(Article 063-15.02.2015)
Bir insan topluluğunun adı olarak “Ermeni” adına ilk defa M.Ö. 521’de Pers Kralı Darius’un “Behistun” isimli yazıtında “Ermenileri yendim” ifadesinde rastlanılır. Ermeniler bugün yaşadıkları coğrafyaya ilk geldiklerinde Erivan, Gökçegöl, Nahçivan, Rumiye Gölü kuzeyi ve Maku bölgesine yerleştiler. Daha sonraları bölgeye hakim olan devletlerin iskân politikaları, baskıları ve kendi içlerindeki ekonomik sebeplerden dolayı Kafkasya, Doğu Anadolu ve Kilikya bölgelerine yayıldılar. Kısa ömürlü de olsa zaman zaman küçük krallık ve prenslikler kurmayı başardılar. Bunların en önemlileri Bagrat hanedanı tarafından kurulan Ani Krallığı ve Ardzuruni Hanedanı tarafından Van Gölü’nün doğusunda kurulan Vaspurakan Krallığı’dır. Fakat bu devletlerin ömrü çok kısa olmuş, yaşadıkları bölgelere sonraları başka devletler hâkim olmuşlardır. Ermeniler M.Ö. 521-333 yılları arasında Perslerin, M.Ö. 333-215’de Makedonya Krallığı’nın egemenliği altına girerken, M.Ö. 115-64 arasında kısmen bağımsız bir yapı sergilemişlerdir. M.Ö. 64 – M.S. 220 yılları arasında Roma ve Persler arasında el değiştiren bu yapı, M.S. 220-500 arasında Sasani hâkimiyeti, M.S.500-700 arasında Doğu Roma hâkimiyeti, M.S. 700-1000 arasında ise Arap hâkimiyeti altında kalmış, M.S. 11. yüzyıldan itibaren ise Türklerin egemenliği altına girmişlerdir.
Ermeni dilinin Asurîlerin, Partların, İranlıların ve Yunanlıların etkisi altında geliştiğine dair görüşler mevcuttur. Birçok farklı devletin siyasi otoritesi ve farklı kültürlerin etkisinde bulunduğu göz önüne alınırsa bu görüşler büyük ölçüde doğrudur.
Dini inanış olarak Ermeniler bölge halkları ile benzerlikler göstermektedir. Önceleri İranlıların etkisiyle doğa olaylarına inanan Ermeniler, Hıristiyanlığın bölgede yayılmaya başlamasıyla birlikte bu dini benimsemeye başlamışlardır. Devlet dini olarak Hıristiyanlığın Gregoiren mezhebini ilk kabul eden millet Ermenilerdir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarından itibaren Ermenilerin dağınık şekilde yaşadığı ve yaşadıkları hiçbir bölgede çoğunluğu teşkil edemedikleri, gerek bu konuda çalışma yapan yabancı bilim adamlarının yayınladığı eserlerde gerekse bölgeyle ilgili haber yapan yabancı gazeteci ve görevlilerinin raporlarında özellikle belirtilmektedir. 18. yüzyıl sonlarına kadar mevcut siyasi otoriteyle Ermenilerin ters düşmeleri veya çatışmaları söz konusu olmamıştır. Fakat 18. yüzyılın sonlarından itibaren özellikle Fransız İhtilali’nin etkisiyle Ermeniler arasında devlete karşı kıpırdanmalar başlamıştır.
Fransız İhtilali, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu gibi çok uluslu yapılardan meydana gelen devletler açısından ciddi bir tehlike oluşturmuştur. Avrupa’da siyasal ve ekonomik dengelerin değişmesi, ülkelerin kendi toprakları dışında da iktidar ve sömürge mücadelesine girişmesi Ermeni sorununun ortaya çıkmasında oldukça etkili olmuştur. Ermenilerin yaşadığı ve Ermenistan diye tabir edilen bu bölge, 19. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın önemli güç odakları haline dönüşen İngiltere, Rusya ve Fransa’nın çıkarlarının çatıştığı bir bölge durumuna dönüştü. Bu ülkeler kendi otoritelerini kurmak ve bölgeyi denetim altında tutabilmek için Ermenilerle yakın ilişkiye girip Osmanlı idaresine karşı kışkırtmış, özellikle dini faktörleri öne sürerek Ermenilerin savunuculuğunu yapmaya başlamışlardı. Yunanlıların, Sırp ve Bulgarların Osmanlı Devleti aleyhine bağımsızlık mücadelesine girişmesi Ermenileri cesaretlendirmiş ve benzer hareketlere girişmelerine sebep olmuştur.
Ermeni sorununu Avrupa gündemine taşıyan en önemli olay Ayestefanos Antlaşması (3 Mart 1878) ile Berlin Antlaşması (13 Temmuz 1878)’dır. Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ruslar İstanbul kapılarına dayanmışlardı. Ruslar Ayestefanos’a yaklaştıkları sırada İstanbul Ermeni Patriği Narses Varjbedyan ve diğer Ermeni liderleri Kont İgnatiyef ile görüşerek Sivas, Van, Muş ve Erzurum illerine özerklik verilmesini istedi. İgnatiyef Ermeni sorununun Ayestefanos Antlaşması içerisinde yer alacağına dair onlara söz verdi ve sözkonusu antlaşmanın 16. maddesine Ermeni sorununu yerleştirerek bu sözünü yerine getirdi. Berlin Antlaşması ile de Ermeni sorunu Avrupa’nın gündemine taşındı. Bu antlaşmanın 61. maddesine dayanarak Avrupa devletleri Ermenilerin koruyuculuğuna ve hamiliğine soyundu.
- yüzyıla gelindiğinde Avrupadevletlerinin sömürge arazileri Avrupa’daki asıl topraklarından daha fazla bir alanı kapsamaya başlamıştı. Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu hammaddelerin tamamına yakını sömürge topraklarından temin ediliyordu. Avrupa ekonomisini ayakta tutan unsur kıta Avrupa’sından ziyade sömürge topraklarıydı. Durum böyle olunca İngiltereve Fransa gibi devletlerin siyasetleri kendi topraklarının ve hatta kendi kıtalarının dışına taşıyordu. Bu ülkeler sömürgelerini ve sömürgelerine giden yolları güvence altına almak için kendi topraklarının dışında nüfuz bölgeleri oluşturma mücadelesi vermeye başlamışlardı.
Ayestefanos ve Berlin Antlaşmaları ile büyük imtiyazlar elde eden Ermeniler yine de istediklerini alamadıkları düşüncesindeydi. Bir taraftan yaşadıkları bölgelerde huzursuzluk yaratarak dünyanın dikkatini buraya çekmeye çalışırken, diğer taraftan da büyük devletlerin temsilcilerine elçiler göndererek onlardan destek sağlamayı arzuluyorlardı. Bu amaçla Rus Çarı’na birçok defa mektup yazarak destek talebinde bulunmuş, hatta Ermenistan bölgesinin Rusya tarafından ilhak edilmesini bile istemişlerdi. Bunun yanı sıra defalarca İngiltere’ye de başvuru yaparak destek ve yardım talebinde bulunmuşlardı. Osmanlı Devleti’nin kendilerine baskı uyguladığını, can güvenliklerinin kalmadığını, Kürt ve Çerkezleri kendileri aleyhine kışkırttığını iddia ediyorlardı.
Rusya’nın Ermeni sorununa yaklaşımı diğer ülkelerden farklıydı. Rusya ilk kurulduğunda bir kara devleti görünümündeydi. Denizlere açılmak en büyük arzusuydu. Rusya açısından bunun en kolay yolu ise Karadeniz yoluyla Akdeniz’e inmekti. Rusya’nın sıcak denizlere inme politikası Çar I. Petro zamanında başlamış II. Katerina zamanında gelişmiştir. Rusya, 1774 yılında Osmanlı Devleti ile akdettiği Küçük Kaynarca Antlaşması sayesinde Karadeniz sahillerine ulaştığı gibi, Osmanlı ülkesindeki Hıristiyanların koruyuculuğu hakkını da elde etmişti. O sırada Hindistan’ı elinde bulunduran İngiltere ise Hint yolunun güvenliği açısından Rusya’nın sıcak denizlere inmesini engellemeye çalıyordu.
- yüzyıldan itibaren petrolle birlikte Ortadoğu’nun önemi artmış, İngiltere ve Rusya arasındaki mücadele hız kazanmıştı. Ermeniler, Anadolu’da Erzurum’dan Mersin’e kadar uzanan bir coğrafyada yaşıyorlardı. Bu bölgede Rusya’nın hamiliğinde kurulacak bir Ermeni devleti Rusya’nın sıcak denizlere inmesi anlamına geliyordu.
Ruslar, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra Doğu Anadolu’da bazı Türk şehirlerini ele geçirmiş ve buralardaki Ermenileri bağımsızlık amacıyla Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmaya başlamışlardı. Paris Antlaşması ve Islahat Fermanı’ndan sonra Doğu Anadolu’daki Rus tahrikleri iyiden iyiye artmış, hatta 1872’de Van’da Rusların desteğinde ‘Kurtuluş Birliği’ adını taşıyan gizli bir örgüt bile kurulmuştu. Yine bu dönemde Rus ajanları “Türk Ermenistanı” adını verdikleri beş vilayette kışkırtma faaliyetlerine hız vermiş, bölgedeki Ermeni çetecilere askeri eğitim verip silahlandırmıştı. Ancak Osmanlı bünyesindeki Ermenilere bağımsızlık verilmesi Rusya’nın işine gelmiyordu. Çünkü böyle bir durum bu defa Rusya içindeki Ermenileri hareketlendirebilirdi. Rusya’nın Osmanlı Ermenileri üzerindeki esas amacı onları bağımsızlıklarına kavuşturmak değil, bunları kendi hâkimiyeti altına alarak Akdeniz ve Basra yolunu açmaktı.
