(07/08/2014-Tarafsız Haber)
Türkiye’deki olaylardan interneti takip ederek haberdar oluyorum. Okyanus ötesinde yaşayanların gözüyle Türkiye ve civarı nasıl görünüyor diye baktığımda, dünyanın bizim etrafımızda döndüğünü zanneden Türk aydınlarına artık sadece gülüp geçiyorum. İsrail-Filistin meselesinin bile TV ekranlarında iki üç dakika konuşulduğu bir ülkede, diğer ülkelerin sorunları niçin konuşulsun ki? Vatandaşla sabah akşam röportaj yapıp anketvari sorular soruyorlar. Sorular genelde; “Obama Care hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Gelecekten ümitli misiniz? Ekonomiyi nasıl buluyorsunuz?” tarzında. İlginçtir insanların tamamı ağız birliği etmişçesine olumsuz yanıtlar veriyor.
Onlarca TV kanalı ise kendilerine göre din ve mezhep icat eden din simsarlarının sabah akşam vaazlarını yayınlayıp, Amerikalıların paralarını söğüşlüyor. Anlayacağınız din simsarlığı her kıtada ve her ülkede para ediyor. Sadece televizyonlarda değil sokak köşelerinde bile çok çeşitli Hıristiyan mezheplerinin tanıtımı yapılıyor. Mezhep terimi belki yanlış olur, çünkü o kadar farklı cemaat yapılanmaları oluşmuş ki Ortaçağın Vatikan kardinalleri bugün burada olsa engizisyon mahkemeleri 24 saat sürekli iş yapar, sabahtan akşama kadar sokak ortasında bu sapkınları yakardı.
Amerikan ekonomisinin hiç değişmeyen bir kuralı var; “Ne olursa olsun ekonomide çarkları döndürmek lâzım, onun için vatanını seven harcama yapsın”. İşte tam da bu nedenle ABD genelinde hane halkı tasarruf oranı oldukça düşük, tasarruf yapanlar ise dev şirketler. GM, Apple, IBM, Intel gibi şirketlerin yıllık kârı neredeyse Türkiye’nin bir yıllık GSMH’sına eşit. Türkiye’nin döviz rezervi 135 milyar dolar iken, Apple firmasının yıllık net satış rakamı yaklaşık 150 milyar dolar düzeyinde. Olaya bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin teknoloji yoğun sektörlere öncelik vermesi bir zorunluluk arzediyor.
100 yıl önce Lozan’da Türklere biçilen rol, kendisine bırakılan bu topraklarda tarım ve hayvancılık yapması yönünde idi. Zira Osmanlı’nın en verimli toprakları elinden gittiği gibi, petrol ve doğalgaz içeren topraklar da içimizdeki hainlerce Batılı istilacılara peşkeş çekilmişti. Bu durum yıllar boyu bu şekilde sürdü gitti. Lozan demiş iken hemen geçmeyelim. Bu ihanet belgesini her Türk vatandaşının satır satır okuması gerekiyor. Lozan Anlaşması’nın orjinal metni internette var, herkes ulaşabilir. Okuyun ki; Mısır, Sudan, Yemen, Arabistan, Bağdat, Basra, Musul, Kerkük, Halep, Şam, Beyrut, Kudüs, Filistin, Kıbrıs, Rodos, Midilli, Batı Trakya, 12 Adalar, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının ve daha yüzlerce Türk toprağının elimizden nasıl kopartıldığını görün. Okuyun ki, bu anlaşmaya imza koyan İsmet İnönü ve TBMM’de onaylayan hainlerin bize nasıl bir zincir taktığını öğrenin. Bu kişiler yukarıda bahsettiğim kutsal vatan topraklarımızı Batılılara peşkeş çekmekle kalmamış, uğruna 253 bin şehit verilen ve düşmanın sahilden içeriye adım atamadığı Çanakkale’deki Arıburnu’nu dahi İngiliz toprağı yapmışlardır. Lozan Anlaşması’nda Çanakkale Boğazı’nın en stratejik noktası olan Arıburnu’nu İngiliz toprağı yapan insanlara ne denilebilir ki?
