(Article 051-21.12.2014)
Bugün Times dergisinin eski bir sayısını inceleme fırsatım oldu. Dünyayı değiştiren 100 buluşu ele almışlar. Chip teknolojisi, internet, nanoteknoloji, mekatonik, hücre ve gen teknolojileri, DNA, fiber iletişim teknolojileri, telsiz, telgraf, telefon, teleks, faks cihazı, mobil telefonlar, uydular, nükleer teknolojiler ve daha niceleri. Peki bu saydıklarımızın kaçında bizim insanımızın emeği ya da katkısı var? Ya da kaç tanesi için “bunu biz ürettik” diyebiliyoruz? Maalesef hiç birisine.
Türkiye bilimsel gelişmişliğin neresinde? diye sorulsa ağzımızı açamıyoruz. Bundan bir süre önce A Haber’de yayınlanan Yaz Boz programında bu konuyu biraz irdelemiş ve dünya üniversitelerinin sahip olduğu patent sayıları hakkında açıklamalarda bulunmuştum. Amerika’daki ilk 150 üniversitenin sahip olduğu patent sayısının bir buçuk milyon civarında olduğunu, aynı sayıdaki Avrupa üniversitelerinde bu rakamın yaklaşık 100 bine ulaştığını, Türkiye’de ise 170 üniversiteden sadece 4 tanesinin patent üretebildiğini, bunların da ancak 276 tane patentlerinin olduğunu anlatmış ve hem bilim insanlarımızı hem de üniversitelerimizi eleştirmiştim.
Çok değerli bilim insanlarımız tabi ki var. Hatta bazıları dünya çapında çok önemli başarılara imza atıyor. Ancak bunların sayısı o kadar az ve o kadar çok baskıya maruz kalıyorlar ki dayanan dayanıyor, dayanamayan ise bir başka ülkeye kaçıp gidiyor. Bu kişilere baskı ve taciz uygulayanlar ise; çoğunlukla “akademik” ünvana sahip “çakma” bilim adamları. Bilgi ve edeb mahrumu bu haris ruhlu kişiler, bilimsel açıdan bir “hiç” oldukları ortaya çıkacağı endişesiyle başarılı insanların önünü kesip durmakta.
Yapay insan derisi veya yapay göz çalışan bazı araştırma görevlilerinin, Almanya ve ABD üniversitelerine gittiğine üzülerek şahit oldum. Performans değerleme kriterlerinin bulunmadığı ülkemizde, herhangi bir üniversitenin herhangi bir bölümüne, bir şekilde kapak atan kişilerin tek hedefi; kazaya belaya uğramadan emekli olmaktır. Peki ilim ve ilimle kim uğraşacak ve bu işler ne zaman yapılacak? Bunu soran da yok inceleyen de. Yüksek lisans ve doktora tezinden başka hiçbir bilimsel çalışması olmayan çoğu öğretim üyesi, kendi küçük dünyalarında bilimden uzak yaşamakta, vakti zamanı geldiğinde tabutuna Türk bayrağı sarılarak son yolculuğuna uğurlanmaktadır. Bir turist, cenaze töreni sırasında üzerinde bayrak sarılı bu tabutu görse ve meftanın akademisyen olduğunu öğrense, zanneder ki ölen adam Newton ya da Asimov gibi bir bilim insanı. Halbuki akademisyenlerimizin çoğunun yayımlanmış tek bir makalesi bile yok.
Maalesef sosyal bilimler ağırlıklı bir eğitim sistemimiz var. Tüm dünyanın iktisatçılarını, maliyecilerini, uluslararası ilişkiler uzmanlarını, işletmeci ve kamu yöneticilerini, istatistikçi ve hukukçularını biz yetiştiriyoruz ama ortada bir tane bile iktisat teoremi “yaratan” bilim insanımız yok. Çal-Kopyala-Yapıştır esasına dayalı bir anlayışla zaten ortaya başka birşey çıkması da mümkün değil ki.
ABD ve Avrupa üniversitelerinin yaptığı şekilde performansa dayalı yıllık sözleşme uygulaması Türkiye’de yapılsa, iddia ediyorum üniversitelerimizde görev yapan akademisyenlerin ancak yüzde beşi başarılı bulunur, gerisi kendilerine uzatılan akademik değerlendirme formunun boşluklarına yazacak kelime bile bulamazlar.