Aynı dönemde İngiltere’nin Doğu politikası daha farklı bir görünüm arz ediyordu. İngiltere 19. yüzyılda Avrupa siyasetinin en etkin aktörü konumundaydı. Dünyanın birçok bölgesinde sömürgeleri vardı ve bunun doğal bir sonucu olarak Doğu siyasetine bu açıdan bakıyordu. Osmanlı Devleti’nin bünyesinden çıkacak yeni devletlerle Hindistan’ı ve Hindistan yolunu güvence altına almak istiyordu. Osmanlı topraklarının, İngiliz çıkarlarına zarar verecek ve İngiliz sömürgelerini tehdit edebilecek bir başka ülkenin eline geçmesini engellemek ve Rusya’nın sıcak denizlere inmesini önlemek İngiltere’nin temel amacı haline gelmişti. Petrol yataklarının büyük bir kısmının Osmanlı coğrafyasında bulunması Ortadoğu’yu İngiltere açısından tam anlamıyla vazgeçilmez bir bölge konumuna getirmişti.
Berlin Antlaşması’nın ardından Ermenilerin sıkı bir takipçisi ve hamisi konumuna gelen İngiltere, Osmanlı Devleti’nce vaat edilen ıslahatların yapılması için baskılarda bulunmaya başladı. 1878’de Sivas, Erzurum, Van ve Kayseri’ye konsolos ataması yaptı. Ayrıca bölgede faaliyet gösteren İngiliz misyonerler vasıtasıyla Ermeniler arasında Protestanlık mezhebini yaymaya başladı ve neticede İngiltere’nin çabalarıyla 1859’da Ermeni Protestan Kilisesi kuruldu. İngiltere böylelikle Rusya’nın Küçük Kaynarca Antlaşması’nda elde ettiği haklara benzer tarzda bir hak elde edip, Osmanlı Devleti’ne karşı Ermenileri savunmak için yasal bir dayanak sağlamış oldu.
İngiltere’nin Ermenilere yönelik politikalarının temelinde ise Rusya’dan farklı olarak bağımsız bir Ermenistan Devleti kurma fikri vardı. Fakat Ermenilerin bağımsız bir devlet kurabilecek olgunluğa sahip olmadığını ve bu devletin uzun ömürlü olmayacağını görüyorlardı. Onlara göre kurulacak olan devletin İngiliz himayesi altında olması şarttı. İngiltere’nin koruması altında kurulacak Ermeni Devleti, Rusya’nın güneye sarkmasını önleyebilecek bir tampon bölge oluşturulabilirdi. Bölgenin stratejik önemini çok iyi kavrayan İngiltere, bunun için Doğu Anadolu’ya dışarıdan Ermeni getirilmesini, bölgeden Türk nüfusunun peyderpey uzaklaştırılmasını, Süryanilerle Ermeniler arasındaki mezhep ayrılıklarının bir tarafa bırakılarak kaynaştırılmasını ve bölgedeki Kürtlerin silah zoruyla hizaya getirilmesini planlıyordu.
İngiltere’nin Ermenileri sahiplenme çabaları 1880’den sonra iyiden iyiye arttı. Ermeniler lehine başlattığı diplomatik girişimlerden yeterli sonuç alamayan ve ilerleme kaydedemeyen İngiltere, Doğu Anadolu’da bulunan konsolosları ve misyonerleri aracılığıyla Ermenileri silahlı mücadele içine sokmak için çalışmalar başlattı. Doğu Anadolu’da şiddet olayları tırmanmaya başladı. İngiltere, Ermenileri tahrik etmekle kalmıyor, Ermeni komitacılara ve isyancılara sığınma hakkı veriyor, Osmanlı Devleti’nce yakalanan Ermeni çetecilerin cezalandırmasını da önlüyordu.
Fransa’nın Osmanlı Devleti ile ilişkileri ise çok daha erken dönemlerde başlamıştı. İki ülke arasındaki ilişkiler Osmanlı Devleti’nin 1535’de Fransa’ya verdiği kapitülasyonla başlamış, 18.yüzyıldan itibaren iyice gelişmiş ve Osmanlı Devleti’ndeki reform çalışmaları için Fransa model bir ülke konumuna gelmişti. Kapitülasyonlarla birlikte Fransa’ya verilen “Osmanlı Devleti bünyesindeki Katoliklerin korunması hakkı” ise Osmanlının içişlerine dolaylı bir müdahale hakkı niteliğindeydi.
Fransızların Ermenilerle teması ve ilişkileri ise çok daha eskilere dayanıyordu. Ermenilerle Fransızların ataları olan Franklar Haçlı seferleri sırasında tanışmışlardı. İngiltere ve Rusya daha çok Doğu Anadolu’daki Ermenilerle ilgilenirken, Fransa daha ziyade Çukurova ve yöresindeki Ermenilerle ilgileniyordu. Fransa’nın Çukurova Ermenilerine duyduğu ilgi Amerikan İç Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte artmaya başlamıştı. Çünkü Fransa yerli dokuma sanayisi için gereken pamuk hammaddesi buradan ithal ediliyordu. Fransa bu dönemde bölgeye olan yatırımlarını arttırmaya başladığı gibi Ermenilerin Katolikleşmesi için de çok uğraştı ve Katolikliği seçen Ermenilere Fransız vatandaşlığı verileceğini, bu kişilerin mevcut kapitülasyonlardan yararlanabileceğini duyurdu. Bunun sonucunda Katoliklik Ermeniler arasında yaygınlaştı ve sayıları giderek artan bir Katolik Ermeni cemaati oluştu.
- Dünya Savaşı’nda Osmanlı devletine karşı İngiltereve Rusya’nın yanında savaşa giren Fransa, ‘KilikyaErmenileri’ diye tabir edilen Çukurova Ermenilerini kışkırtmaya başladı. Fransızlar bu bölgede meydana gelen Ermeni isyanlarını destekledi ve isyancılara sahip çıktı. “Musa Dağı Olayı” diye bilinen olayda Osmanlı askerlerince Musa Dağı’nda kuşatılan beş bin Ermeni çeteci Fransız donanması tarafından kurtarılıp Portsaid Limanı’na çıkarıldı. Fransızlar Güney Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan kurmak istiyordu ki bunun esas nedeni Çukurova’nın pamuğu ve Toros Dağları’ndaki maden yataklarıydı. Fransa’nın çalışmaları neticesinde Adana ve civarına 200 bin Ermeni gelip yerleşmişti.
Ermeni meselesi diye bilinen ve belli aralıklarla gündemimizi hâlâ meşgul eden olayın kökeni Batılıların Ortadoğu coğrafyasındaki farklı istek ve arzularıdır. Ermeniler hiç bir zaman Avrupa devletlerinin siyasi bir piyonu olmaktan öteye gidememiş, bu ilişkilerinden Batılılar fayda sağlarken, Ermeniler hep kaybetmiştir. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın misyonerlik çabaları ise meyvelerini fazlasıyla vermiş, Ermeniler arasında derin mezhep ayrılıkları ortaya çıkmış ve parçalanıp gitmişlerdir.
93 Harbi de denilen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası kurulan Ermeni ihtilal örgütlerinin eylemleri sadece Müslümanları değil, Osmanlı Devleti’ne sadık Ermenileri de hedef alıyordu ki bunlara ait çok sayıda belge Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde mahfuz durumdadır.
Sulu Han’da mağaza sahibi Kirkor oğlu Ferhad’a: “Senden elli lira talep ediyoruz. Asla müddet geçirmeyesin. Hemen bu elli lirayı vereceksin. Eğer vermez ve bu sırrı kimseye haber verir isen seni öldürürüz, vururuz, keseriz. Bu akçeyi kumpanyaya vereceksin.”
Edirne Murahhası Mesrob’a: “Padişaha sadakat göstererek ve dua ederek millete hıyanetinizi gösterdiniz. Biz ayaklı nihilistleriz, sizin cezanızı tayine teşebbüs ettik ve muvaffak da olacağız, sizi öldüreceğiz.”
Rusya’da mukim Eğrek Karyeli Minas Ağa’dan eniştesi Aramel’e: “Önceki mektubunu aldım, afiyetteyiz. Size silah vermek üzere iki arkadaşı gönderiyorum. Buradaki teşkilata kaydolmalısınız. Köydeki delikanlıların da bu teşkilata yazılması için çalışmalısın. Manuk Ağa’nın oğlu Ağanik ve Mardinos’un fedai yazıldığını işittim. Bu habere çok sevindim. Silah ve para meselesi çok önemlidir. Silahlanmadan, Türklerin hakkından gelmek çok güçtür. Korkmayınız, bu kötü günler geçecek, birlikte hareketle, güçle zafere ulaşacağız.”
Rum komitacıların kullandığı ve Avrupalı devletler ile Rusya’yı gayrimüslimler konusunda Osmanlı’ya baskı hususunda icat ettikleri yöntem; “Mağduriyetin temelini at, inşa et ve bunu Avrupa’ya abartarak aktar” felsefesiydi.
Devlet ne kadar tedbir alırsa alsın, Ermeni komitalarının arkasında başta Rusya olmak üzere Fransa ve İngiltere vardı. Suçüstü yakalanan üyeler dahi hak ettikleri cezayı almıyordu. Propaganda, para ve silah temini gibi üç ana temel üzerinde yükselen komitaların iç yüzünü göstermesi açısından bugün en sağlam kaynaklar vaktiyle ele geçirilebilen hücrelerarası mektuplaşma örnekleridir ki bunlar hâlihazırda Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde kayıt altındadır. Mesela K. V. Hallward: “Sevgili dostum Mösyö (Komidas) Hekimyan” diye başlayan 15 Kasım 1895 tarihli mektubunda şunları diyor: “Tüfek vesairenin bulunduğu sandığı ne zaman Erzurum’a gönderdiniz? Geçenlerde meydana gelen acıklı vakanın (Bitlis ve diğer olaylar) aslı esası nedir? Olayları ilk Ermeniler mi yoksa Türkler mi başlatmıştır? Bu olayların çıkmasına Bahri Paşa’ya yapılan suikast mı sebep olmuştur? Bunlar ne budala adamlarmış ki, silahlarını doğruca hedefe isabet ettirememişler!”
