adaları’ndan bazıları İngiliz korsanlarının merkezi oldu.
İngiliz sömürgelerinin gelişmesine bazı iç savaşlar ve mezhep çatışmaları sebep oldu. İngiliz Protestanlarından Prutains denilen kişiler İngiltere’de zulüm ve baskıya hedef olduklarını ileri sürerek Atlas Okyanusu’nu geçmiş ve Virginia sömürgesinin kuzeyinde Yeni İngiltere (Nouvelle-Angleterre) isminde beş adet sömürge oluşturmuştu. Bağımsızlık yanlısı olan bu kişiler bir daha İngiltere’ye dönmemek üzere bu sömürgeye yerleşmişlerdi. Diğer taraftan 1649 senesinde I. Charles’ın idamı ve Cromwell’in galibiyeti üzerine Anglikan yahut Katolik mezhebinde bulunan İngiliz asilleri de Amerika’ya göç etti ve Virginia isimli sömürgenin etrafında üç yeni sömürge oluşturdular. Oralarda büyük araziler edinen bu kişiler, tütün ve pirinç ziraatına giriştiler ve arazilerinde kendileri çalışmayıp Afrika’dan getirilen zenci esirleri kullandılar.
İngiltere sömürgeleri, 1667 tarihinde Hollandalılara ait bazı sömürgelerin ele geçirilmesi ve 18. asrın ilk çeyreğinde Georgia sömürgesinin de kurulması üzerine gittikçe genişledi. Bu suretle İngiltere, Atlas Okyanusu ile Alleghanys Dağları arasında 13 parça sömürge sahibi olmuş bulunuyordu. Bunların halkı bir milyon nüfûsa ulaşmıştı ve tamamı gayet çalışkan adamlardı. Bu sömürgelerin her biri başlı başına bir devlet gibi faaliyet gösteriyordu. Her birinin başında kral tarafından atanmış birer vali bulunmakla birlikte, yönetim kurulu üyelerinin tamamı bu sömürgelere yerleşmiş olan kişiler arasından seçiliyordu. Bu topraklarda hızlı bir gelişme süreci kendini gösterdi ve daha 17. asrın sonlarında New York, Philadelphia ve Boston birer önemli ticaret merkezi haline dönüştü.
İngilizler yukarıda da izah edildiği gibi yeni topraklar ve verimli araziler elde etmiş ve kısa sürede önemli ve başarılı işadamlarına sahip olmuşlardı. Cromwell, bu konuda işadamlarını koruyucu bir politika izledi. 9 Ekim 1651 tarihinde parlamentonun onayı ile yeni bir Denizcilik Kanunu çıkardı. Buna göre; İngiltere’ye gelen bir Avrupa gemisi ancak kendi ülkesine ait ürünleri İngiltere’ye sokabilecekti. Amerika, Afrika ve Asya kıtalarından gelen ticari mallar, İngiliz gemileri ile taşınacak, bu malların başka bir ülkeye ait gemi ile taşınması durumunda geminin kaptanı ile tayfalarının en az üçte biri İngiliz olacaktı. İngiliz denizlerinde balıkçılık ve taşımacılık yapabilme hakkı da yine aynı şekilde İngiltere gemilerine aitti.
Korumacılığı esas alan bu ekonomi politikasının uygulanması İngiltere ekonomi tarihi açısından oldukça önemli bir olaydır. Bu kanun, İngilizleri ülke dışına çıkıp kendilerine gereken malları aramaya sevk etmiş, kuvvetli bir donanma vücuda getirilmesini zorunlu kılmış, İngiltere’nin bugün var olan büyük deniz gücünün esasını teşkil etmiştir.
İngiltere’de Sanayinin Gelişimi
Cromwell’in Denizcilik Kanunu İngiltere ile Hollanda arasında iki defa savaş çıkmasına sebep olmuş, her iki savaşta da başarılı olamayan Hollanda en sonunda ülkesinin yönetimini İngiltere’ye teslim etmek zorunda kalmıştı. İspanyollar ile Portekizliler de 17. asırda artık ticari üstünlüklerini kaybetmişlerdi. Fransa, İngiltere’nin bu müthiş gelişimi karşısında onun önünü kesmeye yönelik bir takım girişimlerde bulunduysa da çok başarılı olamadı. Hatta aksine yaptığı birçok stratejik hata neticesinde İngiltere’nin kalkınmasına yardımda bulundu. Fransa Kralı XIV. Louis’in 1685’de Nantes Fermânı’nı fesh edip Protestanlara yönelik baskıları arttırması üzerine birçok Protestan İngiltere’ye ilticâ etmiş, bu sayede İngiltere’de daha önceden var olmayan birçok yeni sanayi dalı ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Protestanların bu göç hareketinden İngiltere’nin yanı sıra İngiliz sömürgeleri de yararlanmıştır. Yaşanan göç hareketleri sonrasında New York ve Virginia, birçok Protestan’ın yeni vatanı konumuna gelmiştir.
İngilizler her ne kadar hızlı bir gelişme ve yükseliş sergiliyorlarsa da bununla yetinmemiş, denizcilik ve ticaret hususunda diğer tüm milletlerin önüne geçmeyi ilke edinmişlerdi. Bunun için rakipleri olan Fransızları alt etmeleri gerekiyordu. 18. asırda ağırlıklı olarak bu konuyla uğraştılar ve amaçlarına ulaşabilmek için Fransa ile savaşmaya başladılar. Tek hedefleri Fransa’yı tamamen çökertmekti.
Fransa İle Mücadele Devri ve Rekabetin Sebebi
İngiliz sömürgeleri 18. asrın başında ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kaldı. Fransızlar Amerika’da Louisiana, Kanada ve Mississippi nehri mecrasına hakim bulunuyorlardı ve 13 parçadan oluşan İngiliz sömürgelerini neredeyse tamamen çevirmiş durumdaydılar. İngiliz sömürgeleri kendilerini çevreleyen bu yarım daireyi aşamadıkları takdirde Atlas Okyanusu ile Alleghanys Dağları arasında boğulmaya mahkûm idi. Diğer taraftan Hindistan’daki Fransız Şirketi, İngiliz şirketiyle müthiş bir rekabet içindeydi. Fransız şirketi General Dumas ve General Duplex sayesinde o kadar gelişmiş ve güçlenmişti ki İngiliz ticaret şubelerinin gelişip büyümesi şöyle dursun gelecekleri bile tehlikeye girmişti. İngilizler açısından çatışma zorunlu hale gelmişti. Düşmanlarını alt etmek için büyük bir kararlılık sergilediler ve 50 yıllık uğraşı sonusunda amaçlarına ulaştılar.
