(Article 050-20.12.2014)
Orlando’da bunaltıcı bir nem ve aşırı sıcak var. Otel ve alışveriş merkezlerinin geniş alanlara serpiştirilmesine bakarsanız Antalya’ya, iklim açısından ise Mersin’e benziyor. Akşamları klima çalıştırmadan yatabilmeniz mümkün değil. Neredeyse her Amerikan şehrinde olduğu gibi istemediğiniz kadar nehir ve su kaynağı, bir de üstüne üstlük aşırı nemden kaynaklanan ve aniden bastıran sağanak yağmurları var ki adeta afet derecesinde yağıyor.
Orlando mimari açıdan Boston ve Philadelphia gibi şehirlerden çok farklı. Bölge genelinde tek veya en fazla iki üç katlı binalar çoğunlukta. Şehrin hemen her noktasına üç dört kilometre arayla alışveriş merkezleri yapılmış. Devasa demeyeceğim zira bizdeki birçok AVM buradakilerden çok daha büyük. Tek fark; buradaki alışveriş merkezlerinin çoğu isimli markaların outlet satışını yapıyor olması. Fiyatlar olabildiğince düşük ve hemen her çeşit ürünü bulabilmek mümkün. Bazı alışveriş merkezleri 24 saat açık ve hiç kapanmıyor.
Orlando, Amerikalıların sayfiye mekânı. İstanbul’un Silivri, Kumburgaz ve Selimpaşa’sı gibi yaz aylarında nüfusu katlanıyor. Fakat bu şehre asıl önem kazandıran şey hiç şüphesiz Disney Land. Her yıl tüm dünyadan milyonlarca turist bu eğlence başkentine akın akın geliyor. Şehrin hemen her noktasında Disney Land çizgi film karakterlerinden esinlenerek tanzim edilmiş mekânları görebilmek mümkün.
Burada herşey Disney Land üzerine kurgulanmış. Otellerden kalkan servis otobüsleri, trafik tabelaları, yiyecek içecek mekânları, oteller, hediyelik eşya mağazaları, vs. Orlando’dan Disney Land‘i alıp çıkardığınızda geriye ekonomik yaşam diye birşey kalmaz. Şehir, üç gün içerisinde kuş uçmaz kervan geçmez ıssız bir vahaya döner.
Diğer tüm Amerikan şehirlerinde olduğu gibi burada da tarih “sıfır”. Bizdeki tarihin yüzde biri demeyeceğim, onbinde biri bile bunlarda olsa yapacaklarını tahmin bile edemiyorum.
Fatih Sultan Mehmet 1453’de İstanbul’u fetheder. Yaptığı ilk iş şehirde ticaretle uğraşan Cenevizli tüccarlara vergi muafiyeti tanımak olur. Fatih, ticaretin bir kenti ayakta tutan en önemli unsur olduğunu çok iyi biliyordu. O sırada henüz Ümit Burnu keşfedilmemişti. Hint ve Çin’den kervanlarla taşınan Uzakdoğu’nun eşsiz baharatları, bizim “İpek Yolu” ismini verdiğimiz güzergâhı takip ederek İzmir, İstanbul ve Kefe limanlarına geliyor, buradan da Venedikli ve Cenovalı tüccarlarca Avrupa’ya taşınıyordu. Osmanlı bu transit ticaretin devam etmesini istiyordu çünkü İpek Yolu güzergâhındaki derbentlerde, pazar ve limanlarda önemli bir vergi geliri elde ediyordu.
