(Article 107-18.09.2016)
Sadece 30 yıl!
30 yıl içerisinde Balkan coğrafyasındaki huzur ortamı niçin bozuldu? 1802’de Sırplar Osmanlı’ya niçin başkaldırdı? Aynı dönemde Yunanlılar niçin isyan etti? Kavalalı Mehmet Ali Paşa Osmanlı’ya karşı niçin savaş açıp Kütahya önlerine kadar geldi? Abdülaziz darbe ile tahttan niçin indirilip katledildi? Aynı şekilde Abdülhamit niçin düşürülüp Selanik’e sürüldü?
Bu olayların sebep-sonuç ilişkisini iyi analiz etmediğimiz takdirde, ayağımız aynı çukura defalarca takılır durur. Osmanlı ekonomi politikasının uzun süreli analizini yapmak, bu soruları cevaplandırmamıza yardımcı olacaktır.
Osmanlı devlet yaşantısında insanın “merkeze” konulmadığı hiçbir uygulama bulamazsınız. Çünkü insan, Osmanlı devlet idarecilerine Allah’ın bir emanetidir. Osmanlının yaklaşık dört buçuk asır boyunca uyguladığı “Provizyonist” iktisat politikası, işte sırf bu nedenle “insanı” ve “toplumsal refahı” esas almıştır. Bu iktisat politikasına göre; ülkede üretilen her türlü mal ve hizmet, öncelikle halkın kullanımına sunulacaktır. Örneğin ülke içerisinde o yıl toplamda 2 milyon ton pamuk üretilmiş ise ve loncaların toplam pamuk ihtiyacı da 2 milyon ton ise o yıl üretilen pamuk hiçbir şekilde ihracata konu edilemez. Eğer talep 1 milyon 500 bin ton olursa, böyle bir durumda üretimden arta kalan 500 bin tonluk kısım yabancı ülkelere ihraç edilebilir.
Osmanlı, hemen her türlü mal ve üründe bu politikayı asırlar boyu büyük bir titizlikle uygulamıştır. Osmanlı mali bürokratları, aksi bir uygulamanın ülke içerisinde mal sıkıntısına ve kıtlığa yol açıp, fiyatlar genel seviyesini yükselteceğini çok iyi biliyordu. Provizyonist ekonomi politikası, yaklaşık 450 yıl boyunca Osmanlı’da enflasyonun çok düşük düzeyde yaşanmasına, fiyatlar genel seviyesinin fazla yükselmemesine ve halkın refah seviyesinin stabil kalmasına imkân sağlamıştır. Bu durum; 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması imzalanıncaya kadar devam etmiştir. İşte bu nedenledir ki Osmanlı ekonomi tarihinde enflasyon, dört buçuk boyunca toplamda yüzde 300 oranında arttığı halde, 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde yüzde 100 milyon olarak gerçekleşmiştir.
Baltalimanı Ticaret Antlaşması, Osmanlı’nın “yedd-i vahit” sistemine yani “tekel” uygulamasına son vermiş, Osmanlı ürünlerinin ihracatı üzerindeki kısıtlamaları kaldırmıştır. Provizyonist iktisat politikasına son verilmesi Osmanlı Devleti’nin en başlarda hammadde ürün ihracatını arttırıp ülkeye kıymetli maden girişi sağlamışsa da sonrasında; ülke içinde hammadde sıkıntısı yaşanmasına, loncaların işleyecek ürün bulamamasına, hammadde fiyatlarının giderek yükselmesine, fiyatlar genel seviyesinin artmasına, halkın alım gücünün ve refah seviyesinin azalmasına, lonca sisteminin giderek zayıflamasına, geleneklere dayalı Osmanlı üretim yapısının çökmesine neden olmuştur. 1838’de ekonomisini dışa açan Osmanlı ekonomisi aradan sadece 16 yıl geçtikten sonra bütçe açıkları ile tanışmış ve 1854 yılında patlak veren Kırım Savaşı’nı finanse etmek amacıyla tarihinde ilk kez yabancı bir devletten borç almak zorunda kalmıştır.