İngilizleri başarıya taşıyan hareket oldukça basit fakat ustacaydı. İngilizler Fransa’yı kara savaşları ile uğraştırırken, kendileri özel olarak deniz savaşlarına ağırlık verdiler. Özellikle Avusturya Savaşı, Rasti Savaşı ve Yedi Yıl Savaşı’ndan oldukça faydalandılar. 1763 senesinde imzalanan Paris Anlaşması ile Fransızlar, İngilizlerin galibiyetini kesin bir şekilde kabul etti.
Hindistan’da İngiliz-Fransız Mücadelesi
İngiliz-Fransız rekabeti esas olarak Hindistan ve Amerika sömürgelerinden kaynaklanıyordu. İlk başlarda İngilizlerin Hindistan’da Fransızlara karşı herhangi bir başarı sergileyeceği tahmin edilmiyordu. Gerçekte Fransızların Doğu Hint Şirketi, memur, subay ve askerleriyle parlak başarılara imza atmışlardı. Bunlar Hindistan limanları arasındaki bütün ticareti ve deniz taşımacılığını kendi tekellerine almışlardı. General Dumas yerlilerden bir ordu oluşturmuş ve yerli prensler arasında yaşanan bir anlaşmazlıkta gücünü onlara hissettirebilmek için müdahalede bulunmuştu. General Dumas’dan sonra General Duplex’de aynı politikayı takip etti. Avusturya ve Rasti Savaşı sırasında Bourdonnais’in kumanda ettiği donanmanın yardımıyla İngilizlerin bütün hücumları püskürtüldüğü gibi üzerlerine dahi gidildi.
1748 yılında imzalanan Aix La Chapelle Anlaşması ile Fransızların Hindistan’daki üstünlükleri kabul edilirken, Fransızların İngiliz şirketinden almış oldukları Madras şehri İngilizlere geri iâde edildi.
İngiliz şirketi söz konusu savaşı takip eden barış evresinde General Duplex’in önünü her konuda kesip, Umman Körfezi’nden Bengal Körfezi’ne kadar uzanan ve 30 milyon nüfusu barındıran topraklarda Fransa’nın etkinliğini azaltmaya çalıştıysa da bu konuda başarılı olamadı. İngiliz şirketinin başvuruda bulunması üzerine İngiltere, Fransa hükümetine karşı çok ciddi girişimlerde bulundu ve Duplex’in bazı hatalı davranışlarını protesto etti. XV. Louis ile bakanları sömürgeler sorununa çok ilgi göstermemek suretiyle barışı sağlamaya çalışıyorlardı. Fransız şirketinin baskısıyla Duplex’in yerine Godeheu isminde cahil bir adamı general olarak atadılar (1754). Şirketin zaten düşük olan kazancından memnûn olmayan Fransız hükümeti bu hareketiyle bölgedeki geleceğini ilelebet sona erdirecek bir harekete imza atmış oldu. Godeheu, Pondichery’ye gelerek şirketten almış olduğu talimatlar doğrultusunda Fransızlar açısından oldukça zararlı bir anlaşmaya imza attı. Bu anlaşma gereğince iki rakip şirket yani Fransız ve İngiliz şirketlerinin her ikisi de Hint prenslikleri üzerindeki himaye ve bağımlılık haklarından vazgeçmeyi taahhüt ediyorlardı.
Anlaşmada kabul edilen şartlar aslında oldukça adaletliydi. Ancak İngiliz şirketi sahip olduğu birkaç ticaret şubesini terk etmekle yetinirken, Fransız şirketi Hindistan yarımadasını tümüyle terk ediyordu. Bu durum Fransızlar açısından Hindistan sayfasının kapanması anlamına geliyordu. İngilizler Fransızların ayağını Hint yarımadasından kesmekle birlikte bu anlaşmayı yeterli görmedi ve yeni bir Fransız generalinin gelip bölgede yeniden etkinlik kurmasından endişe ederek, Fransızları Hindistan’dan tam olarak söküp atmanın yollarını aramaya başladılar. 7 Yıl Savaşı İngiltere’ye bu olanağı sağladı. Aslen asker kökenli olan Fransız Vâli Lally Tollendal’ın sergilediği tüm kahramanlıklara rağmen, 18 Ocak 1761 tarihinde Pondichery düştü ve bu düşüş Fransızların Hindistan’daki hâkimiyetlerine son noktayı koydu.
İngilizler 1761 tarihinden itibaren bütün Hindistan’ın fethine girişti. Bu olayı ilk olarak Robert Clive başlattı. Duplex’in politikasını izleyen Clive, Plassey de sergilediği başarı neticesinde Bengal’i İngiltere’ye kazandırdı (1757). Paris Anlaşması ile Fransa’nın mağlûbiyeti onaylandı (1763). Bu anlaşma gereğince Fransa’ya yalnız beş tane şehir kalıyordu. Bu şehirlere herhangi bir tahkimât yapılmayacak, askerle korunmayacak ve etraflarında ufak tefek birkaç arâzi bulunan sadece birer ticaret şubesinden ibâret olacaktı. Bu şehirler İngiliz şehirlerine oldukça yakın olduklarından, Fransızların oralarda herhangi bir etkinlik kurması zaten mümkün olmayacaktı. Bu aşamadan sonra İngiltere tüm Hindistan’ın sahibi olurken, İngiliz şirketi de tüm Hindistan’da ticaret yapma hakkını elde ediyordu.
Amerika’daki İngiliz-Fransız Mücadelesi
İngilizler Hindistan’da izledikleri politikanın benzerini aynı tarihlerde Amerika’da da uyguladılar. Fakat bu sefer daha temkinliydiler. Çünkü Amerika’daki Fransız sömürgeleri toplu haldeydi ve sömürgelerinin halkı oldukça kalabalıktı.
İngilizler açısından kendi sömürgelerinin batı tarafında yer alan ve bu yöne genişlemelerine engel teşkil eden Fransız sömürgelerinin oluşturduğu yarım daireyi bir şekilde yarmak gerekiyordu. 18. asrın başında bu konuda kısmen başarılı oldular. İspanya ve Rasti Savaşı’na son veren Utrecht Anlaşması (1713) gereğince Fransa, Newfoundland Adası ile Acadie (Yeni İskoçya) yarımadasını ve Saint Lawrence Nehri’nin girişini yani Kanada’nın kapılarını İngilizlere terk etmek zorunda kaldı.