Neticede açıktan destek alınca, komitaların devlete bakışı değişmiş hatta tehditkâr bir hâl almıştır: “Devrimci Komita’dan Sadrazam’a / İstanbul– 30 Haziran 1894… Ermeni ruhban sınıfına yöneltilmiş mektupların bir sonucu birçok Ermeni tutuklandı. Biz Ermeni Devrimcileri bu mektupların tek yazar ve dağıtıcısı iken, tutuklanan kişiler bu işe karışmamış iken, Sultan, Ermeni Başpiskoposu Horen Aşıkyan’ı tasfiye ederek, patrikhaneyle ilgili talepleri tanımışken ve yine aynı emirle suçlamayı geri çekmişken ki eğer kişilerin tutuklanmasına sebep böyle bir suçlama gerçekten varsa: Sizden bahsi geçen meseleyle ilgili tutuklananların hepsini serbest bırakmanızı talep ediyoruz. Osmanlı İmparatorluğu boyunca patlak verme tehlikesi olan devrimi ancak adaletle ilgili önlemler alarak ve Ermeni halkının taleplerini yerine getirerek önleyebilirsiniz. Bu mektup yabancı güçlerden temsilcilerin bilgilerine sunuldu. Hınçak Komitası İstanbul Şubesi.”
Komitacı Tanil Çavuş’un mektubu da bu minvalde satırlarla doludur: “Rifatlü Efendi / Şu mektubu yazmaktan maksat, milliyetperverliğinizi anlamaktır. Bu şirket ve dağ çetesi sizin için bedenen ve malen çalışmaktadır, millet için kan döküyoruz. İşbu küçük çete İngiltere usulünce ve dağ harekâtı tertibatına uygun ve büyük Hınçakyan’ın idaresi altında olarak kurulmuştur. Dağ reisi Tanil Çavuş’un iktidarını gördünüz zannederim. İşte Tanil Çavuş benim. Dağ kuşuyum. Ben, Ermeni kahramanlarını yücelteceğim. Patukyan bilmiş ol ki, Maden gibi seni de mahv ve perişan edeceğiz. Sinek denilen hayvanın üç aylık ömrü olduğunu bilirsin, senin o kadar da ömrün yoktur. Çarşıda ve mahallede ve her nerede rast gelirsek seni telef edeceğiz. Eğer yaşamak ister isen Seyran Tepesi’nde bir dikili taş vardır. Onun altına yüz İngiliz lirası bırak, şirket onu alır. Bu mektubu oku. Güzelce tefekkür et. Akçenin tedarikine bak, göreyim seni, git bunu da hükümete haber ver, istediğini yapmakta serbestsin!”
- Dünya Savaşı’na kadar “saman altından su yürüten” Ermeniler, savaşın başlangıcından itibaren Rus ve Fransız birliklerine girerek Osmanlı’ya karşı savaşmaya başlamışlardı. I. Dünya Savaşı başlangıcında Birleşik Milli Ermeni Kongresi, Ermeniler’in Osmanlı’ya sadık kalacakları konusunda karar almış idiyse de bir süre sonra Ermeniler’den 180 bin kişi Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rus ordusunda gönüllü olarak çarpıştı. Çarlık Rusyası’ndan tam destek alan Ermenilerin gözünü toprak hırsı bürümüştü ve bin yıla yakın birlikte yaşadıkları Türkleri arkadan vuruyorlardı.
Ruslar ve Fransızlarla birlik olan Ermeniler, Türklere karşı akıl almaz katliamlar yapıyor ve bir zamanlar kendilerinin de yaşadığı evlerini, yurtlarını yakıp yıkıyorlardı. Ama Osmanlı bu katliamların ve Ermenilerin sebep olduğu zararların önüne geçmek için 24 Nisan 1915 tarihinde savaşa katılan Ermenilerin tutuklanmasına ve doğudaki Ermenilerin ise yine Osmanlı toprakları olan Irak, Suriye ve Lübnan’a göç ettirilmesine karar verdi. Bu göç sırasında tehcir edilen Ermenilerin büyük bir bölümü yollarda hastalık, açlık, susuzluk nedeniyle hayatını kaybetti. Savaş sırasında istediğini elde edemeyen ve savaş sonrasında da Sovyet Rusya ile imzalanan Kars ve Moskova anlaşmaları Ermenilerin “Büyük Ermenistan” hayalini suya düşürdü. Osmanlı arşivleri incelendiğinde göçe tabi tutulan Ermeniler için yolculuk sırasında rahatlıklarının sağlanması, can ve mallarının korunması için emirler verildiği görülmektedir.
Aslında bu sözde soykırımın gerçek olmadığına dair birçok belge bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi Amerika Birleşik Devletleri’nin 40. Başkanı Ronald Reagan’ın hukuk danışmanı Bruce Fein tarafından yapılan “Ermeni soykırım iddialarının tamamen gerçek dışı olduğu ve ABD Kongresinde Ermeni tasarısının imzaya açılmasının tamamen iç politik kaygılardan kaynaklandığı” yönündeki açıklamalardır. Fein, New York Baruch Koleji Öğrenci Birliği ve Türk Amerikan Dernekleri Federasyonu’nun (TADF) daveti üzerine “Osmanlı İmparatorluğu’nda Azınlıklar” konulu bir konferansta ağırlıklı olarak Ermeni soykırımı iddialarıyla ilgili bir konuşma yaptı. Ermeni soykırım iddialarının doğru olmadığını söyleyen Fein, Osmanlı İmparatorluğu’nun, topraklarında yaşayan tüm azınlıklara karşı son derece anlayış gösterdiğini, azınlıkların kendi kanunları ve dini özgürlüklere sahip özerk bir statüde varlıklarını sürdürdüklerini söyledi. “Ermeniler’in yaptığı Osmanlı’ya ihanetti ve bu durumda Osmanlı yönetimi askeri açıdan hassas olan bölgelerdeki Ermenileri bölgeden çıkartmak istedi” diye konuşan Fein bu sırada bazı talihsiz olayların yaşandığını, ancak bunlara “soykırım” demenin mümkün olmadığını söyledi.
Hatta Bruce Fein, Ronald Reagan’ın Başkan olduğu dönemde 1981 yılında Beyaz Saray’ın konuyla ilgili araştırma yaptığını belirterek, alınan sonuca göre Müslüman Türklerin kayıplarının 2 milyon, Ermeni kayıplarının ise 300 ilâ 600 bin civarında olduğunun sanıldığını ancak Ermenilerin kendi kayıplarının sayısını giderek arttırdığını belirterek: “Osmanlı’nın böyle bir amacı olsa Ermenilere kötü davranan Osmanlı subay ve askerleri mahkum edip bazılarını idam eder miydi? Örneğin siz hiç Hitler‘in Yahudilere kötü davranıp onları gaz odalarına gönderen Alman subaylarını idam ettirmesini hayal edebilir misiniz? Ya da Hitler’in Berlin‘de yaşayan Yahudiler’e dokunmayıp onları toplama kampına göndermemesini düşünebilir misiniz?” Fein, Ermenilerin iddialarını soykırım olarak sunmasının, “soykırım” tanımlamasının ciddiyetini de ortadan kaldırdığını söyledi. Özellikle Ermenilerin Osmanlı yönetiminde yüksek makamlarda görev yaptıklarını hatırlatan Fein, Ermenilerin, 19. yüzyıldan itibaren gücünü kaybetmeye başlayan Osmanlılara karşı bağımsızlık yolunda ayaklandıklarını ve Ermeni terör çetelerinin I. Dünya Savaşı’nda Rusya ve Fransa ile işbirliği yaparak Osmanlı ordusuna karşı savaştıklarını, pek çok Müslüman Osmanlı’yı öldürdüklerini anlattı.
Aslında sadece Fein’in bir tarihçi olan Guenter Lewy de İngiliz, Alman ve Amerikan arşivlerinde yaptığı araştırmalar sonuncunda Ermenilerin “soykırım” iddialarının doğru olmadığını ortaya koydu.
Fakat Ermeni Soykırımı iddiaları hususunda bugüne kadar yapılan en önemli açıklamayı Ermenistan’ın ilk Başbakanı yapmıştır. Erivan bölgesinin 1918’de Ermenilere verilmesiyle kurulan Ermenistan Devleti’nin ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin 1923 yılında Bükreş’te yapılan Ermeni Meselesi ile ilgili Taşnak Partisi toplantısında sunduğu rapor gerçekleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
Kaçaznuni’nin Osmanlı döneminde yaşananları anlattığı kendi imzasını taşıyan rapor, geçtiğimiz yıllarda Rusça’dan Türkçe’ye tercüme edilerek kitap haline getirildi. Kitapta yer alan bilgiler Türkler’in “Ermeni Soykırımı” yaptığı iddialarını kesin bir dille yalanlamaktadır. Kaçaznuni’nin yakın tarihe ışık tutan belge niteliğindeki sözlerinin yer aldığı kitap, Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı nasıl bir ihanet içinde olduklarını da gözler önüne serer.
Yıllarca sözde soykırıma uğradıklarını iddia eden ve dünya kamuoyunu baskı altına almaya çalışan Ermenilerin bütün tezlerini çürüten Ovanes Kaçaznuni, 128 sayfalık raporunda şu ifadelere yer verir: “Barışı sabote etmek için savaştık bile. Artık hepimiz Türkler’in düşmanı olan İtilaf Devletleri kampındaydık. Türkiye’den ‘denizden denize Ermenistan’ talep etmekteydik. İtilaf devletlerinin ordularını Türkiye’ye göndermeleri ve hâkimiyetimizi temin etmeleri için Avrupa ve Amerika’ya resmî çağrılar yaptık. Nihayet şu da var ki, var olduğumuz sürece aralıksız olarak Türkler’le savaştık. Öldük ve öldürdük. Artık, Türklere ne gibi bir güven telkin edebiliriz ki?! Askeri operasyonlara katıldık. Kandırıldık ve Rusya’ya bağlandık. Tehcir doğruydu ve gerekliydi. Gerçekleri göremedik, olayların sebebi biziz. Türklerin millî mücadelesi haklıydı. Barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük bir hataydı. Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vadettiği büyük Ermenistan hayali vardı. Ama biz hiçbir zaman devlet olamadık. ‘Türkiye Ermenistanı’ diye bir devletin hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik. İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vadettiği Ermenistan hayali vardı, gerçeği göremedik.”
Bu rapor 1923 yılında Bükreş’te Taşnaksutyum Partisi tarafından sunulduktan hemen sonra Ermenistan’da yasaklandı. Farklı dillere tercüme edilen bu kitabın tüm nüshaları kitapçılardan ve kütüphanelerden toplandı ve yok edildi Birinci Dünya Ermenileri arasında yaygın olarak tartışılan bu kitabın bir nüshası Rusya’da Lenin Kütüphanesi’nde bulundu ve 2005 Yılında Kaynak Yayınları tarafından yayınlandı.