Sultan Abdülaziz’in Katli…
Sultan Abdülaziz dönemi, Osmanlı devletinin demiryolu yatırımlarına ağırlık verdiği, Avrupa vilayetlerimizi İstanbul ve Anadolu’ya bağlayacak, askeri ve ticari lojistik imkânlarını geliştirecek çok önemli ulaştırma projelerinin hayata geçirildiği yıllardır. Abdülaziz’in önem verdiği bir diğer konu ise; kuvvetli bir deniz donanması oluşturmaktı. Osmanlının denizde ve karada lojistik imkânlarını geliştirmesi, Batılıları endişeye sevketti ve o andan itibaren Abdülaziz’i tahttan indirmenin arayışı içerisine girdiler. Bu amaçla kullandıkları iç destekçileri ise oldukça tanıdık isimlerdi. Kurtuluşu meşrutiyette gören bazı Osmanlı gençleri bir araya gelerek Avrupalıların Jön Türkler dediği Genç Osmanlılar cemiyetini kurdular. Mehmet Bey, Reşat Bey, Nuri Bey, Ayetullah Bey, Namık Kemal, Refik Bey, Ziya Paşa, Ali Suavi ve Agah Efendi bu cemiyetin önde gelen isimleriydi. “Yeni Osmanlılar” ve “Genç Türkler” de denilen bu kişiler, Avrupalıların verdikleri Fransızca “Jeunes Turcs” adıyla meşhur oldular. Bu tabir, Osmanlı idaresine karşı gelen ve yabancılar tarafından yönlendirilen ihtilâlcilerin tamamının ortak adı olmuştur.
Sultan Abdülaziz’in rüşvet aldığı, hiç gerek olmadığı halde çok sayıda saray ve kasır yaptırdığı, devletin imkânlarını har vurup harman savurduğu yazılıp çizilen konuların başında geliyordu. Bu haberleri yapanlar ise çoklukla Paris ve Londra menşeli medya grupları ile Jön Türk mensupları idi. Neticede 30 Mayıs 1876’da Sultan Abdülaziz tahttan indirildi. Feriye Sarayı’na kapatıldı ve 4 Haziran 1876 günü bilekleri kesilmek suretiyle öldürüldü. Sultan’ı katleden kişilerin Cezayirli Mustafa, Yozgatlı Mustafa ve Boyabatlı Hacı Mehmet adlı üç pehlivan olduğu II. Abdülhamit tarafından oluşturulan komisyon tarafından sonradan tespit edildi.
Abdülhamid’de Olmaz…
Abdülaziz’in yerine tahta bir mason olan 5. Murat geçirildiyse de akli dengesinin yerinde olmadığı gerekçesiyle 93 gün sonra o da tahttan indirildi.
Bundan sonra devletin başına ülkeyi 34 yıl yönetecek olan II. Abdülhamit geçti. Sultan Abdülaziz’e yönelik saldırıların kat be kat fazlası, iktidarının hemen her döneminde Sultan II. Abdülhamit’e de yapıldı. Başrolde yine New York Times ve Le Figaro gibi Batı medyası ile bu medya kuruluşlarına destek veren ve Jön Türklerin mutasyona uğramış şekli olan İttihat Terakki Cemiyeti vardı.
Abdülhamit Han’ın fikir ve düşünceleri de Sultan Abdülaziz’den farklı değildi. Askeri teknoloji açısından çağın gerisinde kalan Osmanlı ordusunun acilen modernize edilmesi gerekiyordu. 1879’da Osmanlı İmparatorluğu’nun hezimetiyle sonuçlanan 93 Harbi’nden sonra, Rus yayılmacılığına karşı Osmanlı Ordusu’nun hızla modernleştirilmesi gerektiğine karar verdi.