Fakat taraflar arasındaki asıl savaş daha sonra yeniden başladı. İngilizler, Avusturya ve Rasti Savaşı sırasında ele geçirmiş oldukları Louisbourg şehrini 1748 senesinde imzalanan ve söz konusu savaşa son veren Aux La Chapel Anlaşması ile terk etmeye mecbur kaldılar. Bu anlaşma İngilizleri Amerika’da oldukça rahatlattı. Aux La Chapel Anlaşması, İngilizlere ve Fransızlara ait sömürgelerde arazi sınırlarının bir komiser tarafından belirlenmesini karara bağlamıştı. Kanada ile Louisiana arasındaki en kestirme yol olan Ohio vadisi birçok soruna neden oldu. Fransızlar orada askeri savunma sistemleri yaptılar. İngilizler ise gayet zengin olan Mississippi vâdisini elde etmek için bu hattı yarmak istiyorlardı. Bu vesile ile başlayan anlaşmazlık 1755’de iki ülke arasında savaşı başlattı.
İngilizler olanca güçleriyle işe girişmiş ve bütün kolonileri tarafından desteklenmişlerdi. Halbuki Fransızlar Prusya Kralı II. Frederick ile tutuşmuş oldukları savaşta kuvvetlerini kaybettiklerinden Kanadalılara karşı kayıtsız kalmaktaydı. Bununla beraber cesur bir komutan olan Montcalm 1758 senesine kadar İngiliz saldırılarına göğüs germiş ve büyük zaferlere imza atmıştı. Fakat 1759 senesinde İngilizler Saint Lawrence Nehri’ni çıkarak Québec şehrine güçlü bir ordu sevk ettiler ve 13 Eylül 1759’da yaşanan savaşta kesin bir zafer elde ettiler. Birkaç sene sonra yani 7 Yıl Savaşı’na son vermek üzere 1763 senesinde imzalanan Paris Anlaşması neticesinde Kanada ve Mississippi Nehri’nin kenarında bulunan tüm arâziler İngilizlere geçti. Anlaşmazlığın daha ilk ortaya çıktığı günlerde Franklin; “Fransızlar Amerika’da bulundukça bizim 13 sömürgemiz için rahat yoktur” diye bağırmıştı. Savaşın sonunda Franklin’in emeli fazlasıyla gerçekleşti. Çünkü artık 13 sömürge batıya doğru serbestçe genişleyebilirdi. İngiltere kuzey yönünde geniş araziler elde etmiş ve hatta bu arazilerin imarına başlamıştı.
Amerika Sömürgesinin Kaybedilmesi
Bununla beraber galibiyetle sonuçlanan bu savaşın bitiminden 12 sene sonra 13 İngiliz sömürgesi İngiltere aleyhine ayaklandı ve aralarında savaş başladı. Bu yeni savaş Fransızlarla yapılan savaşın dolaylı bir sonucuydu. Fransızlarla yapılan savaşta çok ciddi harcamalar yapan İngiliz hükümeti, savaşın zararını çıkarabilmek için yeni vergiler koyduğu gibi var olan bazı vergileri de arttırma yoluna gitmişti. Kral III. George ile bakanları, yapılan savaş harcamalarının karşılığı olarak sömürgelerden ekonomik açıdan en geniş şekilde yararlanılması gerektiğini ileri sürüp sömürgelere yönelik bazı yeni vergi uygulamaları başlattı. Bu doğrultuda;
1) Sömürgelere yönelik deniz taşımacılığı imtiyazının sadece İngiliz gemilerine ait olduğuna ilişkin eski kanunun tekrardan uygulamaya geçmesi,
2) İngiltere’de her türlü yasal işlemlerde geçerli olan damga vergisi uygulamasının sömürgelerde de geçerli olması karara bağlandı.
Amerikalılar bu düzenlemelerden birincisine itiraz etmedi çünkü kaçakçılığa yönelmek suretiyle birinci maddeyi zaten bertaraf edeceklerini biliyorlardı. Fakat ikincisine muhalefet ettiler. Çünkü koloni şeklinde olup İngilizleri temsil ettiklerini, bu uygulamanın öncelikle kendileri tarafından onaylanması gerektiğini ileri sürüyorlardı. İngiltere hükümeti muhalefeti dikkate aldı ve sömürgelerde damga vergisi uygulamasına son verdi. Fakat bu verginin yerine İngiltere’den gelecek olan demir, boya, cam, kâğıt ve çaydan vergi toplanmasına yönelik sorumsuzca bir karar aldı. Amerikalılar söz konusu ürünleri satın almamaya karar verdiklerinden İngiltere’den yapılan ithalatın hacmi yaklaşık üçte bir oranında azaldı. Bunun üzerine bu mallardan alınacak vergiler, çay hariç tutulmak kaydıyla tamamen kaldırıldı. Buna karşın Amerikalılar memleketlerine çay ithal etmemeye karar verip 1773 senesinde Boston limanına gelen çay yüklü üç geminin tüm yükünü denize attılar. Bu olay savaşın patlamasına sebep oldu.
Savaş 1783’e kadar devam etti. Bütün kolonilerin birleşerek İngiltere’ye karşı koyması, Virginia sömürgesinin zengin çiftçilerinden George Washington’un dirayeti ve intikam alma arzusu içerisindeki Fransa’nın müdahale ve yardımları sayesinde savaş İngiltere’nin yenilgisiyle son buldu. 3 Eylül 1783 tarihinde imzalanan Versay Anlaşması Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlığını onayladığı gibi sınırlarını Atlas Okyanusu’ndan Mississippi Nehri’ne kadar uzanacak şekilde belirledi. Bu anlaşma gereğince Senegal ülkesiyle Antil Adaları’ndan birkaç küçük ada Fransa’ya iade edilmiş, Florida eyaleti İspanya’ya, Louisiana eyaleti ise Fransa’ya bırakılmıştı.
Bu suretle İngiltere 18. asrın sonlarında büyük bir belaya uğramış, kendi uyruğundan olan bir ülkenin bağımsızlık amacıyla isyan edip Amerika Birleşik Devletleri ismiyle yeni bir devlet kurmasını çaresizlik içinde kabul etmişti. Bununla beraber İngiltere’nin 18. asır sonlarındaki hâl ve konumu aynı asrın başındaki durumuna göre çok daha fazla sağlamlaştı. İngilizler vaktiyle önemsiz bir konumda bulundukları Hindistan ve Kanada’dan Fransızları tamamen atıp yerlerine sahip olmuş ve Amerika Birleşik Devletleri’nin zararına olacak şekilde gerek askeri gerekse ticari açıdan denizlerde hakim konuma gelmişlerdi.