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı hem Türkler hemde Batılılar için bir milattır. Çünkü 1923 yılında sınırlarının dışına çıkmayacağı hususunda kendisine Katolik yemini ettirilen Türkiye, bu yeminini bozmuş ve aradan yaklaşık yarım asır geçtikten sonra ilk defa topraklarını genişleterek Kıbrıs’a ayak basmıştır. Bu eylem Batılıların gözünü bir anda Türkiye’nin üzerine çevirdi. Dost ve müttefik dediğimiz ve her fırsatta Türklerden birşey kopartmayı ilke edinmiş Batılı ülkeler, bu aşamadan sonra Türkiye’ye her alanda ambargo başlattı. Tıpkı Kırım’ı topraklarına katan Rusya’ya şimdilerde yaptıkları gibi.
1974 yılının Türkiye’sinde iğneden ipliğe herşey ithal, ülkede üretim yok, olanlarda sınırlı. Ekonomik ve askeri ambargolar etkisini hemen gösterdi ve ülkenin her yerinde benzin, elektrik ve tüpgaz başta olmak üzere un, şeker, yağ, yiyecek ve ilaç gibi temel tüketim mallarında arz sıkıntısı yaşandı. Ambargo sürecinde enerji ve hammadde yokluğundan dolayı duran fabrikalar, işsiz kalan insanlar, sendikal eylemler ve müthiş bir toplum mühendisliği çalışması olan sağ-sol çatışmaları had safhaya çıktı. Emperyal bir Türkiye’nin ilk adımı olan Kıbrıs Barış Harekâtı, başta İngiltere olmak üzere Amerika’yı endişeye sevk etti. MI6 ve CIA’nin ortak ürünü olarak ortaya çıkan sağ-sol çatışmaları, yaklaşık beş yıl boyunca ülkeyi bir uçtan bir uca kasıp kavurdu. Sosyalizmi istemeyen Ahmet ile kapitalizme göğüs geren Mehmet birbirine kurşun sıktı ve binlerce genç arada telef olup gitti.
Derken 1980’de Ortadoğu’da dengeler bir anda değişti ve İran-Irak Savaşı patlak verdi. Humeyni sürgünde bulunduğu Paris’ten uçakla Tahran Havaalanı’na indi. İranlı öğrenciler Amerikan büyükelçiliğini işgal etti ve elçilik görevlilerini rehin aldı. Gerek İran, gerekse Irak’taki Amerikalı ve diğer Batılı ülke vatandaşlarının tahliyesi ve bu iki ülkeye karşı olası bir askeri operasyonda İncirlik üssünün kullanılabileceği ihtimali Türkiye’ye olan ihtiyacı arttırınca, bir Amerikan projesi olan 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi gerçekleşti. Amerikalıların verdiği adreslerde bulunan tüm sağcı ve solcu gençler bir günde toplandı ve Türkiye’de sağ-sol çatışması diye birşey kalmadı.
Ancak Türkiye rahat bırakılmamalıydı. Ne yapıp edip yeni bir sorun yaratılmalı ve ülkenin sinerjisi başka alanlara kaydırılmalıydı. Öyle de oldu. Yeni sorunun adı; ASALA idi. Bu örgütü yaratan ekibin başında ise Fransa ve Amerikan istihbaratı vardı. ASALA, 1979 ile 1983 yılları arasında çok sayıda eylem yaptı. Ermeni teröristler 21 ülkede, toplam 110 terör saldırısı gerçekleştirdi. Bu saldırılarda 42 Türk diplomat ile 4 yabancı hayatını kaybetti. ASALA, Türkiye içindeki ilk terör eylemini ise 7 Ağustos 1982’de Ankara Esenboğa Havalimanı’nda gerçekleştirdiği bombalı saldırı ile yaptı. Saldırıda 9 kişi öldü, 72 kişi yaralandı. Ermeni teröristler yakalandı ve hemen idam edildi. Bu örgüt, hayatının en önemli hatasını ise Temmuz 1983’de Paris Orly Havaalanı’nda Türk Hava Yolları kontuarını bombalamak suretiyle yaptı. Tarihe Orly Katliamı olarak geçen bu saldırıda 8 Fransız vatandaşı ölüp 52 kişi yaralanınca ASALA’nın ipi bir anda çekildi ve Türkiye’nin bu örgütle mücadelesine hiçbir şekilde yardımcı olmayan Batılılar kendi elleriyle ASALA’yı bir anda tarihe gömüverip gitti.