1488 yılında beklenmedik birşey oldu ve Portekizli kâşif Barhélemy Diaz, Afrika’nın en güneyinde bizim Ümit Burnu dediğimiz, Batılıların ise Cape of Good Hope, Portekizlilerin ise Fırtınalar Burnu (Cabo das Tormentas) adını verdiği ve o güne kadar hiçbir Batılı denizcinin geçmediği noktayı keşfetti. Bu keşif bir anda dünya ticaret ağının İpek Yolu ve Anadolu coğrafyasını terk edip, açık denizlere kaymasına yol açtı. Binlerce yıllık geçmişe sahip İpek Yolu bir daha hiçbir zaman eski önemini kazanamadı ve bu güzergâh üzerinde bulunan ülkeler, şehirler, kasabalar, kavim ve medeniyetler, esnaf ve tüccar kesimi gittikçe fakirleşti ve sonraki on yıllarda tarih sahnesinden silinip gitti.
Osmanlı Devleti’nin yaşam seyrini Kuruluş, Yükseliş ve Gerileme dönemi diye üç temel evreye ayıran ve gerileme dönemini 1699 Karlofça Anlaşması’ndan başlatan dünyadan bi-haber tarihçilerimiz, maalesef ekonomi, siyaset ve devlet gücünün birbirine bağlı olduğunu idrak edemeyecek kadar dar görüşlüdür. Ekonomi güçlüyse devlet güçlüdür, aksi durumda devlet bir “hiçtir”. Osmanlı’nın gerileme dönemi aslında Ümit Burnu’nun bulunmasıyla başlar. Bu coğrafi keşifle birlikte dünyada kurallar değişmiş, açık deniz taşımacılığına uygun gemiler kimin elinde ise güç ve para o toplumun eline geçmeye başlamıştır. Deniz yolu ile çok miktarda mal hızlı bir şekilde Doğu ülkelerinin limanlarından Avrupa’ya taşınmış, buna bağlı olarak Avrupa’da bankacılık ve sigortacılık sektörleri gelişmiştir.
Fatih döneminde bir Venedik altını[1] 12 Osmanlı akçesine karşılık gelirken, Ümit Burnu’nun keşfedildiği II. Bayezid döneminde bir Venedik altını 60 Osmanlı akçesine karşılık gelmeye başlamıştır. Osmanlı gümüş parasının Fatih’in ölümünden sonra o yılların “doları” olan Venedik altını karşısında değer kaybetmesinin nedeni; Osmanlı parasına belli bir “senyoraj geliri” kazandıran Fatih’in siyasi güç ve otorite becerisini, II. Bayezid’in sergileyememiş olmasıdır. Diğer bir neden de; bozulan dış ticaret dengesi ve İpek Yolu ticaretinden elde edilen onlarca çeşit vergi kaleminin ortadan kalkmasından dolayı Osmanlı devlet bütçesinde yaşanan ilk ve kalıcı bütçe açıklarıdır. Neyseki Osmanlı, yaklaşık 4 asır boyunca provizyonist iktisat politikası uygulayarak, dış ticaret açığı yaşanmasına imkan tanımamıştır.
Kendilerine göre tarihsel evreler yaratmaya alışık olan Cumhuriyet tarihçileri, bu konuların tek bir tanesini bile kitaplarında zikretmemişlerdir. Çünkü çoğu tarihçimiz, bu halkın bin yıl boyunca kullandığı ve tamamen bize has olan Osmanlıcayı bilmeden tarihçilik yapmaya çalışmakta, hiçbir anlam ifade etmeyen “Profesör” ünvanlarını mezar taşlarına bile kazıtmaktadırlar. Roma İmparatorluğu’nun başkenti Kostantiniyye’yi “İstanbul” olarak telafuz edip, Fatih’in tarihe gömdüğü Roma İmparatorluğu’nu da ‘Bizans İmparatorluğu’ olarak tanımlayan bu “cahiller sürüsüne” kızmamak elde değil. “Efendim Yunanistan İstanbul’a Kostantiniyye diyormuş da siyasi nedenlerle bizim İstanbul dememiz daha uygun kaçarmış”. Bak sen şu cahillerin dediğine. Öncelikle Fatih’in yıktığı devlet Bizans Devleti değil Doğu Roma İmparatorluğu‘dur, aldığı şehirde hiç kimsenin fethedemediği Kostantiniyye’dir. Hülâsa Osmanlı tarihinde kuruluş, yükseliş ve gerileme dönemi şeklinde bir ayrım olmadığı gibi gerçekte Bizans İmparatorluğu diye bir devlette yoktur.