Tüm bu kaynaklara bakıldığı zaman “aslında ortada bir soykırımın olmadığı, eğer bir soykırım varsa bunu Türklerin değil Ermenilerin yaptığı” aşikârdır. Böyle bir soykırımın olmadığına dair birçok belgenin var olduğu, üstelik bu belgelerin soykırım iddialarını ortaya atan ABD, Fransa ve Ermenistan arşivlerinden çıktığı ve hatta tüm bu tartışmaları noktalayacak kadar iddialı belgeler olduğu şüphesizdir.
Türkiye’nin gittikçe güçlendiğini gören Batılı ülkeler 1965 yılından sonra Türkiye’ye karşı kullanılabilecek yeni bir silah arayışına girmiş ve “soykırım” gibi güçlü bir iftira silahıyla Türkiye’nin karşısına dikilmişlerdir. Türkiye’nin her isteğini belge ile ispata davet eden Batı dünyası, hiç bir belgesi bulunmayan ve sadece sözde kalan bu soykırım yalanına ne hikmetse inanmaktadır. Peki olmayan bir soykırımı kınamaktan çekinmeyen Batı dünyasının kendi yaptıklarına ne demeli?
İspanyolların, İngilizlerin ve Amerikalıların Kızılderililere, Fransızların Cezayirlilere, Almanların Yahudilere ve Rusların Türklere karşı sergilediği soykırımları niçin kimse hatırlamıyor? “Hadi bunlar çok geçmişte kaldı” denilirse, 26 Şubat 1992 tarihinde Ermenilerin Hocalı’da yaptığı soykırımı niçin kimse dile getirmiyor? Türkiye’yi soykırım suçuyla itham edenlerin geçmişlerini hatırlatmakta fayda var. Kim kimi katletmiş? Hatırlatalım.
İspanyol, Portekiz, Fransız, İtalyan, İngiliz ve Amerikalıların Kızılderili Soykırımı
Kızılderili katliamı Amerika kıtasının kâşifi olarak bilinen Kristof Kolomb’un bu kıtaya adım atmasıyla başladı. Kolomb’un askerleri, 12 Ekim 1492’de Guanahani sahillerine çıktıktan kısa bir süre sonra yakaladıkları Kızılderilileri öldürmeye, prangaya vurarak ağır işlerde çalıştırmaya veya köle olarak satılmak üzere Avrupa’ya göndermeye başladı. Kolomb, Eylül 1498’de İspanya kralına gönderdiği bir mektup da aynen şöyle diyordu: “Buradan satılabildiği kadar çok köle gönderebiliriz.”
Almanya’da yayınlanan PM dergisinin Kızılderililerle ilgili yaptığı bir araştırmaya göre 1550 yılında Amerika kıtasında sadece on milyon insanın kaldığı tespit edilmiştir. Yani 80 milyon Kızılderili’den 70 milyonu ya öldürülmek ya da köle olarak satılmak suretiyle ortadan kaldırılmıştır. İnsan katliamı o kadar trajik bir durum yaratmıştı ki, kısa bir süre sonra tarlalarda çalışacak işçi kalmadığı için Afrikalı zenciler köle olarak yeni kıtaya taşınmaya başlandı.
Bartolome de Las Casas ‘Kızılderili Katliamı’ adlı eserinde bu zulmü şöyle anlatır: “Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarlandığını kendi gözlerimle gördüm. Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar…”
İspanyollar Haiti adasına geldiğinde adada 3 milyon yerlinin yaşadığı ancak şimdi sayılarının sadece iki yüz olduğu, ayrıca son 40 yıl içinde aralarında kadın ve çocukların da yer aldığı 12 milyondan fazla Kızılderilinin öldürüldüğü ve öldürülmeye devam edildiği Las Casas’ın kitabında anlatılmaktadır.
ABD’nin kurucusu ve ilk Başkanı George Washington, yerlileri vahşi kurtlara benzeterek; “Bu vahşi hayvanların (Kızılderilileri kastediyor) tamamen imha edilmesi gerekiyor” diyordu. Sonuçta da öyle oldu. ABD’nin bir başka Başkanı Theodore Roosevelt de Washington’dan geri kalmıyordu: “Ben en iyi yerli (Kızılderili) ölü yerlidir demek istemiyorum ama 10’da 9’u öyledir” diye konuşuyordu. ABD resmi makamları Kızılderili kellesi başına beş dolar ödüyordu. Devlet binalarının bodrumları Kızılderili kafataslarıyla dolmuş taşmıştı. Ancak Amerikalılar, soykırım konusunda son derece ilginç bir savunma yapmaktadır: “Sonuna kadar öldürmedikçe soykırım sayılmaz!”
ABD ve AB ülkeleri sözde Ermeni faciasına karşı son derece duyarlı ama 80-100 milyon Kızılderilinin katledildiği ve soylarının kurutulduğu “tümüyle gerçek” bir soykırım kampanyası karşısında sanki böyle bir olay hiç yaşanmamış gibi duyarsızlar. Çünkü Kızılderililerin ne diasporaları ne de savunucuları var. 1637’de New England’daki ilk büyük soykırım hareketlerinden biri Pequot Kızılderililerinin yok edilmesiydi. Sömürgeci Protestan Püritenlerin, uyguladıkları vahşetle ilgili resmi açıklamaları şu şekildeydi: “Yeryüzü cennetinde Tanrı’nın istemediği bu Pequot yerlileri temizlendi. Öyle ki, şükürler olsun, artık Pequot ismi taşıyan kimse kalmadı.”
Katliam yapan Püritenler, katliamları dini liderleri eşliğinde gerçekleştirerek kutsal misyonlarını yerine getiriyorlardı. Öyle ki erkek, kadın ve çocuk Kızılderililer Tevrat’ın emirlerine uygun şekilde imha ediliyordu. Püritenler, Kızılderili çadırlarını ‘kızgın ateşli fırınlara’ döndürüyor, kurbanlarını Tevrat’ın deyimiyle ‘olabilecek en kötü ölümle’ ortadan kaldırıyorlardı. Bir başka Tevrat ayetinin deyimiyle ölenler “ateşin içinde kızarıyor, ancak oluk oluk akan kanları ateşi söndürüyordu”. Katliamı yapanlar ise Yehova’nın övgüsüne layık oluyorlardı.
Kıtanın yerlilerini katlederek topraklarına el koyanların çoğu İspanyol, Portekiz, İngiliz, Fransız ve İtalyan asıllılardı. Ama asıl hakim güç İngilizlerdi. Sömürgeciler ulaşabildikleri bölgeleri parsel parsel paylaştı ve zaman içinde kendilerine ait koloniler oluşturdular. ABD’nin temelleri bu katliamcılar tarafından atıldı. 4 Temmuz 1776’da ABD’nin kuruluşu için ilk adım atıldı. Koloni güçleri ile İngiltere arasında savaş başladı ve 6 yıl sürdü. Koloni güçlerinin başında George Washington vardı. 1783’de bağımsızlıkları tanındı. 1787’de ise 13 eyaletten oluşan ABD kuruldu.
Kızılderililere yapılan vahşeti Başkan Washington bizzat onaylıyordu. Çünkü Washington’un 1783’te söylediğine göre; “Kızılderililer, Beyazlardan toplu yıkımdan başka bir şey görmeyi hak etmeyen vahşi hayvanlardır. Kurtlardan pek farkı yoktur, en sonunda her ikisi de, biçim olarak farklı olsalar da av hayvanlarıdır.”
Başkan Jefferson 1807’de kendi Savaş Bakanı’na bölgelerindeki Amerikan yayılmasına direnen her Kızılderili’nin “balta” ile karşılanması gerektiğinin emrini vermiş ve: “Eğer herhangi bir Kızılderili kabilesine karşı baltamızı kaldırmak zorunda kalırsak, o kabilenin kökü kazınıncaya veya Missisipi’nin ötesine atılıncaya dek indirmeyeceğiz. Savaşta bazılarımız ölecek; ancak onların hepsini yok edeceğiz.” diyordu.
1830’da Amerika’da “Kızılderili Tehcir Yasası” çıkarıldı. Başkan Andrew Jackson’ın ateşli mücadelesi sonucunda Kongre’den geçti. Buna göre Doğu’daki bütün kabileler yurtlarını bırakıp Batı’da kendileri için ayrılmış topraklara yerleşecekti. İlerleyen yıllarda bütün kabileler, topraklarını bulundukları eyaletlere bırakan anlaşmalara imza koymak zorunda kaldı ve şu ya da bu şekilde toplama bölgelerine sürüldüler. Tehcir uygulamasında Gözyaşı Patikası olarak adlandırılan sürgün yolunda binlerce Kızılderili yaşamını yitirdi. Bu “ölüm yürüyüşü” sonunda Kızılderili bölgesine vardıklarında ise öldürücü hastalıklara ve açlığa yenik düştüler. Başkanlık emriyle bu ölüm yürüyüşleri diğer yerlerde de sürdürüldü. Chicksaw ve Choktowlar gibi Kızılderili halkları da 1830’larda ata yurtlarından kovuldu. Bu süreçte Creekler, Seminoleler ve Chorokeeler’in ölüm oranları diğerlerine göre daha da yükseldi. Sürgüne gönderilen Kızılderililere yardım olarak dağıtılan battaniyelere çiçek mikrobu bulaştırılarak çok sayıda insanın öldürülmesi sağlandı.
1890’da Wounded Knee’deki Siu katliamı Kızılderili özgürlüğünün sembolik olarak sonu oldu. Katliamı yaşayanlardan biri olan Gelincik Louise’nin şu sözleri vahşeti anlatmak için yeterlidir: “Kaçmaya çalıştık. Ama yaban sığırı gibi bir bir vurdular bizi.”
Katliamı yaşayan Kara Geyik isimli Kızılderili o gün bir başka şeyin daha öldüğünü söyler: “O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet bir halkın düşü öldü orada…”
1909’da büyük bir Kızılderili savaşçısı olan Geronimo hayata veda eder. Bugün Kızılderililer beyaz adamın sadece bir sözünü tuttuğunu ifade eder; “Verdikleri sözün sadece birini tuttu çatal dilli soluk yüzlüler; Topraklarınızı alacağız dediler ve aldılar.”