İngiltere Sömürgeleri
İngiltere, kendi ulusal sanayisini korumak, sanayi ürünleri için yeni pazarlar ve müşteriler bulmak ve para kazanmak amacıyla 19. asır boyunca sömürgelerini önemli oranda arttırmıştı. Zaten 18. asır boyunca Fransa’yı yendikten sonra dünyanın en önemli sömürgelerine sahip olmuş ve bu açıdan dünyanın birinci devleti olmuştu. İngiltere bunları korumayı başardı ve 19. asırda daha da genişletti. 20. yüzyılın başlarında sömürgelerinin yüzölçümü 30 milyon kilometrekareye, nüfusu ise 400 milyona ulaştı.
- a) İngiltere’nin Akdenizve Amerika’daki Sömürgeleri
İngiltere 1704 senesinde işgal ettiği ve sömürgeleri arasına kattığı Cebelitarık (Gibraltar) sömürgesine 19. asır başında Malta’yı ilâve etmiş ve daha sonra 1878 senesinde imzalanan Berlin Konferansı neticesinde Kıbrıs’ı Osmanlı Devleti’nden kopartıp işgal etmişti.
- asır sonlarında İngiltere’nin Amerika’da sahip olduğu sömürgeler şu şekildeydi;
1) Güneydoğu’da Falkland Adası, Doğu’da Bermuda ve Küçük Antil Adaları’nın bir kısmı, Büyük Antiller’den Jamaika ve Newfoundland Adaları.
2) Asıl Amerika kıtası üzerinde Guyana, İngiliz Hondurası yahud Balise sömürgeleri, özellikle Kanada kıtası (İngilizler Kanada kıtasını batı yönünde Büyük Okyanus’a ve kuzeyde kutuplara kadar genişletmişlerdi).
- b) Okyanusya
İngilizler 19. asırda Okyanusya’da çok sayıda ada ele geçirmişlerdi. Bunların başlıcaları Viti yahud Fiji, Cook, Tonga (1899) adalar grubudur. Bundan başka İngilizler daha batıda ve daha kuzeyde Yeni Gine’nin bir kısmını (1886), Borneo’yu (1887-1888) ve Labovan adacıklarını elde etmişlerdir. Bu kıtada bulunan İngiliz sömürgelerinin en önemlileri Yeni Zelanda, Avustralya ve Tasmanya’dır. Bunlardan Yeni Zelanda 1840 senesinde ele geçirilmiş, ancak yerli halkın itaat altına alınması 1866’da sağlanabilmiştir. Avustralya kıtası ise 18. asırda Hollandalılardan zabt edilmiştir. Önceleri Avustralya’ya ceza almış mahkûmlar gönderilirken, sonraları dürüst İngilizler de oraya giderek çeşitli vilâyetler oluşturmuşlardır. Güney Yeni Gal, Batı Avustralya, Victoria vilâyetleri bunlardan bazılarıdır. İngilizlerin Avustralya kıtasına göç etmelerini teşvik amacıyla 1840 senesinden itibaren ceza almış mahkûmların oraya gönderilmesi yasaklanmış ve özellikle 1851 senesinde altın madenlerinin keşfedilmesi üzerine ülkenin nüfusu hızla artmıştır.
- c) Asya
İngilizler Asya’da öncelikle Hindistan’ın işgaline girişip bu ülkeye yayılmaya başladılar. 1757’de Hindistan’a komutan olan atanan Robert Clive’in Plassey’de sergilediği başarılar İngilizlere Bengale ülkesini kazandırdı. Daha sonra Maratha İmparatorluğu’nu yenip Ganj vadisini de egemenlikleri altına aldılar (1805-1818). 1815 senesinde imzalanan Viyana Kongresi’nde Seylan Adası’nın Hollandalılardan alınarak İngiltere’ye verilmesine karar verildi. O tarihten sonra İngilizler doğuya ve batıya doğru hızla genişlediler. Ancak 1857’de yaşanan bir isyan hareketi İngilizlere ciddi zorluklar yaşattı ve bunun neticesinde Hind Şirketi fesh edilerek İngiltere hükümeti bu bölgedeki idâreyi doğrudan doğruya kendi eline aldı.
Batı taraflarında Sekler itaat altına alındı ve Pencab ülkesi istila olundu (1843-1848). İngiltere bu yöndeki sınırlarını güvence altına almak için Belucistan’ı himayesine alıp, Afganistan’ı etkisi altına aldı. Diğer taraftan Avrupa’yı Hindistan’a bağlayan yolların askeri açıdan önem arz eden bazı noktalarını elde ettiler. Örneğin Arap Yarımadası’nın güneyindeki Aden şehrine (1839), Kızıldeniz’in girişindeki Perim adacığına ve Basra Körfezi’ndeki Bahreyn Adaları’na (1876) yerleştiler.
Doğu yönünde de aynı türde yayılmacılık politikası izleyip Birmanya hükümetinin bütün topraklarını idareleri altına aldılar (1824-1886). Diğer taraftan Uzakdoğu yolu üzerinde bulunan Andaman, Nicobar ve Singapur adalarını ve Malaka şehrini (1819-1824) ve Hind Çini yarımadasının diğer bazı noktalarını da ele geçirdiler. Nihâyet Çin memleketinden de iki noktayı yani güneyde Hong Kong ve kuzeyde Chantoung yarımadası üzerindeki Wei-Hai-Wei limanlarını işgal ettiler.
- d) Afrika
İngilizler Afrika kıtasında da önemli mevkiler elde etmişlerdir. İngilizlerin Atlas Okyanusu’nda bulunan Ascention ve Saint Helene Adaları ve Hint Okyanusu’nda sahip oldukları Maurice, Amirantes, Seychelles ve Socotra adaları bir tarafa bırakılacak olursa Afrika’da kendi tasarrufları altında bulunan arazinin üç ayrı gruba ayrıldığı görülmektedir.
Bunlardan batı yönünde bulunanlar diğerlerine nisbetle önemsiz olanlardır. Bu kısım birçok küçük araziden oluşmaktadır. Gambia (1843), Sierra Leone (1787), Fildişi Sahili (1667) ve Esir Sahili bunlardan bazılarıdır. Bunlardan yalnız Nijerya sömürgesi arazi bakımından geniş olup 1898 senesinde Fransa ile İngiltere arasında bu konuda imzalanan anlaşmadan sonra Aşağı Nijer’den Çad Gölü’ne kadar uzanmıştır.
Doğuda bulunan kısım ise Somali sömürgesi hâriç tutulduğu takdirde tek parça bir ülkedir. 1890 senesinde imzalanan İngiliz-Alman Anlaşması ile İngiltere’nin Zengibar Sultanlığı üzerinde himaye hakkına sahip olduğu ve İbea denilen Victoria Gölü’ne kadar uzanan kısımda İngiltere’nin Doğu Afrika sömürgesinin oluşturulması kabul edilmiştir. Fransa Devleti, 1899 ve 1904 senelerinde İngiltere ile imzaladığı anlaşmalarla İngiltere’nin Sudan ve Mısır’ı işgalini tanımış ve bu devletler üzerindeki tüm taleplerinden feragat etmiştir.