Temennimiz Türkiye’nin bilim ve teknolojide çağdaş medeniyetler seviyesine yükselmesi. Ancak bunun yolu; kapı gibi sağlam akademisyenleri bulup yetiştirmemizden geçiyor. Solcu ve çağdaş geçinen aydınlarımızın beğenmeyip yerden yere vurduğu Osmanlı Devleti bu işi Enderun Mektebi’nde halletmiş. Enderun müessesesinde devlet mekanizmasının ihtiyaç duyduğu; sadrazamlar, şeyhülislamlar, valiler ve kaymakamlar büyük bir titizlikle yetiştirilmiş, bu kurum 600 yıl boyunca devletin en önemli insan kaynakları merkezi olmuştur.
Türkiye’nin bugün Enderun tarzı yapılanmalara ihtiyacı var. Sadece devlet yönetimi için değil, bilim ve teknoloji sahasında da faaliyet gösterecek Enderun okullarını açmak zorundayız. Üniversiteleri diploma veren kurum modundan çıkartıp, yaratıcı, geliştirici ve uygulayıcı insan yetiştiren, nitelikli ve uluslararası kabul gören bir noktaya getirmek zorundayız. Bilim ve teknolojiden başka her işle ilgilenen ve aslında hiçbir iş yapmayan bu tür hantal yapılar Yeni Türkiye’ye hitap etmemektedir.
Birkaç gün önce önemli bir Amerikan üniversitesinde görev yapan bir Türk bilim insanı beni aradı. Yine bir Türk olan Amerika’daki hocasının geçen yıl İstanbul’a gittiğini, bir üniversitenin Kütüphanesi’ne çalışmak için gittiğinde onu içeri almadıklarını, daha sonra Rektörlükten ve ilgili mercilerden izin alıp kütüphaneye girdiğinde ise okuma salonunu bomboş gördüğünü, bir gün sonra kütüphaneye yeniden girmek istediğinde ise aynı prosedürün silbaştan tekrarlatıldığını anlattı. MIT ve HARVARD üniversitelerinde elini kolunu sallayarak dolaş, kütüphanelerine gir çık, ama Türkiye’de bu şekilde muamele gör. Yasakçı, vesayetçi ve müdahaleci bir düşünce yapısıyla nasıl bilim yapılabilir ki?
Bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce iktisat sınavında öğrencilerime bir soru sordum ve doğru cevaplayana 25 puan vereceğimi söyledim. Soru şuydu; “En basit şekilde demokrasiyi tarif edin ve bu tarifi gözönünde bulundurarak sabahları tuvalete girdiğinizde ne yaptığınızı bana anlatın”. Yaklaşık on farklı sınıfa aynı soruyu sordum. Ancak bu soruya doğru cevap verenlerin oranı hiçbir zaman yüzde üç veya dördü geçmedi. Demokrasi en basit tanımıyla “hakların eşit kullanımıdır”. Sabahleyin banyoya giren kişi tuvaletini yapar, elini yüzünü yıkar ve çıkar. Ama yukarıdakilere ek olarak kişinin yapması gereken asıl şey; tuvaleti kullandıktan sonra “sifonun çekilmesi” eylemidir ki, kendisinden sonra girenlerde “temiz tuvalet” hakkından yararlanabilsin. Bu sorunun doğru cevabını öğrencilerime söyledikten sonra, okul genelinde tuvaletlerin daha temiz kullanıldığını gördüm. Bursa Uludağ’da gittiğim bir otelde beni tanıyarak yanıma koşan eski bir öğrencimin bana ilk söylediği şey; “hocam üniversite aldığım hiçbir ders aklımda kalmadı ama tuvalet sorunuzu hiç unutamadım” cümlesi oldu.
Öğrencisine hiçbir şey kazandırmayıp sadece kuru bir diploma veren üniversitelerimizin, yeniden yapılanmaya ve ciddi radikal dönüşümlere ihtiyacı var. Çok büyük kampüsler, onbinlerce öğrenci, binlerce akademisyen, şehir içine yakınlık veya uzaklık, uluslararası işbirlikleri gibi sayısal kriterler bir üniversiteyi asla “büyük üniversite” yapmaz.
Büyüklük; buluşla, keşifle, bilimsel başarıyla, yetiştiren ve yetiştirilen insanların kalitesiyle ölçülür.
Enderun Mektebi, Topkapı Sarayı’nın içinde çok büyük olmayan bir binada asırlar boyu faaliyet göstermiştir ama üç kıtaya 600 yıl boyunca hükmeden son derece değerli devlet adamları ve bürokratlar yetiştirmeyi başarmıştır.