Abdülhamit ve Abdülmecid isimli zırhlı denizaltılar dünyada ilk kez Osmanlı tarafından denendi ve başarılı oldu. Ayrıca, ilk deniz müzesi 1897’de onun döneminde açıldı. Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişleri verildi. Bağdat demiryolu hattının yapım lisansı 1888 yılında Deutsche Bank tarafından yönetilen bir konsorsiyumuna verildi. Osmanlı ordusunun modern silahlar kullanmaya başlaması, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda hemen semeresini gösterdi. Osmanlı ordularının Atina’yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II. Nikolay’ın, eğer ateşkes derhal sağlanmazsa Rus ordularının Erzurum’a hücum edeceğini bildirmesi engel oldu.
İlk kız okulları II. Abdülhamit zamanında açıldı. Sevan Nişanyan’ın hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamit dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine ancak 1950’li yıllarda ulaşabilmiştir. 1895’te Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına tekabül eden bölgede 835 ortaokul ve lise bulunurken 1923’te bu sayı 95’e düşmüştür. 1895’te 97 bin 837 olan öğrenci sayısına ise 90 bin 356 öğrenci ile ancak 1950-51 sezonunda ulaşılmıştır. Öncesiyle kıyaslandığında Abdülhamit dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan Rüşdiye sayısını 1909’da 900’e, 6 olan idadi sayısını 109’a çıkarmıştır. 1877’de İstanbul’da sadece 200 tane modern ilkokul varken bu rakam 1905’te 9 bine çıkmıştır. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu rekor Cumhuriyet döneminde bile kırılamamıştır.
II. Abdülhamit’in gerçekleştirdiği projelerin en önemlisi ise hiç şüphesiz Hicaz Demiryoluinşaatıydı. Bu proje Haydarpaşa-Ankaraarasında inşa edilen ve Almanlarca finanse edilen Bağdat Demiryolu’nun aksine, tamamıyla İslam âleminden toplanan bağışlarla yapılmıştır. Sirkeci ve Haydarpaşa garları da Abdülhamit’in eseridir. 1869 yılında getirilen bir sistemle kara yollarının yapımına halkın katılımı sağlanmış, 16-60 yaş arası erkek nüfusun ve her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanlarının senede 4 gün yol inşaatında çalışması kararlaştırılmıştır. Bu sayede inşaatın hızla bitirilmesi sağlanmış, Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubeyazıt-İran kara yolu (1879) ile 12 bin kilometrelik güzergâha sahip olan Samsun-Bağdat şosesi 1895 yılına kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar Samsun’a göçü başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi Abdülhamit döneminde olmuştur. Bursa için de durum böyledir. Şehir içi ve şehirlerarası yollar sayesinde Bursa önemli bir karayolu kavşağı haline gelmiştir.
1877’de Posta Telgraf Teşkilatı kurulmuş, telefon ise Avrupa’da kullanılmaya başlanıldıktan (1876) sadece 5 yıl sonra 1881’de İstanbul’a getirilmiş ve sınırlı da olsa kullanıma sunulmuştur. Telgraf hatlarının döşenmesine onun zamanında hız verilmiş, hatta bu hatların meteorolojik gözlemlerde kullanılması için talimat verilmiştir.
Halen faaliyette olan Şişli Etfal Hastanesi 1899’da, Okmeydanı Darülaceze ise 1906’da onun tarafından kurulmuştur. 20. yüzyılın başlarında Haliç ve Boğaziçi’ne birer köprü yaptırmayı düşünmüş, bu amaçla projeler hazırlatmıştır. Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilip inşasına başlanan projelerden biri de Yemen Demiryolu idi. 1913 yılında yapımına başlanan bu proje, İtalyanların Yemen’deki Cibana Limanı’nı topa tutmasıyla durmuş ve sonrasında iptal edilmiştir.