ASALA terörü nihayete erince Türkiye rahat bir nefes aldı. Fakat bu rahatlık Türklere fazlaydı. Öyle birşey yaratılmalıydı ki, yaratılan problem Türkiye’ye ait olmalı, Türkiye içerisinde eylem yapmalı, Avrupa’ya kesinlikle bulaşmamalıydı. Yeni bir toplum mühendisliği çalışması başladı. Ancak bu defa masanın etrafındaki aktörler sayıca biraz daha fazlaydı. Amerikan CIA, Alman BND, İsrail MOSSAD, İngiliz MI6 ve Fransız DGSE teşkilatları muhteşem bir eser ortaya çıkardı: PKK (Partiya Karkerên Kurdistan) Kürdistan İşçi Partisi.
PKK ilk silahlı eylemini 15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli’de gerçekleştirdi. 2013 yılına kadar devam eden eylemlerde yaklaşık 35 bin kişi hayatını kaybetti. Yol, baraj, okul, hastane ve eğitim yatırımlarına harcanacak 350 milyar dolar para Amerikan, İngiliz, İsrail, Alman ve Fransız silah şirketlerinin cebine gitti. PKK’nın tasarımcıları her detayı çok iyi düşünmüş, her eylemi çok güzel planlamıştı. Yeri gelince silahsız askerler kurşuna diziliyor, yeri gelince siviller öldürülüyor, Kürt, Alevi, Türkmen, Süryani ve Arap etnik unsurlara yönelik her eylemde yeni düşmanlıkların tohumu atılıyordu. Her eylemin bir hikâyesi, amacı ve belli kesimlere yönelik mesajı vardı. Hatta öyle bir dönem geldi ki, artık mücadeleden vazgeçildi ve iş oluruna bırakıldı.
1993 yılı Türkiye’nin çok kötü ve karanlık bir dönemidir. Faili meçhuller, suikastler, büyük şehirlere yayılan terör hareketleri, bombalamalar, kaos ve karışıklıklar hep bu yılda yaşanmıştır. Bu yıl, aynı zamanda PKK terörünün barışçıl bir şekilde sona erdirilmesi ve sonrasında Kuzey Irak ile Türkiye’nin birleşmesini savunan Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, bu iş için Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’i bizzat görevlendirdiği yıldır. Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra, emperyal arzularını bu defa da Musul ve Kerkük için telafuz etmesi malum ülkeleri çok rahatsız etti. Eşref Bitlis, PKK terörünün barış yoluyla sona ereceğini savunuyor ve bölgenin ileri gelenleriyle çözüme yönelik görüşmeler yürütüyordu. Bitlis Paşa, 7 Şubat 1993’de “İncirlik Üssü’nden kalkan ABD uçakları, PKK’ya yardım dağıtıyor.” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu açıklamadan sadece 10 gün sonra, Eşref Bitlis’in uçağı henüz aydınlatılamayan nedenlerle 17 Şubat 1993’de düştü ve Paşa şehit oldu. Daha sonra Rıdvan Özden ve Bahtiyar Aydın gibi Bitlis’in ekibi içinde yer alan bazı yüksek rütbeli askerlerde görevleri başında öldürüldü. Şimdi sıra haddini aşıp “Musul ve Kerkük’e girelim” diyen Özal’a gelmişti. Eşref Bitlis’in ölümünden tam iki ay sonra Özal Çankaya Köşkü’nde zehirlenerek öldürüldüğünde tarihler 17 Nisan 1993’ü gösteriyordu. Operasyon tamamlanmıştı.