Fransa’nın Vendée ve Cezayir Soykırımı
Türkiye, “Ermeni iddialarını tarihçiler araştırsın” önerisini yıllardan beri sadece Ermenistan’a değil Fransa ve ABD başta olmak üzere Ermeni diasporasının etkin olduğu hemen her ülkeye yapıyor. Ancak bu öneriyi hiçbir ülke dikkate almıyor. Sözde Ermeni soykırımı konusunda yüzleri kızarmadan soykırım kanunu çıkartan Fransızlar ise, “Fransa, Cezayir‘de soykırım yaptı, özür dilesin.” diye feryat eden Cezayirli yöneticilere, pişkin bir şekilde: “Bu işi tarihçilere bırakalım” yanıtını veriyor.
Jean Paul Sartre ve Didier Billion gibi kimi Fransız aydınlar Fransa’nın bu tutumunu, “Cezayir, Fransa’nın tabusudur.” sözleriyle açıklamakta. Oysa, yalnızca Cezayir değil, Fransız tarihinin neredeyse tümü Fransa’nın tabularıyla doludur. Fransa Devleti, Yeni Kaledonya, Madagaskar, Haiti, Martinigue, Guadaloup, Fransız Guyanası, Komor, Senegal, Mali, Fil Dişi Sahili, Gabon, Kamerun, Gana, Gine, Benin, Rwanda, Vietnam, Laos ve Kamboçya gibi bir bölümü halen Fransız toprağı olan ülkelerde yaptığı katliamları görmezden duymazdan gelirken, I. Dünya Savaşı sırasında işgal ettiği Antep, Maraş, Urfa ve Adana’da işlediği savaş suçlarını hatırlamak bile istemiyor.
Sadece Fransa dışında değil, Fransa’nın içinde yaşanan soykırım ve katliamlar da bu ülkenin tabusudur. “Fransız’ın Fransız’a soykırımı” olarak isimlendirilen 1793-1796 Vendée Soykırımı, 24-25 Ağustos 1572 Saint Barthelemy Katliamı, Kölelik Dönemi, “Terör Süreci” olarak adlandırılan Fransız Devrimi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler’in Fransa’daki işbirlikçisi Vichy Hükümeti Dönemi bu durumun en somut örnekleridir.
1789 Fransız Devrimi, dünyayı yeniden biçimlendirmesinin yanı sıra insanlık tarihinin en kanlı dönemlerinden biri olma özelliğini de taşımaktadır. Fransa’nın batısında, Atlantik Okyanusu kıyısındaki Vendée’de yaşananlar, Fransız resmi tarihinde “Vendée İsyanı” ya da “Vendée Savaşı” olarak adlandırılmaktadır. Vendée halkı, Kral 16. Louis’in idamına karşı çıkmış, Paris’in atadığı yöneticilerin ve anayasaya bağlılık yemini eden rahiplerin otoritesini tanımamış, yeni vergileri ödemeyi de reddetmişti. Paris’e yönelik muhalefetin adeta merkezi durumuna gelmişti. Vendée’ halkına ve onun nezdinde tüm Fransa’ya örnek olmasından hareketle Paris yönetimince, sivillere yönelik katliamların önünü açan bir takım kararlar alındı ve 1 Ağustos 1793 tarihli bir kararname ile yürürlüğe konuldu. Buna göre; bölgedeki ormanlar kesilecek, tarlalardaki ürünlere, büyük ve küçükbaş hayvanlara el konulacak, isyancıların mal varlığı devlete intikal edecek, kadın, çocuk ve yaşlılar başka bölgelere sürülecek yani “tehcir” edilecekti. Vendée’nin Köylü Ordusu, Aralık 1793’te Nantes yakınlarında Savenay’da yenildi ve dağıldı. Geride kalan küçük gruplar ise isyanı sürdürmek için ormanlık alanlara çekildi. Ordular arasındaki savaş Savenay’da bitmiş, sıra 1796’ya dek sürecek olan toplu katliamlara gelmiştir. Louis-Marie Turreau yönetimindeki cumhuriyetçi “Cehennem Birlikleri”, kitleler biçiminde teslim olan Vendée’ halkını acımasızca öldürdü, savunmasız yüzlerce köylüyü yaktı, ateşli silahlardan tasarruf etmek için kadın, çocuk ve yaşlıları kesici silahlarla katletti. Bu kanlı zaferin ardından, General François Joseph Westermann, Paris’e gönderdiği raporda durumu şöyle özetler: “Cumhuriyetçi yurttaşlar, artık Vendée yok! Çocuklarıyla ve kadınlarıyla kılıcımız altında can verdi. Vendée’yi, Savenay bataklıklarına ve ormanlarına gömdük. Bana verdiğiniz emir uyarınca, çocukları atlarımızın ayakları altında ezdik. Kadınları, yeni asiler doğurmamaları için katlettik. Yolları cesetlerle kapladık. Teslim olmak için gruplar biçiminde gelen köylüleri durmaksızın kurşuna dizdik. Onlara, devrimin acımasız olduğunu göstermek için hiç tutsak kabul etmedik.”
Vendée Katliamı’nı Türk insanının bilmemesi çok doğal. Ancak Fransa’nın Cezayir Katliamı’nı herhalde duymayan yoktur. 19. yüzyılın başlarında Cezayir Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyalet durumundaydı ve başında da aslen İzmirli olan Dayı Hüseyin Paşa bulunuyordu. Fakat Osmanlı Devleti’nde baş gösteren zayıflama Cezayir’i de Fransa karşısında zayıf duruma düşürmeye başlamıştı. O sıralarda Fransa hükümeti, Bacri ve Busnak adlı Cezayirli iki Yahudiden 5 milyon Frank ve bir miktar hububat borç almıştı. Fransa krallık idaresine geçince yeni yönetim bu borçları tanımakla birlikte ödemeyi durdurdu. Bunun üzerine söz konusu iki Yahudi alacaklarının tahsili için Dayı Hüseyin Paşa’yı devreye soktu. Hüseyin Paşa da tebaasından olan bu iki kişinin alacaklarını tahsil için harekete geçti ve bazı Fransız gemilerine el koydu. 29 Nisan 1827 tarihinde bu borçların tartışıldığı sırada Dayı Hüseyin Paşa, Fransız konsolosu Pierre Deval’in yüzüne elindeki yelpazeyle vurdu. Fransa Devleti bu olayı savaş ilanı kabul ederek 16 Haziran 1827’de askeri harekât başlattı ve Cezayir sahillerini abluka altına aldı. O sırada Yunanistan işgaliyle uğraşan İstanbul yönetimi ise olaylara müdahale etme imkânından yoksundu. Bu yüzden diplomatik yollardan meselenin çözümü için uğraş veriyordu. Fransa, İngiltere ve Rusya ile işbirliği yaparak 20 Ekim 1827’de Navarin’deki Osmanlı donanmasını yaktı. Bu olaydan kısa bir süre sonra 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı başladığı. Cezayir, Fransa karşısında iyice yalnız kaldı. Bu duruma rağmen yine de Fransa, Cezayir’i kısa sürede işgal edemedi. 14 Haziran 1830’da General Bourmont komutasında yeni bir donanma ve 37 bin kişilik takviye birlik gönderdi ve neticede 5 Temmuz 1830’da başkent Cezayir işgal edildi. Fakat o sırada meşhur Emir Abdülkadir komutasında bir gerilla savaşı başlatıldığından Fransa, Cezayir’in tümünü ele geçiremedi. Emir Abdülkadir’in işgal kuvvetlerine karşı direnişi 1847’ye kadar sürdü ve Fransa’nın Cezayir’in tümü üzerinde hakimiyet kurması ancak bu direnişin sona ermesinden sonra gerçekleşti.
Fransa, 22 Temmuz 1834’te Fransız Kuzey Afrika Genel Valiliği’ni kurdu. Fransız işgal güçleri Cezayir halkının direnişini kırmak ve bağımsızlık yanlısı direnişe destek vermesini engellemek amacıyla askeri, siyasi, dini, kültürel ve ekonomik her baskı yolunu denedi. Müslüman ve Arap kimliğini yok etmek amacıyla baskı yapıldı, Arapça ve Berberice yerine Fransızca’yı hakim kılmak için uğraşıldı. Hıristiyanlığı yaymak için yoğun bir misyonerlik faaliyeti başlatıldı. İşgale karşı direnen kabilelerin arazilerine ve halka hizmet veren vakıfların gayrimenkullerine el konuldu. Ülkenin en güzel bölgelerinde sömürge yerleşim birimleri oluşturuldu ve buralara Avrupalıları getirip yerleştirildi. Yerli kabilelerden zorla gasp edilen araziler göçmenlere bedava dağıtıldı.
Fransa, Cezayir’i işgal ettikten sonra ülkenin yerli halkını yönetmek amacıyla “Arap Büroları” adı verilen askeri merkezler oluşturdu. 1870’te sivil yönetime geçildi ve Cezayir, Fransa İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Bu gelişmeden sonra 1871’de Muhammed el-Mukrani’nin etrafında toplanan 200 kadar kabile ülkenin tamamına yayılan bir ayaklanma başlattı. 1881’de Sidi Şeyh liderliğinde ikinci bir ayaklanma gerçekleştirildi. Fransa sömürge yönetimi her iki işgali bastırmak için ülkenin her tarafını kan gölüne çevirdi ve binlerce insanı vahşice katletti. İkinci ayaklanma 1884’te bastırılabildi ve bu üç yıllık süre içinde çok sayıda insan katledildi. Bu isyan bahane edilerek ülkedeki tüm yargı mekanizması askıya alındı ve “Yerli Kanunu” adı verilen baskı kanunları uygulamaya sokuldu. 1919 yılına kadar uygulanan bu kanunlar Fransızlara özel bir ayrıcalık tanırken Cezayirlileri tüm insan haklarından mahrum kılıyordu. Bu uygulama çok sayıda Cezayirlinin ölmesine veya ülkelerini terk etmesine sebep oldu.
