(Article 038-05.11.2014)
İki gün önce Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından Ekim ayı Tüketici Fiyat Endeksi ve Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi açıklandı. Buna göre TÜFE’de 2014 yılı Ekim ayında bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 8,45 ve 12 aylık ortalamalara göre yüzde 8,65 oranında artış gerçekleşti. Halbuki Merkez Bankası Başkanı üniversite eğitimi sırasında aldığı temel iktisat bilgileriyle faizleri yüksek tutup can siperâne bir şekilde enflasyonla mücadele etmeyi kafaya koymuştu. İktisat fakültesi öğrencilerine daha ilk günden itibaren Merkantilistlerin, Fizyokratların, Liberalistlerin, Keynesyen ve Monetaristlerin fikirleri olabildiğince anlatılır. Fakat öğrencilere teori dışında anlatılmayan birçok konu vardır ki Merkez Bankası Başkanı’nın yaşadığı sıkıntılarda aslında bundan kaynaklanıyor.
İlk olarak; Herhangi bir mal veya hizmetin değeri, faiz oranları, döviz kurları vs. hakkında hiç kimseyle “bunun altına inmez veya bunun üstüne çıkmaz” gibilerinden kesin konuşmalar yapılmaz, bu konuda inatlaşmaya gidilmez ve asla iddiaya girilmez. Neden? Çünkü Piyasalarda düşmez kalkmaz bir Allah’tır.
İkinci olarak; Ekonomi, önemli bir sosyal bilim dalıdır. İki hidrojen atomu ile bir oksijen atomunun normal şartlar altında birleşmesinden “su” ortaya çıkacağını kimya bilimi hem formül hem de uygulama yoluyla ortaya koyar. Bir kimyagerin bu konuda haklı çıkması için üç faktöre gereksinim vardır. İki tane hidrojen atomuna, bir tane oksijen atomuna ve “normal şartlar altında” dediğimiz zaman, mekân, ısı, basınç veya neyse neye. Ancak iktisat ilminin böyle bir denklemi olmadığı gibi var olan hemen her denklemin sonuna ilave edilen bir bilinmeyeni daha vardır ki o da; “insan davranışlarıdır”. İşte her denklemin sonuna ilave edilen o “bilinmeyen” eklentisi dünya yüzeyinde yaşayan 7 milyar insanın her biri için farklılıklar arz eder. Örneğin; Bir ülke ulusal parasının yabancı paralar karşısındaki değeri nasıl belirlenir? şeklinde bir soruya maruz kalınsa bu soruya hemen herkes farklı cevap verir. Bu soruyu bir formül yardımıyla cevaplayabilmek için oluşturulacak denklemin içeriğine hemen her şeyi koymamız gerekir. Ülkedeki üretim kapasitesi, ithalat ve ihracat yapısı, turizmden tutunda ayak bastı paralarına kadar hemen her çeşit dış alem gelir ve giderleri, dövize olan arz ve talep, enflasyon ve deflasyon beklentileri, ülkedeki işsizlik oranları, yatırımlar vs. vs. Fakat bunlar bile oluşturulacak formülün doğru sonuçlar vermesine olanak tanımaz. 99 bilinmeyenli bir denklemde 99 verinin tamamı eksiksiz ve doğru bir şekilde formüle yerleştirilse dahi bu denklemin sonuna mutlak ve mutlak şekilde siyasi ve politik riskleri, insan davranışları gibi bazı konuları “bilinmeyen” olarak ilave etmek zorundayız. İşte ekonomi bilimini diğer bilim dalları karşısında muğlak hale getiren unsur; neticede insan psikolojisine dayalı bu tür bilinmeyenlerdir. Neden? Çünkü; Sizin siyah olduğunu zannettiğiniz şeyleri bazı kişiler gri, bazıları füme, bazıları ise beyaz olarak görebilir de onun için. Üstelik bir insanın simsiyah bir şeyi nasıl kar gibi beyaz gördüğünü de asla sorgulayamazsınız.