Turgut Özal’ın ölümü Türkiye’deki tüm dengeleri bir anda değiştirdi. Süleyman Demirel, partisini Tansu Çiller’e teslim edip Cumhurbaşkanı sıfatıyla Çankaya Köşkü’ne çıktı ve çok arzuladığı Özal’ın koltuğuna oturdu. 1993-2001 arası dönem Türkiye’nin çöküş dönemidir. Birbiri peşisıra zar zor kurulup çarçabuk dağılan hükümetler, bozulan koalisyonlar, erken seçimler, ekonomik krizler, terör eylemleri, kentlerde egemen olan mafya gruplanmaları, bunlarla işbirliği yapan siyasiler, emniyetçiler, basın ve medya mensupları, tüm bunların üzerinde askeri vesayetin muazzam baskısı, kaybolan devlet otoritesi, duran ekonomi, yüzde 400’lere dayanan devlet iç borçlanma faizleri, yüzde 7500’lere ulaşan bankalararası gecelik borçlanma faizleri, Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığına seçilmesi, bu kişinin Milli Güvenlik Kurulu toplantısında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e Anayasa kitapçığını fırlatması, bunu takiben yaşanan Türkiye’nin en büyük ekonomik krizi, Kemal Derviş’in Türkiye’ye gelmesi, siyasilerin entrikaları, boşaltılan kamu bankaları, batan bankaların devlet hazinesine yüklediği 250 milyar dolar maliyet ve daha neler neler.
2002 seçimleri işte tam da böyle bir ortamda yapıldı. Seçim sonuçlarını en güzel ifade eden başlığı ise Fransız Le Figaro gazetesi attı; “Türkler bağırsaklarını boşalttı”.
O güne kadar hiç kimsenin önemseyip dikkate bile almadığı bir parti, diğer partilerin toplumda yaratmış olduğu çözümsüzlük ve problem yaratma geleneğinden yılmış Türk halkının genel desteğini alarak iktidara geldi.
12 yıllık AKP iktidarının yaptıklarını burada anlatmaya sayfalar kifayet etmez. 35 milyar dolar düzeyinde olan ihracat rakamının 160 milyar dolara, 27 milyar dolarlık döviz rezervinin 135 milyar dolara yükselmesi, 250 milyar dolarlık yurtiçi hasılanın yaklaşık bir trilyon dolara dayanması, Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’dan ganimet olarak getirdiği 283 ton altınla dolan devlet hazinesinin aradan 497 yıl geçtikten sonra ilk defa 2014 yılında 560 ton altın seviyesine yükselmesi, eğitim ve sağlık konusunda yapılan reformlar, Uluslararası Para Fonu’na olan 27 milyar dolarlık borcun sıfırlanması, karayolu, havalimanı ve demiryolu yatırımları, Marmaray projesi, üçüncü İstanbul havalimanı ve üçüncü Boğaz köprüsü yatırımları, Türk vatandaşlarına yönelik seyahat vizelerinin kaldırılması, Türkiye’nin bölge ve dünya genelinde artan itibarı ve daha niceleri.
Bu noktada olaya bir de farklı cepheden bakalım. Osmanlı ekonomisi “provizyonist” bir anlayışla yönetiliyordu. Peki nedir “Provizyonizm?” Provizyonist politikaya göre toplumun refahı herşeyin üstünde gelir ve ülkede üretilen her türlü mal ve ürün, ülke vatandaşlarının talep ve ihtiyaçları karşılanıncaya kadar hiçbir şekilde ihracata konu olamaz. Basit bir örneklemeyle Osmanlı ülkesinde bu yıl 500 bin ton buğday üretilmişse ve ülke insanlarının toplam talebi 450 bin ton ise, yabancıların önereceği fiyat ne olursa olsun ancak ve ancak 50 bin ton buğday ihracatı sözkonusu olabilir. Çünkü aksi durum, ülke içinde buğday kıtlığı yaratır ve fiyatlar yükselir. Benzer durum diğer mallar içinde sözkonusu olduğunda, Osmanlı’nın “galâ-yı es’ar” bizim ise “enflasyon” dediğimiz olay vuku bulur. İşte bu provizyonist ekonomi politikası Osmanlı’da yaklaşık 450 yıl boyunca çok düşük düzeyde enflasyon yaşanmasına, fiyatlar genel seviyesinin fazla yükselmemesine ve halkın refah seviyesinin düşmemesine imkân tanımıştır. Ne zamana kadar? Baltalimanı Ticaret Anlaşmaları serisinin imzalandığı 1838 yılına kadar.