Güney kısmına gelince bu kısım diğerlerinden daha geniştir. İngilizler bu kısımdaki Cap sömürgesini 1815 senesinde Hollandalılardan almışlardır. Bu sömürgeyi elde eder etmez ilk başlarda yavaşça ve kendi halinde, sonraları ise aşırı şiddet uygulamak suretiyle arazilerini genişletmeye başladılar. Hollanda kökenli olan Boersleri kuzeye doğru sürerek birbirini takip eden kanlı savaşlardan sonra Natal’i (1843), Kâfiristan’ın bir kısmını (1853), Zoulouland’i (1878) topraklarına kattılar. Boerslerin güneye doğru yönelmelerini engellemek için Basoutolandi ve Griqualand elmas madenlerini elde ettiler (1871) ve Almanların güneybatıya yayılmalarını engellemek için de sayıları oldukça az olan Betchouans kabilesinin yerleşik olduğu arâziyi Zambeze Nehri’ne kadar himayeleri altına aldılar (1884-1885). Bu suretle İngilizler Portekizlilerle komşu oldu. O sıralar Portekiz’in Güney Afrika sömürgeleri Atlas Okyanusu’ndan Hint Okyanusu’na kadar uzanıyordu. İngilizler bu sömürgeleri ikiye yararak Nyassa Gölü’ne ulaşmak için şiddet kullanma hususunda tereddüt etmemişlerdir (1890-1891). Bu olaydan sonra Afrika’nın güneyinde Orange ve Transvaal’dan başka bağımsız ülke kalmamıştır. İngiltere bunları kendi topraklarına katabilmek için birçok girişimde bulunmuş ise de bu girişimlerin tümü sonuçsuz kalmış ve en sonunda bunlarla da savaşa girişmiştir. 1899 yılında başlayan savaş 1902 Mayıs’ına kadar devam etmiş ve İngiltere’ye 5 milyara mal olmuştur. Boersler cesurca karşı koymakla birlikte en sonunda İngiliz hâkimiyetini tanımak zorunda kalmışlardır.
İngiliz Sömürgelerinin Özelliği
İngiltere sömürgelerinin en büyük özelliği her çeşit ülkeyi bünyesinde barındırmasıdır. Kuzeyde kutup bölgesinden başlayıp güneyde Ekvator’a kadar uzanan bu sömürgelerden bazılarına (Kanada, Avustralya ve Cap v.s) göç yoluyla nüfus yerleştirilirken, sıcak bölgelerde bulunan toprak parçalarında ise sömürge düzeninin her türlü olumsuz uygulamaları sergilenmiştir. Bu sömürgelerin her tarafını iskeleler, kömür depoları, ticaret antrepoları kaplamıştı. Sömürgelerin sayısı o kadar çok ve yoğundur ki birinden diğerine gitmek için büyük bir mesâfe kat etmeye gerek yoktu. Bunlar gerek birbirlerine gerekse başkente telgraf hatları ve denizaltı kablolarıyla bağlanmışlardı.
İngiltere’nin topraklarını bu kadar büyütmek istemesindeki en büyük amaç hiç şüphesiz ekonomik menfaatleridir. İngilizler ticaret yapmak ve aşırı kâr elde etmek amacıyla çok sayıda ve özellikle de verimli ülkelere sahip olmayı arzulamış, bunun için bazen güç kullanarak bazen de diplomasi yoluyla tüm rakiplerini bertaraf etmişlerdir. Ele geçirdikleri ülkelerde iktidarlarını pekiştirmek için Romalıların İran’da uyguladıkları “İdare etmek için bölmek ve parçalamak gerekir” kuralını tatbik etmişlerdir.
İngiltere sömürgelerini idari yapı açısından çeşitli gruplara ayırabilmek mümkündür;
- İngiltere’nin koruması altında bulunan sömürgeler: Mısır, Belucistanve Hindistan’ın bazı bölümleri.
- Doğrudan doğruya İngilterehükümeti tarafından yönetilen sömürgeler. İngiltere bazı sömürgelerini yetkili bir vali vasıtasıyla yönetmeyi tercih etti. Cebelitarık bunlardan biridir. Bu yetki bazen Hindistan’da olduğu gibi valinin yanındaki memurlar içerisinden seçilen bir meclis tarafından yürütülüyordu.
- Temsil yetkisi bulunan sömürgeler. Bu tür sömürgelerde memurlar arasından seçilmiş bir meclis ve vali, sömürgeyi birlikte yönetmekteydi. Fakat bütçenin onay yetkisi meclise aitti. Antil Adalarıbu şekilde yönetilmekteydi.
- Parlamentosu ve yetkili bir hükümeti olan sömürgeler: Kanada, Newfoundland, Cap, TransvaalAvustralya, Yeni Zelanda sömürgeleri bunlardandır. Bu ülkeler zaten birer cumhuriyet halindeydi. İngiltere hükümdârı tarafından atanan Vali İngiltere’yi temsilen fahri olarak görev yapıp, hükümetin icraatına karışmazdı. Bu sömürgelerin her biri kanunen İngiltere’ye bağlıydı. Fakat kendi arzuları ve menfaatleri doğrultusunda gerektiği şekilde hareket ederlerdi.
İspanya, Portekiz, Hollanda ve Belçika Sömürgelerinin Durumu
Gemicilik ve uluslararası ticâret konusuna ilk el atan devletler 19. asırda bu konudaki üstünlüklerini önemli oranda kaybetmişlerdir. Fakat bu üstünlük kaybı her devlette kendini farklı şekilde göstermiştir. İspanya devleti sömürgelerinin neredeyse tümünü kaybetmiş, Portekiz büyük toprak kayıpları yaşarken, Hollanda ise ancak 1815 senesinde imzalanan Viyana Konferansı’nın kendisine bıraktığı sömürgeleri elinde tutabilmiştir. Diğer taraftan İspanya ve Portekiz sömürgeleri çok büyük önem taşımamakla beraber, Hollanda sömürgeleri çoğunlukla önemli ve gelişmiş durumdaydı. Belçika’ya gelince bazı özel durumlar bu ülkeyi sömürge sahibi bir devlet konumuna getirmiştir.