Üçüncü ve en önemli maddeye gelince; Maalesef iktisat okuyarak değil yaşayarak öğrenilir. İyi bir iktisatçının çok hassas bir burnu ve çok keskin gözleri olmak zorundadır. Piyasayı iyi koklayamayan, olacakları sezinleyemeyen ve insanların gelecekte atacağı adımları iyi tahmin edemeyen bir kişi iktisatçı olamaz. Olursa nasıl olur? Ancak bu kadar olur.
Türkiye’de uygulanan iktisat politikası şu an için hangisidir? diye sorulsa, alacağınız cevap Monetarist iktisat politikası olacaktır. Dünya yüzeyinde faiz hadleriyle oynayarak ekonomik kalkınmayı başarabilmiş ülke var mıdır? Monetarist politikalar herhangi bir ülkenin mali otoritelerince değişik zamanlarda değişik şekillerde uygulanabilir ama hiçbir zaman “asli” değil “tali” bir araç olarak.
Doktora tez danışmanım rahmetli Prof. Dr. Yüksel Ülken’in odasında 1993 yılında yaşadığım bir anımı paylaşmam şart oldu. Tez konum “Future Piyasalar ve Dünya Altın Borsalarının İşleyişi” üzerineydi. Tez içeriğini hocamla tartışırken masasındaki telefon çaldı. Yüksel hoca iki üç dakika kadar karşısındaki kişiyi dinledi, dinledi, dinledi, en sonunda patladı ve “olur mu öyle şey efendim?” diye söylenip sinirli bir şekilde telefonu kapattı. Ne olduğunu sordum. Yüksel hoca davûdi sesiyle; “Adamın birisini Ekonomi Bakanlığı’nda müsteşar yapacaklarmış, iktisattan anladığı falan yokmuş, size yollayalım da iki üç saat kendisiyle konuşup biraz iktisat öğretseniz” diyorlar dedi. Kafasını sallayarak “Biz burada 4 yılda insanları iktisatçı yapmakta zorlanırken, bu adamlar iki üç saatte iktisatçı yaratmaya çalışıyorlar” dedi. Maalesef şu an Türk devlet bürokrasisinde, en alt kademedeki insandan, en üst seviyedekilere kadar bu tarz çok sayıda insan var.
Refah ve servet birikimi büyüme ve kalkınmanın doğal bir sonucudur. Faiz oranlarını ekonominin tek belirleyici unsuru olarak kabul etmekten daha büyük bir yanlış olamaz. Yatırım yapmayan ve üretmeyen hiçbir toplum büyüyüp kalkınamaz. Türk halkının alışveriş yapmasına imkân tanıyan ceplerdeki kâğıt ve madeni para miktarı yaklaşık 75 milyar liradır. Merkez Bankası’nın faiz oranlarını yüksek tutmasının nedeni çoklukla yüksek enflasyon endişesinden kaynaklanmaktadır. Monetarist öğretiye göre faizler yüksek olursa insanlar daha az borçlanır ve dolayısıyla daha az harcama yapar, mal ve hizmet talebi azalırsa fiyatlar düşer, fiyat düşüşleri ise enflasyonun tam tersi bir durum olan deflasyona sebep olur. Faizler düşük olduğunda ise insanlar borçlanma yoluna gider ve daha fazla harcama yapar, çok fazla harcama yapılırsa fiyatlar genel seviyesi yükselir ve herkesin bildiği tabirle enflasyon denilen olay vukua gelir. Eski bakkal terazilerini gözünüzün önüne getirin. Bir kefeye ağırlık, diğer kefeye de satın alınacak mal konulurdu. Horozlar dudak dudağa geldiğinde terazinin dengeye geldiği anlaşılırdı. Merkez Bankası’nın sergilediği faiz politikası işte tamamen bundan ibaret. Terazinin bir kefesinde “faiz”, diğer kefesinde “tüketim” var. Faiz yükselirse tüketim azalıyor ve buna bağlı olarak enflasyon oranı düşüyor, faiz düşerse tüketim artıyor ve enflasyon oranı artıyor. Peki bir ülkenin tüm ekonomisi faiz ve tüketimden mi ibarettir? Asıl cevaplanması gereken konu budur. Faiz oranının bir aşağı bir yukarı hareket etmesi sırasında aslında iktisatçıların “emisyon” dediği, sade vatandaşın ise “piyasadaki para hacmi” olarak isimlendirdiği 75 milyar lira tutarındaki para hacminde hiçbir değişiklik olmaz. Para sadece el değiştirir ve bir kişinin cebinden çıkarken, başka bir kişinin cebine girer. Yani birileri fakirleşirken, birileri zenginleşir. Bu arada ne kimse yatırım yapar, ne istihdam yaratır, ne üretim yapar, ne de ihracat işlemi gerçekleştirir. Merkez Bankası yetkilileri uyguladıkları politikayla sadece günü kurtarmaya çalışmaktadır.