İtalyanların Libya Soykırımı
27 Eylül 1911 tarihinde İtalyanlar İstanbul’daki elçilikleri vasıtasıyla Osmanlı Hükümeti’ne bir ültimatom gönderir ve Bingazi ve Trablusgarp’ın (Libya) kan dökülmeden İtalyan birliklerine teslim edilmesini ister. Bu isteklerinin reddedilmesi üzerine İtalyanlar, 29 Eylül 1911 tarihinde Osmanlı Hükümeti’ne karşı savaş ilan eder ve 3 Ekim’de Trablusgarp Limanı’na dayanırlar. Şehri bombalamaya başlayan İtalyan birlikleri savaşın daha ilk günlerinde Trablusgarp’ın bir kısmını işgal eder. Ancak bu sırada Osmanlı ordusu 23 Ekim’de karşı saldırıya geçer ve kaybedilen toprakların bir kısmını geri alır. Osmanlı ordusunun hücumu karşısında hayal kırıklığına uğrayan İtalyanlar, bunun üzerine Trablusgarp’taki yerli halkı erkek, kadın, çocuk demeden kurşuna dizerek katleder. 28 Ekim tarihine kadar 4 gün devam eden bu kıyım Avrupa ve İngiltere’nin tepkisine neden olur. Bunun üzerine İtalyan Hükümeti harekete geçmek zorunda kalır. Trablusgarp’taki İtalyan birlikleri komutanı Caneva’dan durumu izah etmesini ister. Caneva ise kendisinin katliam emri vermediğini sadece silah taşıyanların öldürülmesi emrini verdiğini söyler. Bu İtalyan vahşeti hakkında Reuters ajansının harp muhabiri M.E. Ashmead-Bartlett 11 Ekim 1911 tarihli makalesinde 23-28 Ekim tarihleri arasında öldürülenlerin 4 bin kişi olduğu bilgisini verir.
Osmanlı devleti Uşi Antlaşması ile Trablusgarb’ı İtalyanlara terk etmek zorunda kaldıktan sonra da İtalyanlar bölgede hakimiyeti hiçbir zaman tam olarak sağlayamadı. Ömer Muhtar’ın liderliğindeki direniş hareketi İtalyanlara karşı başarılı oldu. Bu gelişmeler üzerine İtalya bölgede etkili şeyhleri uçaklardan kasabaların üzerine atarak yeni bir bastırma harekâtına girişti. Binlerce insanı öldürüp, onbinlerce kadına tecavüz ederek bölgeye hakim olmaya çalıştılar.
İtalya 27 Eylül 1911’de Trablusgarb’a çıkartma yaptı. 15 gün içerisinde Libya’yı işgal etmenin planlarını yapan İtalya uzun yıllar boyunca bu ülkeye hâkim olamadı. Senusi lideri Seyyid Ahmed’in Kurtuluş Savaşı’na destek vermek üzere Anadolu’ya gitmesi üzerine Ömer Muhtar onun yerine geçti. Muhtar, İtalyanlara karşı yapılan büyük cihadın liderliğini uzun yıllar üstlendi. Muhtar ile İtalyan kuvvetleri arasında, 1923’ten 1932’ye kadar her yıl en az elliden fazla muharebe, iki yüzden fazla küçük ölçekli çatışma oldu. Kuvvet dengesi olmayan bu ahlaksız savaşı bitirmek için İtalyanlar hava ve kara kuvvetlerini güçlendirdiler ve direnişçilerin halktan yardım görmemeleri için öncelikle köylere saldırdılar. Sonunda Mussolini duruma el attı ve işgal güçlerinin başına General Rodolfo Graziani’yi getirdi. Graziani, aldığı vahşi önlemlerle Libya’da tam bir soykırım yaptı. Ocak 1931 tarihinde Kufra’yı işgal eden Mussolini’nin askerleri, burada büyük katliamlar, işkence ve tecavüzler yaptı. General Graziani, teslim olan halkın gözleri önünde Kur’an-ı Kerim’i paramparça edip, ayaklarının altında çiğneyerek; “Haydi, çağırın da bedevi peygamberiniz yardımınıza gelsin” dedi.
Batı’nın bu vahşi komutanı, şehrin ileri gelen ulemasını uçaklardan köylerin üzerine attırdı, vahadaki bütün hurma ağaçlarını kestirdi, kuyuları kapattı, Mehdi Senusi’ye ait tarihi kütüphaneyi alevlere teslim etti ve tüm kadınlara tecavüz ettirdi. Kufra’nın düşmesi ile çember iyice daraldı. Ömer Muhtar, 11 Eylül 1931 tarihinde sahabeden Sidi Rafi hazretlerinin kabrini ziyaret ederken İtalyan istihbaratının haber alıp, vadiyi kuşatması sonucunda esir düştü. İtalya’ya karşı direnen mücahitlerin teslim olması teklifini reddeden Ömer Muhtar, 16 Eylül 1931 günü İtalyan sıkıyönetim mahkemesi tarafından göstermelik bir duruşmaya çıkarıldı ve idama çarptırıldı. İdam kararı veren mahkemenin yüzüne karşı; “Hüküm ve karar yalnız Allah’ındır. Sizin bu sahte ve uydurma hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur” dedi. Aynı gün, toplama kamplarından getirilen binlerce Libyalı’nın gözleri önünde gayet sakin ve korkusuzca idam sehpasına çıktı ve şehadete ulaştı.
Kıbrıs’ta Türk Katliamı
Rumlar’ın Kıbrıs Türkleri’ne yönelik katliamları 1912 yılında başladı. Kıbrıs’ın 35 ayrı noktasında Türklere ait iş yerleri, camiler ve evler yakıldı, insanlar öldürüldü. 1952 yılında EOKA adlı terör örgütü kuruldu. EOKA sistematik bir biçimde başlattığı saldırılarda 100 Türk’ü öldürdü ve 30 Türk köyünü yaktı. 1963 yılında EOKA’cılar yeni bir “etnik temizleme” planını devreye soktu ve bu saldırılarda 500 Türk öldürüldü, 130 Türk köyü yakıldı, 25 bin Türk evlerini terk etmek zorunda kaldı. Katliamların başladığı 1912 yılından, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın yapıldığı 1974 yılına kadar bini aşkın Türk, Rumlar tarafından öldürüldü.
Yunanistan’ın Mora Katliamı
Soykırım iddialarını 1996 yılında tanıyan Yunanistan devleti de soykırım konusunda oldukça sabıkalıdır. Osmanlı’nın dağılma sürecinde Balkanlar’da yaşanan katliamlar sırasında çok sayıda Müslüman Türk hayatını kaybeder. 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla Mora’daki Türkler göçe zorlanır ve 20 bin Türk katledilir. 1923 yılında Lozan’da imzalanan Türk ve Yunan azınlıkların karşılıklı mübadelesine ilişkin anlaşmanın ardından Batı Trakya bölgesinde yaşayan Türkler üzerinde sistemli olarak “etnik ve kültürel soykırım” başlatılır. Bölgenin büyük bir bölümü askeri bölge haline getirilip sıkıyönetim ilan edilir. Köyler arasında geliş gidişler izne bağlanır, Türk azınlığın pasaportlarına el konulur. Türklerin hukuki, siyasi, kültürel ve dini haklarının kısıtlanması ibadetlerine izin verilmemesi gibi yoğun baskılar sonucu 400 bin Türk bölgeyi terk etmek zorunda kalır.
Almanya’nın Yahudi ve Çingene Soykırımı
Polonya’da dünyanın en büyük soykırımlarından birinin yaşandığı Auschwitz Toplama Kampı’nı bilmeyenlere bir hatırlatalım. Auschwitz, Avrupa’nın tam merkezinde, kolay gizlenebilme ve genişleyebilme özelliğinden dolayı bizzat Hitler tarafından belirlenen bir mekândır. Giriş kapısında meşhur ‘Arbeit Macht Frei’ (Çalışmak Özgür Kılar) yazısının yer aldığı bu kampın komutanlığına 1940 yılında Rudolph Höss getirilir. Bir yıl kadar köle işçi talebini gidermek amacıyla kullanılan kamp, 1941 yılında nitelik değiştirir. Höss, o yıl Berlin’e çağrılır ve savaş sonrasında dünyanın en büyük katili unvanını alacak olan Alman İçişleri Bakanı Heinrich Himmler ile görüşür. Himmler başta Yahudiler olmak üzere Çingene, eşcinsel, hasta, sakat ve Nazi muhaliflerinin ‘kesin bir sonuçla’ ortadan kaldırılmasını Höss’ten ister.
Avrupa’nın ve insanlık tarihinin en büyük ve sistematik soykırımı işte bu talimat sonrasında başlar. Avrupa’nın farklı ülkelerinden toplanan milyonlarca insan, dört yıl boyunca trenlerle bu kampa getirilir. Bu kişiler çeşitli gruplara ayrıştırılır. Birinci grupta erkekler, ikinci grupta kadınlar, kız ve erkek çocuklar, bebekler yer alır. İnsanlar çalışmaya geldiğini sandığı için herkesin yanında valizleri, giyecekleri, yiyecekleri ve paraları vardır. Herkesten bavullarının üstüne isimlerini yazmaları istenir. İsim yazılan bavullar trenin yanında yine görevli mahkûmlar tarafından ayrıştırılmak suretiyle istiflenir. Vagonların hemen önündeki Alman doktorlar ve subaylar ise kısa bir sorgulama yaparak, gelen kişilere yaşını, bir hastalığı olup olmadığını ve ne iş yaptığı sorar. Trenden inenlerin yüzde 90’lık kısmını oluşturan 14 yaşından küçük çocuklar ile çalışamayacak durumdaki yaşlı erkek ve kadınlar sol tarafa ayrılır. Kadın ve erkeklerin çalışabilecek durumda olanları ise sağ tarafa ayrılır. Zaten uzun tren yolculuğundan dolayı birçoğu ölümün eşiğindedir. Bu sırada Yahudilerden oluşan küçük bir orkestra neşeli şarkılar çalmaktadır. Sol tarafa ayrılanlar elli metre ötedeki bir yapının önünde bekletilir. Kendilerine yıkandıktan sonra çalışmaya başlayacakları söylenir. Çırılçıplak kaldıktan sonra hiçbir penceresi olmayan loş bir odaya alınırlar. Burası gaz odasıdır. Hepsi çığlıklar atarak 3 ilâ 15 dakika arasında Siklon-B gazına tabi tutularak öldürülür. Herkesin öldüğüne kanaat getirildiğinde içeri giren görevliler, cesetleri hemen yanda bulunan yakma odalarına taşır. Öncelikle hepsinin saçları kumaş yapılmak üzere kesilir, altın ve gümüş dişleri sökülür. Yakma odasındaki Yahudi mahkûmlar, cesetleri tek tek fırınlarda yakar. Külleri sabun yapılır, bir kısmı da tarlalarda gübre olarak kullanılır. Bir fırın günde 4 bin kişiyi yakabilecek kapasitededir.