İspanya Sömürgeleri
İspanya 19. asırda sömürgelerinin tümünü kaybetti. Bunun başlıca sebebi İspanya’nın üç asır boyunca sömürgelerinde uygulamış olduğu yönetim tarzını değiştirmeme hususundaki ısrarından kaynaklanmıştır. 16. asırda İspanyol sömürgelerinde yaşayanlardan hiç kimse devlet memuriyetine atanmazdı. İspanyollar ile yerlilerin evlenmesinden ortaya çıkan ve sömürgelerde yaşayan halkların önemli bir kısmını oluşturan melezler, İspanya asillerince aşağılanmakta ve hor görülmekteydi. Bütün sömürgeler İspanya’nın servet edinmesi için çalışır, bu sömürgelerde yeni sanayi kurulamaz, yabancı devletlerle serbestçe ticaret yapılamazdı. İspanya toprakları 1808 senesini takiben Fransızlar tarafından istila ve işgal edilince Amerika kıtasındaki İspanya sömürgeleri İspanya’nın sıkıntı içinde olmasından da yararlanarak isyan başlattılar. 1809 senesinden 1826 senesine kadar Amerika kıtasındaki İspanya sömürgeleri dağılmaya başladı ve yeni yeni cumhuriyetler oluştu. Bununla beraber Amerika’da İspanya’nın elinde bazı adalar kalmıştı. Porto-Rico ve Antillerin incisi olarak isimlendirilen Küba bunlardan bazılarıydı. Bu adalar da, İspanya ile Amerika Birleşik Devletleri arasında yaşanan ve İspanya’nın yenilgisiyle sonuçlanan savaş neticesinde 10 Aralık 1898 tarihinde Paris’te imzalanan anlaşma gereğince İspanya tarafından Amerika Birleşik Devletleri’ne terk edildi. Filipin Adaları’nın da İspanya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne devredilmesi söz konusu anlaşma ile sağlandı. İspanya hükümeti bu anlaşmanın imzalanmasından iki ay sonra yani 12 Şubat 1899 tarihinde sömürgelerin artık kendisi açısından çok fazla bir önemi kalmadığına kanaat getirerek Okyanusya kıtasında elinde kalmış olan Mariannes, Carolines ve Palaos adalarını da 25 milyon peseta karşılığında Almanya’ya sattı.
Portekiz Sömürgeleri
Portekiz 16. asrın başında sömürge edinen ülkeler içerisinde ilk sırayı işgal etmekteyken sonraları bu konumunu kaybetti. Bu kaybın en önemli nedeni de kendi kuvvetiyle sömürgelerinin genişliği arasındaki orantısızlıktı. Portekiz, edindiği sömürgeleri 17. asırda kaybetmeye başlamış ve bu kayıp 19. asır boyunca devam etmiştir. Brezilya 1822’de Portekiz’den ayrılmış, önceleri Portekiz kralına bağlı iken sonradan bağımsız Cumhuriyet haline dönüşmüştür. Portekizliler Afrika kıtasında geniş bir ülke elde etmişlerdi. Hint Okyanusu’ndan Atlas Okyanusu’na kadar uzanan bu topraklar İngilizlerin Güney Afrika ve Orta Afrika sömürgelerinin gelişmesine engel teşkil ettiğinden, İngiltere tarafından Portekiz hükümetine bir ultimatom verildi ve İngiltere Tage Nehri ağzına bir donanma gönderdi. Portekiz, İngiltere’nin bu hareketine karşı tepki koyamadı ve söz konusu arazi üzerindeki tüm iddialarından 11 Haziran 1891 tarihinde feragat etti.
O tarihten sonra Portekiz’in Güney Afrika’daki sömürgesi olarak batıda sadece Angola ve doğuda Mozambik olmak üzere iki parça kalmıştı. Bu ülkeler oldukça geniş olmalarına karşın doğal kaynaklarının yetersizliğinden dolayı gerektiği şekilde kalkınamamışlardır. Her türlü idari, ticari ve sanayi üretimi özel şirketlere bırakılan bu ülkelerde yüzlerce yıllık sömürü dönemi boyunca ancak birkaç parça demiryolu yapılmıştır. İngiltere ile Almanya 1898 tarihinde imzalamış oldukları gizli bir anlaşma ile gerektiğinde teminat gösterilmesi kaydıyla Portekiz’e mali yardımda bulunmayı vaat etmişlerdi. Bu durum özellikle Lourence Marquez gibi güzel bir limana sahip olan Mozambik için büyük bir tehdit oluşturmaktaydı. Neticede Mozambik 1975 yılında bağımsızlığını elde edebildi.
Afrika kıtası üzerinde Portekiz’in yukarıda bahse konu sömürgelerinden başka iki parça sömürgesi daha vardı. Bunlardan biri Fransa’nın Kongo sömürgesini Kongo Nehri ağzında ayıran Cabinda Limanı ve diğeri çok büyük olmamakla beraber oldukça önemli olan Portekiz Ginesi idi. Atlas Okyanusu’nda ve Gine Körfezi girişinde bulunan San Thome ve Prince Adaları ise büyük bir öneme sahip değildi. Yeşil Burun, Madera ve Acores Adaları’na gelince, bunlar sömürge statüsünde olmayıp Portekiz’in diğer vilâyetleri gibi idâre olunmaktaydı. Bu adaların çok büyük bir geliri olmayıp, yalnızca gemiler için birer duraklama yeri niteliğindeydi. Diğer Afrika sömürgeleri gibi Portekiz Ginesi’de 1973 yılında bağımsızlığını elde etti.
Portekizlilerin Asya ve Okyanusya kıtalarındaki eski topraklarından ellerinde ancak Hindistan’da Diu, Damao ve Goa, Çin’in güneyinde ise Macao kalmıştı. Bunlar da İngilizlerin rekabeti yüzünden herhangi bir gelişme gösterememişti. Malezya Adaları içinde sayılan Timor Adası’nın bir kısmı ile Timor Adası eklentilerinden bazı ufak adalar Portekiz’e ait ise de bunlar tamamen itaat altına alınamamıştı.
Portekiz sömürgeleri İspanya arazisinden daha geniş olmakla birlikte çok fazla önem taşımamaktaydı. Portekiz’in küçüklüğüne karşılık sömürgelerinin büyüklüğü geçmişte olduğu gibi o dönemki Portekiz içinde ciddi bir zaafiyet yaratmaktaydı. Portekiz’i iktisadi açıdan İngiltere’nin egemenliği altına sokan Sir Methuen Anlaşması’ndan beri (1703) Portekiz, bir nevi İngiltere’nin bir sömürgesi haline dönüşmüştü.