Tüm bu gelişmeler Abdülaziz örneğinde olduğu gibi Batılıların hoşuna gitmedi. İçerideki işbirlikçiler üzerinden Sultan Abdülhamit’e yönelik itibarsızlaştırma kampanyası başlatıldı. İttihat Terakki Cemiyeti’nin organize ettiği gösteriler, yalan ve iftira kampanyaları etkisini gösterdi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişimine büyük katkısı olan bu lidere, despot ve diktatör yakıştırması yapıldı. Neticede 1909 yılında tahttan indirilip Selanik’e sürüldü.
Arka Arkaya Gelen Savaşlar ve Çöküş…
31 Mart Vakası’nın bastırılmasından ve Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra iktidar koltuğuna oturan İttihatçılar, muhalif partilerin çoğunu kapattıkları gibi sıkıyönetim ilan ederek birçok kişiyi de astırdılar.
İktidar zaafiyetinin doğal bir sonucu olarak ilk önce Trablusgarb İtalyanlarca işgal edildi, ardından Balkanlarda Osmanlı’ya karşı savaşlar başladı. Ordu içindeki İttihatçılar ve muhaliflerinin hizipleşmesi sonucu Balkan Devletleri Çatalca’ya kadar ilerlediler. Londra Antlaşması ile Balkan topraklarının çoğu kaybedildi. 1914 yılında yapılan seçimleri de kazanan İttihatçılar, aptalca bir hareket daha yaptılar ve Osmanlı Devleti’ni I. Dünya Savaşı’na soktular. Talat, Enver ve Cemal Paşaların çeşitli hülyalarıyla girdiği savaş Osmanlı Devleti açısından hüsranla bitti. Savaşın mağlubiyetle bitmesi üzerine 8 Ekim 1918’de Talat Paşa Hükûmeti istifa etti.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri, sadece 6 yıl içerisinde 10 milyon kilometre kare olarak devraldıkları Osmanlı topraklarını birkaç yüz bin kilometre kareye kadar küçülttüler. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekenamesi’ni imzaladıktan bir gün sonra da gece yarısı ülkeyi terk edip gittiler. Enver Paşa Türkistan’a, Talat Paşa Berlin’e, Cemal Paşa’da Tiflis’e kaçtı.
Anlayacağınız Osmanlı topraklarını padişahın kendisi değil, İttihat Terakkiciler kaybetti. Diğer ülkelerce “imzalanmamış” olmakla birlikte SEVR Antlaşması’nı onlar parafe etti. Osmanlı topraklarının ve Anadolu’nun işgaline İttihat Terakkiciler sebep oldu.
İttihatçıların Küçük Türkiye’si…
İttihat Terakkici kadrolar Osmanlıyı yıkmakla kalmadı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu içerisinde de yer aldı. Tek partili dönemde CHP’nin hemen tüm kadrolarında, çoğunluğu mason cemiyetlerine üye İttihat Terakki mensupları yer aldı. Devlete ve seçilmiş hükümete müdahale alışkanlıklarından hiçbir zaman vazgeçemediler.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 93 yıllık tarihinde; 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 postmodern ve 27 Nisan 2007 e-muhtırası gibi birçok askeri darbe mevcuttur. Darbelerin neden yapıldığı ve darbe ekonomisinin kimlere ne fayda sağlayacağı konusu ise başlı başına incelenmesi gereken bir konudur. Osmanlı’dan günümüze yaşanan tüm darbelerde, darbelerin bir görünen yüzü bir de görünmeyen tarafı bulunmaktadır. Asıl incelenmesi gereken nokta işte bu “görünmeyen” kısımdır.
27 Mayıs 1960 Darbesi, Türk toplumunun hafızasında derin yaralar açmış, yarattığı travma onlarca yıl unutulmamıştır. 27 Mayıs 1960 darbesinden önce Türkiye ekonomisi aslında iyi durumdaydı. 1950 yılına kadar Türk halkının %80’i tarımla iştigal ederken, Adnan Menderes hükümeti birbiri peşi sıra büyük ölçekli sanayi yatırımlarına girişmiş, alüminyum ve demir çelik sektörleri başta olmak üzere birçok sahada fabrikalar açmaya başlamıştı. Yollar yapılıyor, demiryolları yenileniyor, istihdam artıyor, insanlar zenginleşiyor, toplumun refah seviyesi gittikçe yükseliyordu. Ancak 1960 darbesi her şeyi sekteye uğrattı ve kişi başı milli gelir 583 dolar iken, darbe sonrasında 194 dolara kadar düştü. Enflasyon yükseldi, milyonlarca insan fakirleşirken, darbecilerin ve darbe destekçilerinin cebi doldu.