Siklon-B gazından şimdilik kurtulan ve sağ tarafta kalanlar ise soyundurulur ve yıkanarak sağ kollarının üstüne kalıcı dövme ile numaraları kazınır. İsimleri kayıt defterine işlenir, üç açıdan fotoğrafları çekilir. Kollarına kazınan numaraların özel bir kodlama sistemi vardır ve bu otomasyon sisteminin temini için Almanların açtığı ihaleyi bugün faaliyette olan Amerikan IBM firması kazanır. Mahkûmlar üç katlı ranzaların bulunduğu 400 kişilik koğuşlarda kalmaktadır. Aslında at barınağı olarak inşa edilmiş olan bu koğuşlarda hastalık, açlık, dayak ve işkence yüzünden, mahkûmların tamamına yakını bir yılda ölür. Çok az bir kısmı ise ancak birkaç yıl yaşayabilir.
Kadınların bir kısmı ile cüce ve ikiz bebeklerin tamamı “Azrail” kod adlı Doktor Josef Mengele tarafından kısırlaştırma ve gen değiştirme işlemi dahil birçok korkunç deneyde kullanılır. Bu grupta bulunan 1500 ikizden sadece 200’ü hayatta kalır. Mengele, ikizlerin genetiğiyle oynayarak göz ve deri renklerini değiştirmeye çalışır. İkizlerden biri deneyde ölürse, diğeri de gaz odasına yollanarak öldürülür. Bunun dışında seçilen mahkûmların üzerinde donma, sıtma, hardal gazı, çeşitli uyuşturucu testleri, deniz suyu içirme, zehir tattırma, yüksek irtifa tepkileri, x ışınlarına maruz bırakma gibi korkunç deneyler yapılır. Kampın içinde vahşetin farklı dereceleri vardır. En vahşi yöntemse bodrum kattaki kıtlık odalarıdır. Mahkûmlara su ve yemek verilmeyerek açlıktan ölmeleri sağlanır. Genelde tercih edilen ceza budur. Firar edenler olduğunda, başarsın ya da başarmasın o kişilerin koğuşundan rastgele on kişi seçilerek kurşuna dizilir, asılır ya da işkenceyle öldürülür. Kimi şanslı mahkûmlar ise bir avluda bulunan duvarın önünde kurşuna dizilmek suretiyle anında öldürülür.
Kampa getirilmeyenler için de durum hiç parlak değildir. Onları da Alman Kimyager August Becker tarafından geliştirilen seyyar gaz otobüsleri beklemektedir. Yahudi ve Çingeneler penceresi olmayan araçlara bindirilir. Araç ilerlemeye başladığında yolcu kabinine egsozt gazı verilir ve içeridekiler karbon monoksit zehirlenmesinden kısa süre içinde ölür.
Casuslar ve kamptan kaçmayı başaran birkaç kişinin anlattıklarından hareketle bir yıl sonra bu kampın varlığı öğrenilir. Ancak insanların topluca zehirlenip yakıldığına hiç kimse inanmaz. Müttefiklerin operasyonu sonucu içerisinde sadece 7 bin mahkûmun kalmış olduğu Auschwitz kampına 1945’te girildiğinde gerçek anlaşılır. Dört yıl içerisinde sadece Auschwitz’de 1.100.000 kişi, diğer kamplarda ise 1.600.000 kişi kurşuna dizilerek, asılarak, işkence yoluyla, aç bırakılarak, deneylerde ya da gazla zehirlenerek öldürülmüştür.
Avustralya’da İngilizlerin Aborjin Soykırımı
İngiltere’nin sömürgecilik tarihinde Aborjinlerin önemli bir yeri vardır. Avustralya’da, İngiliz Merkezi Hükümeti ve Avustralya Sömürge Valiliği tarafından 1788-1938 yılları arasında Sydney, New South Wales, Tasmania, Queensland, The Kimberleys ve The Northern Territory bölgelerini Aborjinlerden temizlemek, yeni tarım alanları ve hayvancılık bölgeleri yaratmak, yeraltı madenlerini çıkarmak ve hammadde temin etmek amacıyla Avustralya’nın yerli halkı olan Aborjinler’e sistematik olarak soykırım ve “tehcir” yöntemleri uygulanmıştır.
Yapılan bilimsel araştırmalara göre, Avustralya yerlilerine uygulanan soykırım ve tehcir işlemi, İngiliz Merkezi Hükümeti tarafından 1824 yılında çıkarılan Savaş Kanunu çerçevesinde uygulanmıştır. Bu kanun, sömürgelerde yapılan insanlık dışı uygulamalara kanuni bir koruma sağlıyordu. Avustralya’yı ziyaret eden ünlü İngiliz romancı Anthony Trollope 1966 yılında yayımladığı Trollope’s Australia isimli kitabında, İngiliz sömürgecilerin Avustralya yerlilerine yaptıklarını şöyle özetler: “Biz onların topraklarını ellerinden aldık, ekmeklerini kestik, onları kanunlarımızın birer kobayı yaptık. Bunları biz, bu insanların geleneklerini ve göreneklerini hiçe sayarak, onlara düşmanca kin besleyerek yaptık, kendilerini savunmak istedikleri zaman da onları katlettik. Bütün bunları, onların efendisi olduğumuzu göstermek için yaptık.”
Kıta’da 1788’den itibaren hüküm süren sömürgeci İngiliz yönetimi, bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan ve 31 dil grubuna bağlı 500 değişik aşiret dili konuşan Avustralya yerlilerini siyah, zayıf ve en alt ırki kesim olarak görmesi nedeniyle, yerlilere karşı her türlü aşağılama ve yok etme uygulamalarını yapılması gereken bir görev olarak sayıyorlardı. Çünkü, Avustralya, İngiliz sömürgecileri için bir ‘terra nullius’ (sahipsizler ülkesi) idi! İngilizler yerlileri insandan saymıyordu. İngiliz sömürge doktrinine göre, nasıl hayvanların yüzyıllardır yaşadıkları yerlerde nesiller boyunca hakları yoksa, İngilizler tarafından hayvan ırkı seviyesinde görülen Avustralya yerlilerinin de aynı şekilde yaşadıkları topraklarda hiçbir hakkı olduğundan söz edilemezdi. İngiliz sömürgeciler, bu anlayışı Avustralya’da ve diğer sömürgelerinde fiilen hakim kılmışlardır. Avustralya sömürge parlamentosundan Vincent Lesina parlamentoda yaptığı konuşmada “Bütün bu siyahlar, beyaz adamın yürüyüşünün ilerlemesi için kesinlikle yok edilmelidir” diyordu. 4 Eylül 1880 tarihli The Queenslander gazetesinde yayınlanan baş yorum yazısında beyaz adamın hedefleri şöyle açıklıyordu: “Beyaz adamın yerküredeki gelişmesinde, Avustralya yerlilerinin acı çekmesinin ve bunlara eziyet edilmesinin önüne geçilemez. Biz bu siyah insanları korkutarak yıldırmalıyız ve bu insanlara yeni ev sahiplerine karşı direnmenin faydasızlığını öğretmeliyiz.”
Avustralya yerlilerine karşı sergilenen ırkçı ve soykırımcı görüşler, 1883 yılında yayımlanan The Normanton Herald gazetesinde de görülüyordu: “Siyah bir kişi, acınacak bir halde ve yardıma muhtaç olsa bile bizim açımızdan suçludur. Böyle bir suçu tüm yeryüzünden tamamen silmek gerekir.”
Avustralya’yı sömürgeleştirmek için uygulanan soykırım anlayışı ve yöntemleri arasında en çok kullanılanı ise, bölge sömürge yönetimi tarafından fiili durum yaratılıp, güvenlik gerekçesiyle hayvan avına çıkar gibi yerli insan avına çıkmaktı. Avda yakalanan yerlilerin kelleleri kesilip torbalara konuluyordu. Avın başarılı geçtiğinin bir delili olarak kesilen yerli kelleleri sömürge yönetimine delil olarak herkesin görebileceği bir ortamda, ava katılanlar tarafından gösteriliyordu. Direnen ve boyun eğmeyen Lider Pemukway gibi yerli kahramanların kellesi ise, bölge sömürge yönetimi tarafından Londra’ya kadar gönderiliyordu. Kıta sömürge yönetiminin 1805 yılında çıkardığı askeri bir kanunla, yeni yerleşen beyaz sömürgeci topluluğa bir yerlinin her hangi bir şekilde yaklaşması o yerli için ölüm nedeni sayıldı. 1824 yılında sömürge kanunları Bathurst Sydney ve New South Wales bölgesindeki beyaz yerleşimcilere, tüm yerlilerin güvenlik nedeniyle fiziki olarak tamamen yok edilmesi yetkisini veriyordu. Zamanla bu durum kıtadaki siyah ırktan olan tüm halkın tamamen yok edilmesine dönüştürüldü. Bu gelişmelerden Avustralya’nın yanında bir ada olan Tazmanya bölgesi de nasibini aldı ve burada da katliamlar yapıldı. 1824’te bölge sömürge yönetimi tarafından, adaya yerleştirilen yeni beyaz topluma, yerlilerin topraklarını fiilen ele geçirmeleri amacıyla ada yerlilerinin görüldüğü yerde öldürülmesi için izin çıkarıldı.
Tazmanya’nın sömürgeleştirilmesi sırasında, yerlilerin biyolojik olarak çoğalmalarını önlemek ve yerlileri her bakımdan yıldırmak için, sömürge yönetimi tarafından adada ele geçirilen yerli erkeklerin cinsel organları kesilerek hadım edildi. Çeşitli nedenlerden dolayı öldürülmekten kurtulan Tazmanya yerlileri, binlerce yıl yaşadıkları topraklarından, geleneklerinden, kültürlerinden ve sosyal yaşantılarından kopartılarak Avustralya’nın çeşitli bölgelerine ve çok uzak adalara soykırım amacıyla “tehcir” edildi. Buna direnen yerliler seri bir şekilde katledildi.