Portekiz’in sömürgecilik macerası esas olarak Portekiz ordusu ile Portekiz’in Afrika’daki sömürgeleri arasında 1961-1974 yılları arasındaki yaşanan savaşlar neticesinde sona erdi. Portekiz, diğer Avrupa uluslarının aksine 1950 ve 1960’lı yıllarda Afrika’daki sömürgelerini bırakmamıştı. 1960’lı yıllarda çok sayıda silahlı kurtuluş örgütü bu ülkelerdeki komünist hareketin de gelişmesine bağlı olarak bağımsızlık savaşı vermeye başladı. Portekiz’e karşı en belirgin kurtuluş mücadelesini Angola, Mozambik ve Gine Bissau başlattı. Angola’da MPLA, Gine-Bissau’da PAIGC, Mozambik’de FRELIMO koordineli bir şekilde verdikleri silahlı mücadele karşısında Portekiz yönetimini zorladılar. Ancak Portekiz’e asıl darbe kendi içinden geldi ve 1974 yılında Lizbon’da gerçekleşen Karanfil Devrimi neticesinde Portekiz Ordusu içerisinde örgütlenen Movimento das Forças Armadas (Silahlı Kuvvetler Hareketi) Afrika’da sürmekte olan kanlı sömürge savaşları ve Salazar yönetimine karşı kamuoyunda duyulan rahatsızlık nedeniyle halkı da arkasına alarak darbe yaptı ve devrim sürecini başlattı. Ülkedeki siyasal yapıda çok önemli değişiklikler gerçekleştiren yeni yönetim, sömürgelerde kalan askeri birlikleri hızla geri çekti ve Afrika’daki sömürgelerde iktidar hızla yerel örgütlere bırakıldı.
Hollanda Sömürgeleri
Portekiz gibi Hollanda da Asya ve Afrika sömürgelerinin önemli bir kısmını kaybetmiştir. Cap, Seylan ve Malaka bunlardan bazılarıdır. 18. asırda iktisadi açıdan İngiltere’nin, I. İmparatorluk zamanında ise Fransa’nın nüfûz ve etkisi altında kalan Hollanda fazla bir gelişme sergileyemedi. Bununla beraber 1815 anlaşmaları ile Hollanda’ya 2 milyon km2 büyüklüğünde ve tahminen 40 milyon nüfusu barındıran geniş bir sömürge toprağı bırakılmıştır. Söz konusu sömürgelerin neredeyse tamamı oldukça verimli sıcak bölgelerde bulunup, her çeşit bitki yetiştirilmekte ve iki ana kısma ayrılmaktaydı.
Batı Hind Sömürgesi Hollanda’nın değer bakımından çok fazla öneme sahip olmayan topraklarını oluşturmaktaydı. Hollanda Guyanası ile Antil Adaları’ndan bazıları da bu kısma dahildi. Hollanda Hind Sömürgesi ise (Indes Neerlandaieses) daha kalabalık ve daha gelişmişti. Malezya Adaları’ndan Sumatra, Java, Celebes ve Moluques adalarıyla yine Malezya Adaları’ndan Borneo’nun dörtte üçü, Timor’un önemli bir parçası ve Yeni Gine’nin üçte biri bu kısma dahildi. Bu adaların yüzölçümü 1,5 milyon km2 ve nüfusu 38 milyona ulaşmaktaydı. Hollanda Hind Sömürgesi’nin yönetimi ilk başlarda bir şirkete verilmişti. Fakat 1798 senesinde şirketin imtiyaz hakları kaldırıldı ve bu şirketin yerini bizzat Hollanda hükümeti aldı. Ticaret ve sömürge işleriyle ilgilenmek üzere bir heyet oluşturuldu. Hollanda, Belçikalıların çıkardığı ayaklanmayı bastırmak için ihtiyaç duyduğu parayı bu sömürgesinden istedi. 1832 senesinde Vâli Von der Bosch, Java’da o zamana kadar bilinmeyen bir yöntem uyguladı. Kendi adıyla anılan bu usule göre yerliler devlete emlâk vergisine karşılık ekip biçtikleri arazinin beşte birini terk etmeye ve senede 60 gün ücretsiz çalışmaya mecbur tutuldu. Yerliler bu suretle ellerinden alınan belli miktar arazide belirlenen süre zarfında kahve, çay, tütün, biber, çivit ağacı gibi o sömürgede yetişen bitkileri üretmek zorunda kalıyorlardı. Vali, bu arazileri angarya suretinde çalışmaya mecbur olan işçilerle beraber mültezimlere ihale ediyor ve mültezimler yetiştirdikleri ürünleri belli bir ücret karşılığında Hollanda devletine bırakmaya mecbur tutuluyordu. Devlet, bu ürünleri özellikle Amsterdam’da yüzde 100 gibi büyük kârlarla satarak büyük bir gelir elde ediyordu. Bu sayede devlet bütçesi senede 30 milyon florin gelir fazlası vermeye başladı. Ancak bu usül pek çok suistimale sebep olduğu gibi sömürge köylülerini de sıkmaya başladı. Hollanda basınında bu konuya dair gayet şiddetli tartışmalar yapılmış, neticede Liberal Parti sömürgelerde baskı altında kalıp elinden toprağı alınan ve zorla çalıştırılan bu insanların savunucusu durumuna gelmişti. Bu parti, Amerika’daki Hollanda sömürgelerinde köleliğin kaldırılmasını (1854-1862) ve bu uygulamanın Hollanda Hind Sömürgesi olarak isimlendirilen Asya sömürgelerinde de geçerli olmasına yönelik kanunlar çıkarttı. Nihâyet Liberal Parti yukarıda açıklanan angarya ziraat yöntemiyle ilgili uygulamayı güçlükle yürürlükten kaldırdı (1870). Buna karşılık sömürgeler merkezi hükümete senede 10-11 milyon frank ödemeye mecbur tutuldu.
Bu aşamadan sonra sömürgeler üzerindeki ticaret tekelini kaybeden Hollanda bütçesinde bütçe açıkları eksik olmadı. Sömürgelerin geliri eskiye göre oldukça azaldı. Diğer taraftan Hollanda Sumatra’nın kuzeyinde Açe hâkimiyle 1873 senesinden sonra birçok savaş yaptı. Açe ancak uzunca bir süre ve çok ciddi harcamalar sonrasında ele geçirilebildi. Hollandalılar Java adasında Batavia ve Sourabaya limanlarını yenileyip düzenlemişlerdi. Bu işler çok büyük paraların harcanmasına yol açmışsa da, sonradan yarattığı faydalar Hollanda’yı oldukça memnûn etmişti.