Yalan ve iftirada sınır tanımayan 1960 darbecileri, kamuoyu nezdinde darbeyi meşrulaştırmak için bin bir hikâye uydurdu. Eskişehir Örfi İdare Kumandanı’nın darbe sırasında basıp yayınladığı bildiri bunlardan biridir; “Ankara‘daki bütün Hükümet Erkanı ve Demokrat Parti Başkanları, yabancı memlekete kaçarken yakalanmışlardır. Beraberlerinde 12 uçak dolusu altın mücevherat ve parayı kaçırmakta iken yakalanmıştır. Sabık Başbakan Adnan Menderes ve Sabık Reisi Cumhur Celal Bayar Askeri Kumandanlık Tarafından Tevkif Edilmiştir. Eskişehir’de matbaası olan herkes, bu havadisi basıp yayınlamalıdır. Vatanseverliğinize hitab ediyoruz. Demokrat Parti İl, İlçe ve Bucak başkanlarının kaçmalarına mahal vermeden tevkif edilmelerini ve askeri kuvvetler gelinceye kadar salınmamalarını rica ederim.”
Bu bildiriyi hazırlayan ve dağıtan Eskişehir Örfi İdare Komutanı Tuğgeneral Bedii Kireçtepe’dir. Bu şerefsiz, ahlaksız ve namussuz asker bozuntusu hayatta olsa da ona bir kaç tane soru sorabilsek. Öncelikle o tarihte 12 tane uçağımız var mıydı? İkincisi o yıllarda 12 uçak dolusu altını kim kaybetmiş de kim bulmuştu?
O yıllarda devlet hazinesinde bir miktar altın vardı. Bu altınlara ne oldu biliyor musunuz? Milletin altınlarıyla OYAK kuruldu. OYAK, 27 Mayıs darbesinden sekiz ay sonra, 3 Ocak 1961’de subayların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla devlet hazinesinden “çalınan” 50 bin altınla kuruldu. Anlayacağınız bugün onlarca sektörde faaliyet gösteren OYAK’ın tüm mal varlığı aslında Hazine’ye yani Türk milletine aittir.
Osmanlı Devleti’nin 1854-1874 yılları arasında yurtdışından temin ettiği borçlar devletin başını uzunca süre ağrıtmış ve hatta bu borçların bir kısmı Cumhuriyet’e intikal etmişti. İşte bu borçların tamamı 1954 yılında Adnan Menderes hükümetince ödenip kapatıldı. Türkiye’nin 100 yıl aradan sonra borçsuz duruma gelmesi, Batılıları rahatsız etmeye yetti ve o andan itibaren Türkiye’nin tekrardan nasıl borç altına sokulabileceğinin hesaplarını yapmaya başladılar.
1957 sonrasında artmaya başlayan siyasi tansiyon her iki partinin de birbirine karşı tavrını sertleştirdi. CHP lideri İsmet İnönü, sandıkta DP’yi mağlup etmenin zorluğunun farkına varmıştı. Muhalefet alanını; medya, üniversiteler ve ordu içindeki gücü ile birleştirerek genişletti.