Queensland bölgesinde 1824 ve 1908 yılları arasında yerli nüfusun % 25’lik bölümünü oluşturan 10 bin kişi katledildi. 1885-1887 yılları arasında dayanılmaz işgal ve baskı politikasına karşı çeşitli direnişler oldu. İngiliz sömürge yönetimi, bu direnişlerde ölen her bir beyaza karşılık ceza olarak 50 yerli katletti. Yerlilere karşı yapılan bu insafsız soykırım uygulamalarında, yerlilerin ibret alması, korkutulması, boyun eğdirilmesi ve köleleştirilmesi amaçlandığından yakalanan yerli kadınlar önce öldürüldü daha sonra da cesetleri yakıldı.
Orta Avustralya’da ise 1861-1895 yılları arasında 1.750 yerli, 1861-1930 yılları arasında ise Kuzey Avustralya’da 10.000 yerli beyazlar tarafından katledildi. Bu soykırım olayları Avustralya’nın diğer bölgelerinde de durmaksızın devam etti. Konuyla ilgili yapılan araştırmalara göre, 1910-1970 yılları arasında tüm yerlileri öldürerek yok edemeyeceğini anlayan İngiliz sömürge yönetimi, başka bir soykırımcı yöntemi işleme soktu ve yaklaşık 100.000 Avustralyalı yerli çocuğu ailelerinden zorla koparttı ve beyaz ailelerin yanında iş gücü olarak alıkoydu ve kültürel olarak zorla asimile etmeye çalıştı (Tıpkı, Hawai’de yerlilere yapıldığı gibi). Yerli kadınlar kendilerinin rızası olmaksızın kısırlaştırıldı. 1788 yılında Kıta’da 750 bin siyah derili Aborjin yaşamaktayken, 1911 yılına gelindiğinde bu sayı 31 bin kişiye düşmüştü. Pek çok yerli, İngilizlerin yaydığı çiçek, tifo, dizanteri, tüberküloz, difteri, grip gibi hastalıklardan ve yerlilerin yiyeceklerine zehir katılmasından dolayı kırıldı. Binlercesi ise vurularak öldürüldü.
Belçika ve Fransa’nın Ruanda Soykırımı
Ruanda, Afrika’nın ortasında denize kıyısı olmayan fakat etrafı göllerle ve nehirlerle çevrili, tarıma elverişli küçük bir ülkedir. Bu bölge, 1907 yılına kadar Almanya’nın sömürgesi iken, 1907 yılında Belçika’ya verilir. Katliamın temelleri de bu günlerde atılır. Belçika, “doğal olarak” ülkeyi daha rahat idare edebilmek amacıyla halkı iki etnik gruba ayırır. Ülke nüfusunun yüzde 10’luk kısmını oluşturan gruba Tutsi, yüzde 90’lık grubu oluşturanlara ise Hutu denilir. Daha sonra her zaman yapıldığı gibi, nüfusu az olanlara ayrıcalıklar tanınıp devlet yönetimine getirilirken, diğer grup ikinci plana atılıp yönetimden uzak tutulur. Bu durum Tutsilere karşı Hutularda nefret duygularını körükler. Tutsiler hastaneye gittiğinde Hutulardan önce muayene edilir, Hutular üniversite de okuyamaz. Amerika’da beyazların siyahlara yaptıklarını, Ruanda’da Belçika Hükümeti’nin desteğiyle Tutsiler Hutulara yapar.
İnsanlar, kuyruksuz Trakya koyunu ve kuyruklu Erzurum koyunu gibi fiziksel bir tanımlamaya tabi tutularak iki sınıfa ayrıştırılır. Uzun boylu ve güzel fiziğe sahip olanlar (geniş ve kısa burnu olanlar) Tutsi, kısa boylular ise (ince ve uzun burnu olanlar) Hutu olarak gruplandırılır. Belçika, Ruanda’nın bağımsızlığını kazanmasına az zaman kala desteğini Hutulara verir ve bu sayede nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hutulardan kendilerine bağlı bir kukla hükümet kurmayı planlar. Daha sonra Ruanda 1962 yılında bağımsızlığını ilan eder. Bu tarihten sonra yapılan ilk seçimlerde Hutular seçimle başa geçip 20 bin ile 100 bin arasında Tutsi’yi öldürür, 200 bine yakın Tutsi ise ölüm korkusuyla kaçar.
1970’li yıllara gelindiğinde herhangi bir Hutu, bir Tutsi’yi öldürdüğünde nasılsa ceza almayacağı düşüncesine kendini kaptırmış durumdadır. Ancak sınırdışı edilen Tutsiler bir süre sonra örgüt kurup güçlenerek yurda döndü ve 1990 yılında iç savaş başlattı. Savaş yaklaşık 2 yıl sürdü. Hutu hükümeti bir barış teklifinde bulundu ve geçici barış sağlandı. Fakat bu sürede aşırı Hutucu örgütler doğdu ve silahlanmaya başladı. Bu örgütler, gizlice Tutsileri fişleyerek haklarında bilgi topladı. Silah alacak paraları olmadığı için Çin’den on binlerce satır ve pala sipariş ettiler. Silah verilemeyen Hutulara ucu sivri sopalar verildi.
Hutular ülkede gizlice silahlanırken, 6 Nisan 1994 tarihinde Hutu olan Ruanda Başkanı’nın uçağı düşürüldü ve Hutular bunun intikamını almak için soykırıma başladı. Birleşmiş Milletler ölen 10 BM askerini bahane göstererek (Amerika’nın baskılarıyla) bölgeyi terketti. Bütün ülkeler kendi vatandaşlarını kurtarmak için uçaklar yollarken, hiç bir hükümet Tutsileri düşünmedi. BM yetkilileri çekildikten sonra Ruanda Devlet Radyosu “böcekleri öldürün” diye anonslar geçerek halkı öldürmeye teşvik etti. İlk önce listenin başındaki güçlü ve zengin Tutsiler öldürüldü. Ardından sıra normal Tutsilere geldi.
Tutsilerin yaşaması için tek sebebi olabilirdi: güzel bir kadın olmak. Eğer güzelse, Hutu örgüt üyelerinin kendileri için kurduğu genelevde her gün yüzlerce kez tecavüze uğrayarak yaşayabilirdi, bu şartlar altında kaç gün yaşayabilirse. Eğer esir alınan Tutsi güzel bir kadın değilse, nefes alma hakkı yoktu. Zengin olmak sadece ölüme gidiş süresini etkiliyordu. Eğer zenginse, onu öldürecek Hutu’ya kurşun parası vererek acısız bir şekilde tek kurşunla öldürülmesini sağlayabilirdi. Çünkü kurşun pahalıydı ve bunu hak etmek için (!) para vermesi gerekiyordu. Eğer parası yoksa, Hutuların işkencelerine katlanmak zorundaydı. Bu işkenceler içinde deri yüzmek, bütün kafa boyunca kafatası kemiğine değene kadar satırla derin kesikler atmak, parmakları tek tek kesmek ve mideyi kesip bağırsakları boşaltmak gibi birbirinden iğrenç suçlar bulunuyordu. Hutu askerleri, işkence süresince kaçmalarını engellemek için esir Tutsilerin aşil tendonlarını kesiyorlardı. Yaklaşık 2 ay gibi bir süre zarfında 600 bin Tutsi öldürüldü. Soykırımın başlangıcından 2.5 ay sonra komşu ülkelerde örgütlenmiş olan ve Tutsi Direniş örgütü olarak bilinen Ruanda Yurtseverler Birliği (RYB) ülkeye girerek başkenti işgal etti.
Bu aşamada hemen her aşamada Türkiye’ye soykırım tehdidi savuran Fransa devreye girdi. Fransa, RYB Ruanda’ya girdikten sonra, katliamı açıkça destekleyen Hutu hükümetine askeri ve lojistik yardımda bulundu. Bölgeye giren Fransız askerleri, RYB ilerleyişini durdurdu ve ülkenin yarısına yakınının yönetimini ele geçirerek soykırımın devam etmesini sağladı. Bu süre içinde de 200 binden fazla insan Fransa kontrolünde öldürüldü. Fransa bölgeden çekildikten sonra gerçek bilanço ortaya çıktı; 100 gün içinde 800 binden fazla Tutsi öldürülmüş, 2 milyon Hutu ise RYB askerlerinin intikamından korktuğu için sınır komşularına mülteci olarak sığınmıştı. Devlet Başkanı Kegame, yaptığı açıklamada “bu soykırımın en büyük ortağı Fransa hükümetidir.” diyerek Fransa’nın yüz binlerce masumun öldürülmesinde parmağı olduğunu söylüyordu.
Bu yazıda anlatılanlar insanlıktan nasibini almayan ikiyüzlü, ahlâksız Batılıların Afrika’da, Asya’da, Amerika’da, Avrupa’da, Avustralya’da ve dünyanın diğer tüm bölümlerinde sergilediği soykırım faaliyetlerinden sadece bazıları. Osmanlı Devleti, Ermenileri soykırım işlemine değil tehcir işlemine tabi tutmuştur. Ancak bu tehcir işlemi sırasında Ermenilere, ne Amerikalıların Kızılderililere yaptığı gibi çiçek mikrobu bulaştırılmıştır, ne İngilizlerin Aborjinlere yaptığı gibi hadımlaştırma ve kısırlaştırma işlemi yapılmıştır, ne Almanların Çingene ve Yahudilere yaptığı gibi fırınlarda yakılmışlardır, nede İtalyanların, Fransızların, Danimarkalıların ve Belçikalıların yaptığı gibi kesip, biçme, kurşuna dizme ve idam işlemi yapılmıştır.
Sözde Ermeni Soykırımı meselesini canları sıkıldığında Türkiye’nin karşısına şantaj malzemesi olarak çıkartanlara karşılık Türkiye’nin angajman kuralları çerçevesinde hareket edip, karşı tezler sunmasının zamanı gelmiştir. TBMM’nde her ülkeye karşı kullanılacak çok sayıda dosya hazır halde bekletilmelidir. Soykırıma uğrayan ülke meclisleri ile ortak çalışma grupları oluşturulup çok kapsamlı ve ikna edici dosyalar hazırlanabilir. Belçika’nın önüne Ruanda soykırımını, İngiltere’nin önüne Aborjin ve Kızılderili soykırımını, Fransızların önüne Ruanda, Cezayir ve Vechée soykırımını, Almanya’nın önüne Yahudi ve Çingene soykırımını, İtalya’nın önüne Libya soykırımını koyduğunuzda hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.