Hollanda sömürgelerinde baharât ve sıcak iklimlere mahsûs ürünlerin çoğu yetişmekteydi. Bu ürünler Rotherdam ve Amsterdam ticâretini canlandıran ticari ürünlerin en önemlilerini oluşturmaktaydı. Bu sömürgelerde maden ocakları da bulunuyordu. Sumatra’nın maden kömürleri henüz pek bol değilse de Java’nın petrolü özellikle Bangka’nın ve Billiton’un kalayı sayesinde dünya ticaret hacminde önemli bir yer edinmeye başlamışlardı.
Hollanda’nın Uzakdoğu sömürgelerini kaybetmesi ise 1942’de gerçekleşti. Hollanda, Birinci Dünya Savaşı boyunca tarafsız kaldı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nda Alman işgaline uğradı. 10 Mayıs 1940’da Nazi Almanyası Belçika ve Hollanda’yı işgal etti. Bundan yararlanan ülke Japonya oldu ve Japonya 1942’de Hollanda’nın sömürgesi olan Endonezya’yı bütünüyle işgal etti. Savaş bittikten sonra Endonezya bağımsızlığını ilan etti.
Özgür Kongo Devleti (Congo Free State)
Belçika kralı II. Leopold Afrika’nın keşfini tamamlamak ve esir ticaretini yasaklamak üzere 1876 senesinde uluslararası bir dernek kurmuştu. Bu dernek sonradan Uluslararası Afrika Birliği (Association Internationale Africaine) adını aldı. Kongo’yu keşfetmiş olan Stanley, Kongo Nehri üzerinde askeri bir merkez oluşturmak için görevlendirilmiş bir heyet ve yeterli miktarda parayla Kongo’ya gönderildi. Bu suretle 1879 senesinden 1883 senesine kadar geçen süre zarfında Kongo bir çeşit sömürge haline dönüştürüldü ve yönetimine Belçika kralının başında bulunduğu özel bir şirket geçti. Bu sömürge Avrupa hükümetleri tarafından tartışma konusu edilince o sıralarda Afrika’da menfaatleri çelişen Avrupa devletleri konunun çözümlenmesi amacıyla Berlin’de devletlerarası bir konferans düzenledi. Bu konferans neticesinde imzalanan Berlin Anlaşması (1885) bağımsız bir Kongo Devleti’nin oluşturulmasını kabul etti. Belçika Kralı bu devletin başı olarak belirlendi. Ancak bu devletin yönetimi Belçika Devleti’nin yönetiminden tamamen farklıydı. Kongo Nehri’nin nehir taşımacılığına uygun hale getirilmesi için birçok inşaat faaliyeti gerçekleştirildi ve ülke genelinde demiryolları yapıldı. Ülkenin gelişmiş bir yapıya kavuşturulması amacıyla özel şirketlere geniş araziler tahsis edildi. Ülkenin başlıca ihracat ürünü olan fildişi ve kauçuk, bu malların alım satımı konusunda Anvers’i dünyanın en önemli şehirlerinden biri konumuna getirmişti. Bu mallar genellikle Londra, Hamburg ve Bordo’ya ihraç ediliyordu. Kral II. Leopold, başında bulunduğu Kongo Devleti’ni düzenlediği vasiyetname ile Belçika hükümetine terk etti (1908). İspanya, Portekiz ve Hollanda aşağı yukarı aynı zaman dilimi içerisinde önemli sömürgelere sahip olup sonrasında bunları birer ikişer kaybederken, nisbeten yeni bir devlet olan Belçika ise Afrika’da önemli bir sömürge elde ediniyordu. Belçika’nın Kara Kıta’daki egemenliği ise bu sömürgenin 30 Haziran 1960 tarihinde bağımsızlığını ilan etmesi üzerine sona erdi.
Osmanlı’nın fethettiği topraklardaki devlet yönetme anlayışı ile Batılıların ki arasında mukayese edilemeyecek derecede farklılıklar bulunmaktadır. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında imzalanan Lozan Anlaşması ile bizden kopartılıp “güya!” bağımsız devlet haline getirilen ülkelerin herhangi birisinden; “Osmanlı bizi sömürdü, Osmanlı bizi katletti” diye bir cümle işitebilir misiniz? Böyle bir şey duymanız mümkün değildir. 14. yüzyılda Avrupa kıtasına, 16. yüzyılda Ortadoğu ve Afrika kıtasına ayak basan Osmanlı Devleti, yaklaşık beş asır boyunca idaresi altındaki insanları adaleti elden bırakmadan yönetmiştir. Aynı asırlarda Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere ve Fransa gibi devletlerin ne şekilde hareket ettiği, Osmanlı topraklarını neden paylaşmak istedikleri, Birinci Dünya Savaşı’nı niçin çıkardıkları herhalde şimdi daha iyi anlaşılmıştır.
Lozan Anlaşması, Batılıların Osmanlı coğrafyasını masa başında paylaştığı, Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika coğrafyasındaki halkları sömürgele haline getirdiği muhteşem bir tiyatrodur.
Batılılarca asırlar boyu sömürülen Afrika, Asya ve Uzakdoğu coğrafyasına karşılık Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü üç kıtada takındığı tutum ortadadır. İşte bu farklılık, yaklaşık 350 yıl boyunca istikrarlı bir şekilde topraklarını genişleten Osmanlı Devleti’nin zayıflama sürecinde neden aniden yıkılmadığının ve çözülme sürecinin neden 200 küsur yıl sürdüğünün en önemli cevabıdır.
Hem de geriye Türkiye Cumhuriyeti gibi koca bir ulus ve devlet bırakarak.
Osmanlının elinde ne kimsenin kanı ne altın ve gümüşü ne de pırlanta ve petrolü bulunmaktadır.
Türkiye ekonomisinin son 10 yılda sergilediği siyasi, ekonomik ve politik istikrar tüm dikkatleri tekrardan ülkemize yöneltmiştir. Suriye başta olmak üzere kriz yaşanan hemen her coğrafyada ortaya konulan insaniyet dersleri ise Ortadoğu halkları başta olmak üzere dünya Müslümanlarının Türkiye’ye karşı duydukları sevgi ve saygıyı had safhaya çıkarmıştır.
Yakın gelecekte Ortadoğu coğrafyasındaki bazı devletleri içine alacak Yeni Türkiye’yi ve belki de Türkiye Birleşik Devletleri’ni oluşturmaya artık her zamankinden daha yakınız.
Sadece inanalım yeter.
Kaynakça:
- Mehmet Hakan Sağlam, İktisat Tarihinin Evrimi, TürkmenKitapevi, İstanbul, 2009.
- Figen Sağlam, Son Dönem OsmanlıGelir Kaynaklarının Cumhuriyet Dönemi Gelir Kaynaklarıyla Mukayesesi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Teorisi Anabilim Dalı Doktora Tezi, İstanbul, 2011.