Askeriye içindeki hareketliliğin ilk ciddi delili; 1958 senesinde Albay Samet Kuşçu’nun yazdığı bir ihbar mektubu oldu. Kuşçu bu mektubunda ordu içinde bir grubun; iktidarı devirmek için cunta faaliyetlerinde bulunduğu, engel olunmadığı takdirde Türkiye’de askeri yönetimin iş başına geleceğini iddia ediyordu. Kuşçu’nun ihbarı Demokrat Parti cephesinde şüphe ve tedirginliğe sebep olsa da yapılan soruşturma ve yargılama sonucunda herhangi bir somut delile rastlanmadı ve Kuşçu ordudaki görevinden uzaklaştırıldı. Mektupta ismi geçen subaylardan bazılarının sadece görev yerleri değiştirildi. İlginç olan nokta mektupta ismi geçen bu subaylardan bazılarının daha sonra 27 Mayıs hareketinde yer almalarıydı. (Bu durumun birebir aynısının 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması öncesinde yaşandığını ve ihbarda bulunan subayların aynı akibete uğradığını lütfen hatırlayın.)
Sadece bu değil, şu an Ortadoğu coğrafyasında yaşanan olayların birebir aynısı 1952-58 yılları arasında da yaşandı. 1954’den sonra Ortadoğu’daki siyasi dengeler hızla değişmeye başlamıştı. 1952’de Mısır darbesi ile başlayan süreç, 1954’de Suriye’deki askeri müdahale ve son olarak 1958 Irak darbesi ile devam etti. Bu durum bölgedeki güç dengelerini değiştirdiği gibi Türkiye’de darbe yapmayı düşünen askerleri de psikolojik olarak cesaretlendirdi.
28-29 Nisan 1960’da İstanbul Üniversitesi öğrencileri hükümeti protesto amacıyla sokağa döküldü. Üniversite hocalarının kışkırtmasıyla hükümeti istifaya çağıran genç protestocular polisin sert müdahalesiyle dağıtıldı. Hemen ardından olaylarda ölü ve yaralılar olduğu şayiası yayıldı. İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edildi. Kısa süre sonra da 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleşti.
1960 Darbecilerinin ilk icraatı…
Darbe hükümetinin uluslararası alandaki ilk icraatı 1961 yılında IMF ile birinci Stand-by anlaşmasını imzalamak oldu. (Türkiye aradan geçen yarım asır boyunca IMF ile 19 Stand-by anlaşması imzaladı ve 2002 yılına gelindiğinde toplam borcu 27 milyar dolara dayandı.)
1961 darbesinden sonra uzunca süre kendine gelemeyen Türk ekonomisi, 1971 askeri muhtırasıyla tekrardan rayından çıktı. Bu defa askerler tarafından uyarılan kişi Süleyman Demirel oldu. 12 Mart 1971 muhtırasından önce milli gelir kişi başına 538 dolar iken muhtıra sonrasında 476 dolara geriledi.
12 Eylül 1980 darbesi ise diğer darbelerden farklı bir durum arz ediyordu. Cuntacı gruplar askeri komuta zinciri içerisinde hareket etmiş ve darbe bizzat Genelkurmay Başkanlığı tarafından planlanmıştı. 12 Eylül sabahı insanlar yeni bir Türkiye’ye uyandıklarının farkında bile değillerdi. Darbe sonrası binlerce memur, sendikacı, milletvekili, sendika, oda ve dernek yöneticisi gözaltına alınıp tutuklandı. Bir çok insan haksız yere mahkum oldu, bir kısmı ise idam edildi. Darbe, Türk ekonomisini de vurdu ve 12 Eylül öncesinde kişi başına milli gelir 1876 dolar iken darbe sonrasında 1299 dolara geriledi. Dışa bağımlılık arttı, zaten kıt kanaat geçinen Türk halkının refah seviyesi düştükçe düştü.