Bu anlaşma, Osmanlı’nın “yedd-i vahit” sistemine yani tekel uygulamasına son vermiş, Osmanlı ürünlerinin ihracatı üzerindeki kısıtlamaları kaldırmıştır. Provizyonist iktisat politikasına son verilmesi fiyatlar genel seviyesini yükseltmiş, Osmanlı ekonomisi ilk defa bütçe açıkları ile tanışmış ve 1854 Kırım Savaşı’nı finanse etmek amacıyla tarihinde ilk kez bir yabancı devletten borç almak zorunda kalmıştır.
1854 yılında İngiltere’den alınan 5 milyon Osmanlı altını tutarındaki borcu, 20 yıl içerisinde birbiri peşisıra 16 borç anlaşması daha takip etmiş ve tarihler 1874’ü gösterdiğinde Osmanlı Devleti borçlarını ödeyemediği için iflâs bayrağını çekip “moratoryum” ilan etmiştir. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı, Osmanlı’yı yeni finansman arayışına itmiş, dış piyasalardan para bulunamayınca Galata Bankerleri’nden borçlanılmış, savaşın hemen sonrasında ise iç piyasadan alınan bu borcun ödenmesi için Rüsûm-ı Sitte İdâresi kurulup altı adet vergi kaynağı bu idareye tahsis edilmiştir.
Ardından 1881 yılında yabancı alacaklıların Osmanlı Devleti’nden alacaklarını tahsil etmek amacıyla Düyun-ı Umumiye İdâresi denilen günümüzün IMF’si oluşturulmuştur. Bu İdare, 1881 yılından 1914 yılına kadar Osmanlı borçlarını misliyle tahsil etmiş, alamadıklarını ise Lozan Anlaşması’nın ilgili maddeleri uyarınca Türkiye Cumhuriyeti’nin sırtına yüklemiştir. Tarihler 1954’ü gösterdiğinde yani Osmanlı’nın aldığı ilk dış borçtan tam 100 yıl sonra Adnan Menderes hükümeti bu borçları sıfırladı.
Şimdi buraya dikkat edelim. Batılılar açısından borçsuz bir Türkiye sözkonusu bile olamazdı. Türkiye’nin bir an önce borçlandırılması ve ülke ekonomisinin tekrardan Batılıların kontrolüne girmesi gerekiyordu. 1956-58 yılları arasında dış ticaret açığı artmaya başladı. 1958 yılına gelindiğinde ticari nitelikteki dış borçlar ödenemez duruma geldi. Ağustos ayında çok yüksek oranlı bir devalüasyon yapılarak Amerikan doları Türk lirası karşısında 2,80 TL’den 9 TL’ye yükseldi. Derken 27 Mayıs 1960 Darbesi yaşandı. Türk halkının en sevdiği devlet adamlarından biri olan Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanı idam edildi ve Türkiye’nin tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş macerası sona erdi.
Darbe hükümetinin ilk işi 1961 yılında IMF ile birinci stand-by anlaşmasını imzalamak oldu. Türkiye aradan geçen yarım asır boyunca IMF ile toplam 19 stand-by anlaşması imzaladı ve 2002 yılına gelindiğinde IMF’ye olan borçları 27 milyar dolara dayandı. İşte bu borç 2013 yılının Mayıs ayında AKP hükümetince ödenip, üstüne üstlük IMF’ye 5 milyar dolar da borç verildi. Türk tarihinde böyle bir durum 175 yıl sonra ilk defa gerçekleşiyordu. Üstelik Türkiye son 12 yıldır büyüme oranı bakımından dünyanın ilk üç ülkesi arasındaydı.