Orlando’da tarihten eser yok. Fakat pazarlama yetenekleri sayesinde, dünyanın hemen her köşesinden milyonlarca insanı buraya getirmeyi başarıyorlar. Bizde ise binlerce yıllık tarih ve medeniyet birikimi var fakat elimizdeki mirasın değerini bilmediğimiz gibi pazarlamayı da beceremiyoruz. Doğu Roma İmparatorluğu’na asırlar boyu ev sahipliği yapan Kostantiniyye’de bir tek tane Roma meyhanesi, Roma restaurantı, Roma evi, Roma hamamı, Roma çarşısı bile yok. İlk iş olarak tarih kitaplarındaki bu Bizans İmparatorluğu yanlışını düzeltmemiz gerekmektedir. “Yunanistan şöyle yaparmış da böyle yaparmış da” gibi aptalca savları bir yana bırakmalıyız. Tükürüğümüzle boğacağımız Yunanistan kim ki Türkiye’ye zarar verebilecek ve bu kadim Türk şehrini elimizden alacak.
Cumhuriyet’in korkak ve dirayetsiz liderleri, yıllar boyu bu milletin özgüvenini yok edip ayaklar altına aldılar. Dünya yanarken, etrafımızda kan gövdeyi götürürken, İsrail Araplarla savaşıp Filistinlileri katlederken, Fransızlar Suriye’yi, İngilizler Musul, Kerkük, Bağdat ve Basra’yı işgal ederken, devlet adamı vasfını zerre kadar haketmeyen yöneticilerimizin tamamı “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” safsatasıyla Ankara’da kendilerine ait bir dünya yaratıp zevk-ü sefâ içerisinde yaşadılar.
Melih Gökçek, Disney Land projesinin bir benzerini Ankara’da inşa etmeye başladı. Amaç; bugüne kadar devlet bürokrasisi, devlet binaları ve devlet ciddiyetiyle özdeşleşmiş Ankara’yı önemli bir eğlence merkezi haline getirmek ve insanları bir nebzede olsa gülümsetmek. Fakat her konuda olduğu gibi yine bir takım çevreler, meslek odaları, partiler, dernekler dava üstüne dava açıp projeyi durdurdu. Ankara Büyükşehir Belediyesi aleyhine Danıştay’da dava açan kişileri ve bu kişilerin yaptığı başvuruyu kabul edip projeyi durduran yargı mensuplarını uçağa bindirip Paris ve Orlando’daki Disney Land projelerini gezdirmek gerekiyor. Gezip görsünler ki; böyle bir projenin milyonlarca insana nasıl bir istihdam ve kazanç kapısı yarattığını anlayabilsinler. Gitsinler ki;
dünyanın dört bir yanından milyonlarca turistin, akın akın bu ülkelere nasıl geldiğini görebilsinler.
Herşeye karşı çıkan ve Türkiye’yi bir adım ileriye taşımayan bu kesimler, Kostantiniyye’yi 1453’de fetheden Fatih’in dünya görüşü ve vizyonunun milyonda birini bile genetik miras olarak alamamışlar.
1453’te Venedik ve Cenovalı tüccarlara vergi muafiyeti tanıyıp, Kostantiniyye’yi önemli bir ticaret merkezi haline getiren Fatih’e karşılık, 1946 yılında Varlık Vergisi’ni çıkartıp vatandaşlarının malını mülkünü gasp edip, ticaret hayatlarını bitiren ve Erzurum Aşkale’deki taş ocaklarına çalışmaya gönderen zihniyet bunun en açık göstergesi değil midir?
[1] Osmanlı’da ilk altın para 1477 yılında Fatih tarafından Serez ve Kostantiniyye’de bastırılmıştır.