1983 yılında Turgut Özal’ın liderliğindeki ANAVATAN Partisi yeni bir soluk olarak siyaset sahnesine giriş yaptı ve aynı yıl yapılan genel seçimlerde tek başına iktidara geldi. Turgut Özal kendisini Adnan Menderes’in halefi olarak görüyordu. Darbe sonrası kurulan yeni hükümet, ekonomi alanında son derece önemli reformlara imza attı. Bankalar Kanunu, Sermaye Piyasası Kanunu ve ihracatı teşvik tedbirleri yoluyla, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sağlandı. Ancak Özal’ın iktidarı döneminde onun başını ağrıtan bir takım olaylarda birbiri peşi sıra yaşanmadı değil. Doğu ve Güneydoğu’da PKK terörü hızla tırmandı, hatta eylemsel açıdan büyük şehirlere yayılma eğilimi gösterdi. Adnan Menderes’in yolundan giden Özal, ülkeyi hızla kalkındırmaya başlamıştı ki, bu durumdan rahatsızlık duyan kişilerce 1993 yılında zehirlenerek öldürüldü.
Onun ölümüyle Süleyman Demirel Cumhurbaşkanlığı koltuğuna otururken, Başbakanlığa Tansu Çiller getirildi. Çiller’in 1996 yılında Refah Partisi ile koalisyon kurması, ordu içindeki bir takım çevreleri rahatsız edince, 28 Şubat 1997’de darbe heveslisi askerler tekrar dişini gösterdi ve 18 maddelik bir genelgeyle; eğitimden ekonomiye, siyasi yaşamdan iç ve dış politikaya kadar hemen her alana müdahale ettiler. Yaşanan gerginlik ekonomiye yansıdı ve Hazine’nin faiz harcamaları 1997’de 1,7 katrilyon iken darbe sonrasında 5,6 katrilyona çıktı.
27 Nisan 2007 tarihinde ise bu defa AK Parti hükümetini hedef alan bir muhtıra yayımlandı. Genelkurmay Başkanlığı internet sitesi üzeri yayınlanan “e-muhtıra”, milli iradenin başındaki hükümete karşı bir müdahale girişiminde bulunduysa da, Hükümetin dirayetli ve kararlı duruşu sayesinde bu girişim aynı akşam akamete uğratıldı.
Türkiye’nin kayıp yılları olarak isimlendirilecek 1993-2002 arası yıllar; ekonomik, siyasi ve politik krizler, faili meçhul cinayetler, terör eylemleri, yüksek faiz, devalüasyon, dış ve iç borç krizi ve yolsuzluklar gibi hatırlanması bile istenilmeyen olaylarla doludur.
Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti, halkın tüm umutlarının sona erdiği 2002 yılında tek başına iktidara geldi. AK Parti döneminde yapılanları, diğer tüm hükümetler döneminde yapılanlarla mukayese etmek mümkün bile değildir.
Bugün Türkiye’de; 65 yaş üstü tüm vatandaşlar toplu taşımadan ücretsiz faydalanıyor, vergi borcu olanlar yurtdışına rahatlıkla çıkabiliyor, kadınlar doğum borçlanması yaparak erken emeklilik hakkı kazanabiliyor, çocuklu annelere çocuklarının eğitimi için para veriliyor, öğrencilere ücretsiz kitap dağıtılıyor, kişisel borçlarından dolayı emeklilerin maaşlarına haciz konulamıyor, üniversite öğrencileri harç ödemiyor, öğrenciler eğitimleri süresince “öğrencilik” haklarından faydalanabiliyor, insanlar acil bir rahatsızlık durumunda devlet ve özel sektör ayrımı olmaksızın istediği hastaneye ücretsiz gidebiliyor, çocukların tüm sağlık giderleri 18 yaşına kadar devlet tarafından karşılanıyor, gençlere yurtiçi ve yurtdışı seyahatlerinde %30 indirim imkânı sunuluyor, 2009 öncesinde vatandaşlık hakkını kaybedenler otomatik olarak yeniden vatandaş olabiliyor, 28 Şubat sürecinde disiplin cezaları nedeniyle memuriyetten çıkarılanlar tekrar memuriyete dönebiliyor, insanlar çocuklarına