9 Ocak 1853 gecesi St. Petersburg’da Düşeş Elena Pavlovna Sarayı’nda tertip edilen bir balo sırasında Rus Çarı Nikola, Britanya elçisi Sir Hamilton Seymour’u bir kenara çekerek şu sözleri söylemişti; “Elçi hazretleri, kollarımız arasında hasta bir adam vardır. Bu hasta adamın ölmesini asla istemeyiz. Çünkü ölürse mirasını kimin kapacağı belli değildir. Ancak bu hasta adam kollarımız arasından kayıp giderse İstanbul’u asla İngilizler işgal etmemeli. Bizde İstanbul’a dokunmayacağız lâkin bu hasta adamı yaşatmalıyız. Menfaatlerimiz için hasta adam yaşamalı. Ve bu adamı yaşatmak için hami sıfatıyla İstanbul’a el koyabiliriz. Hasta adamı yaşatmalı, lâkin denetim altında tutmalı, tedaviye izin vermemeliyiz. Mirastan kime ne düşeceğini belirleyene dek hastayı yaşatalım.”
“Hasta adam” sözünün ortaya atılmasının üzerinden 160 yıl geçip de Türkiye’de ciddi ekonomik gelişmeler yaşanmaya başlayınca Batılılar bu defa “Bu Türkler artık fazla oluyor” demeye başladı. Ülkedeki tüm bu gelişmelere sebep olan kişi ise Başbakan Erdoğan’dı. Bu adamın bir an önce hâl edilmesi gerekiyordu. Kurtlar meclisi tekrardan toplandı ve büyük bir ittifak yapıldı. Dış aktörler aynıydı: Amerika, Fransa, Almanya, İngiltere ve İsrail. Bu sefer koalisyon biraz daha genişletildi ve iç aktörlerde kullanıldı. Ülke içi koalisyonda; merkez medyanın yöneticileri, ulusalcılar, sosyalistler, milliyetçi muhafazakarlar, eski Türkiye’nin işadamları, işi bozulan sanayicileri, devlete borç para veren rantiyecileri ve paralel yapının emniyet, yargı ve medya dahil tüm aktörleri yer alıyordu.
İlk iş olarak 31 Mayıs 2013 günü Gezi Olayları patlak verdi. Göstericiler 15 gün boyunca Türkiye genelinde terör estirdi. Ardından 17/25 Aralık 2013 Yargı Darbesi düzenlendi. Bazı hükümet üyeleri yolsuzlukla suçlandı, belediye başkanları, Türkiye’nin en önemli yatırım projelerinin müteahhitleri düzmece iddialarla gözaltına alındı. Ardından Başbakan’ı ve MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı vatana ihanet suçlamasıyla tutuklamaya yönelik girişimlerde bulunuldu. Fakat hiçbir operasyon Erdoğan’a olan halk desteğini azaltmadı, aksine arttırdı. İç ve dış güçlerin hiçbir oyunu para etmiyordu. Üstelik Erdoğan, zehirlenerek öldürülen Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın iki hayâlini de gerçekleştirmeye kararlıydı. Bunlardan birincisi terörün sonlandırılmasına yönelik milli birlik ve barış projesi, ikinci de Kuzey Irak’ın Türkiye’ye bağlanması. Mart 2013’te Diyarbakır’da gerçekleştirilen Nevruz kutlamaları sırasında Barzani’yi yanına alıp Kuzey Irak’tan ‘Kürdistan’ diye bahseden Erdoğan, Barzani ile 50 yıllık petrol anlaşması imzalayınca Batılılar tamamen çıldırdı.
Bugün PKK terörü soğuma sürecine girmiştir. Yakın gelecekte tamamen bitme noktasına gelecektir. Musul ve Kerkük’ün Türkiye’ye bağlanma konusu ise an meselesidir. Kuzey Irak’ın Türkiye’ye bağlanması Lozan’ın yırtılmasıdır.
Yeni ve güçlü Türkiye, Kürt ve Türklerin birlikteliği ile sözkonusu olacaktır.
175 yıllık oyunun bozulacağı, Lozan’ın çöpe atılacağı, Ortadoğu’da tarihin yeniden yazılacağı, Yeni, Güçlü ve Büyük Türkiye’nin kurulacağı gün; 10 Ağustos 2014 tarihi olacaktır.