Ülker, ülkemizin en önemli atıştırmalık ürün markalarından biri olmasına rağmen bir dünya markası değildi. Ülker’in yöneticileri 70 yıldan beri bu işle uğraştıkları halde dünya markası olmadıklarını gördüler ve kişisel egolarını bir tarafa bırakıp 3-4 milyar dolar para vererek dünyanın en önemli bisküvi şirketlerinden birisini satın aldılar. Murat Ülker; “Benim markam zaten Türkiye’de bir numara, bana ne dünyadan” demeyi tercih etmedi ve bu sektörden kazandığını yine kendi sektörüne yatırıp dünyanın en büyük 3. bisküvi markasının sahibi oldu. Halbuki Türkiye’deki çoğu işadamı ve sanayici “Türkiye bana yeter” deyip kazandıklarını kendi sektörleri dışındaki farklı alanlara plase ettiler. Zorlu Grubu’nun Vestel’den kazandığı parayı Zorlu Center’a gömmesinin finansal ve ekonomik bir izahı var mıdır? Halbuki Zorlu Grubu, Türkiye haricinde pek tanınmayan Vestel’i daha da büyütmek için örneğin Motorola markasını 2,5 milyar dolara satın alsaydı bugün o şirkete değer biçilemezdi. Tekstil sektöründe faaliyet gösteren birçok şirket sahibinin inşaat işine girmesi de aynı tür hatalar değil midir?
Türkiye çok büyük bir bölgesel güçtür. Bu gücün sağlıklı şekilde büyümesi ise yüksek ve ileri teknolojiye dayalı üretim, istihdam ve ihracat yapısının oluşturulmasına bağlıdır. Bu işin olmazsa olmazı patent ve markalaşmadan geçmektedir.
Bu devletin ekonomi bürokratlarının artık şunu çok iyi bilmesi gerekiyor; Parayla oynayarak bir ülke asla büyümez. Faizi indirip çıkartarak istihdam yaratılamaz. Masa başında oturarak Türkiye’ye yabancı yatırımcı çekilemez.
Son on yıldan beri Türkiye’de yaşanan büyüme “politik ve siyasi istikrar” odaklıdır. Erdoğan’ın varlığı ve hemen her konuda sergilediği dirayetli duruşu ekonomideki çarkların dönmesine müthiş bir katkı sağlamıştır. Ancak artık Erdoğan yoktur. Bundan sonra üretim ve ihracatı arttırma noktasında ekonomide çok köklü ve kalıcı radikal reform ve dönüşümlere ihtiyaç bulunmaktadır.
Bu ülke günlük ekonomi politikalarıyla yönetilemeyecek kadar önemli bir ülkedir. Devletin mali ve finansal kurumlarının başında bulunan bazı kişiler ciddi şekilde “metal yorgunluğu” yaşamaktadır. Unutmayalım ki koskoca bir yolcu uçağının düşmesine ve yüzlerce insanın ölmesine sebep olan şey, metal yorgunluğundan dolayı mukavemetini kaybeden küçücük bir perçin parçasıdır.
Bazı kurumlarda perçinleri değiştirmenin zamanı gelmiş de geçmektedir.