istediği ismi koyabiliyor, insanlar rahatlıkla Kürtçe konuşulabiliyor, genç kızlar üniversitelere, okullara ve tüm kamu kurumlarına başörtülü olarak girebiliyor ve çalışabiliyor, engelli çocuğu olan annelere erken emeklilik imkânı sağlanıyor ve engellilere maaş veriliyor, hastalar istedikleri eczaneden ilaçlarını ücretsiz alabiliyor, emekli maaşları istenildiği takdirde evde ödenebiliyor, yaşlı ve bakıma muhtaç kişilere evde temizlik, sağlık ve bakım hizmeti verilebiliyor, MERNIS ve e-devlet hizmeti sayesinde sabıka kaydından ikametgah belgesine kadar hemen her türlü evrak bilgisayardan temin edilebiliyor, her türlü vergi ödemesi internet üzerinden yapılabiliyor, yapılan barajlar sayesinde büyük şehirlerde artık su ve elektrik kesintileri yaşanmıyor, son 13 yılda inşa edilen otoban, köprü, tünel, demiryolu ve havaalanları sayesinde insanlar istedikleri yere rahatlıkla ulaşabiliyor, yüzlerce ülkeye vizesiz seyahat edilebiliyor, görme engelli görme cihazı, duyma engellilere işitme cihazı dağıtılabiliyor, öğrencilere lisans, yüksek lisans ve doktora aşamasında karşılıksız burslar veriliyor, eskiden koğuşlarda kalan öğrenciler şimdi otel konforundaki bir veya iki kişilik odalarda kalabiliyor.
Türkiye kendi uçağını, kendi helikopterini, kendi insansız hava aracını, kendi hızlı trenini, kendi tankını, kendi otobüs ve otomobilini rahatlıkla üretebiliyor, uzaya uydu gönderebiliyor, topunu tüfeğini yapabiliyor.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi dönüşünde getirdiği 232 ton tutarındaki altın ganimet rakamına bir daha asla ulaşamayan Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti hazinesi, 497 yıl sonra ilk defa 2013 yılında 580 tonluk altın rezerv rakamına ulaştı.
Faiz oranları onlarca yıl sonra ilk defa tek rakamlı hanelere düştü, İstanbul Boğazı’nın altına Marmaray ve Avrasya tünelleri yapıldı. İstanbul’a dünyanın en büyük havalimanı inşa edilirken, Yavuz Sultan Selim Köprüsü ile Osmangazi Körfez Geçiş Köprüsü rekor denebilecek kadar kısa sürede tamamlanıp hizmete açıldı.
FETÖ mensuplarınca 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilen darbenin yapılma gerekçesi işte bu yapılan hizmetlerdir.
Sultan Abdülaziz’i öldüren Jön Türkler kime hizmet ettiyse, Abdülhamid’i tahttan indiren İttihat Terakkiciler Osmanlı devletinin milyonlarda kilometrekarelik toprağını kimlere peşkeş çektiyse, Adnan Menderes’i idam ettiren askerler, CHP’liler, üniversite hocaları ve militan öğrenciler kimlere ne fayda sağladıysa, Turgut Özal’ı zehirleyip öldüren ve Recep Tayyip Erdoğan’ı öldürmeye çalışan Geziciler, Ulusalcılar ve FETÖ mensupları da aynı güç odaklarına hizmet etmektedir.
İsrail’e “One Minute” dediği, Mavi Marmara olayında dimdik durduğu, Mısır’daki darbeye “darbe”, Suriye’deki olaylara “Esad katliamı” dediği, TL’den altı sıfır attığı, “Sağlık reformu”nu gerçekleştirdiği, yıllardır bitirilmeyen Karadeniz Sahil Yolu’nu ve Bolu Tüneli’ni bitirdiği, “Kıyamete kadar” ödenemeyeceği zannedilen IMF borçlarını sıfırladığı, “IMF’den borç alınmazsa ülke batar” nutku atan TÜSİAD’a haddini bildirdiği ve “Dünya beşten büyüktür” dediği için Erdoğan’ın ortadan kaldırılması veya öldürülmesi gerekmez mi?
Başkaca sebep aramaya herhalde gerek yoktur?
Dr. Mehmet Hakan Sağlam