(Article 160-07.05.2017)
Hürriyet gazetesinin bugünkü sayısında Nihal Olçok ile yapılan bir röportajı okudum ve çok beğendim. “Ben ayakta gömülüyüm sadece başım dışarıda” diyen Nihal hanımın verdiği röportajın bir bölümü beni çok etkiledi. Aynen aktarıyorum; “Hastanenin önüne gelince nasıl olduysa hemen park yeri buldum. O gece, o hastanede çalışan herkesi, tek tek bulup, teşekkür edip, helallik almak isterim. Çünkü gerçekten inanılır gibi değildi oranın hali. Tarifi mümkün değil. Kanın kokusu vardı, yanmış et kokusu vardı. Kanın sesi varmış! Duydum ben o gece! Yerler kan içindeydi, doktorlar, hemşireler kayıyordu düşünebiliyor musunuz?”
29 Ocak 2017’de www.mehmethakansaglam.com.tr adresli web sitemde “Kan Kokusu” başlıklı bir makale yayınlamış ve canlılara hayat veren o sıvıyı şu şekilde ele almıştım; “Kan kokusunu nasıl tarif edersiniz? Sadece koku duyumuzu kullanarak kanı tanımlamaya kalkarsak bu hiç de kolay olmayacaktır. Yerde hızla pelteleşmeye başlayan o kırmızı sıvı, daha birkaç dakika önce bir canlının vücudunda dolaşıp ona hayat verirken, şimdi kesik damarlardan müthiş bir tazyikle boşalmaktadır. Kurban edilecek canlı, diğerlerinden ayrılıp kesime götürülürken aslında yolun sonuna geldiğinin farkına varmıştır. Fakat kaçmak ne mümkün! Bu duruma daha fazla direnemez ve ruhunu çaresizce teslim eder. Ancak sonraki kurbanlar ilki kadar sakin olmaz. Çünkü kan kokusu her tarafa hakim olmaya başlamıştır. Kesik boğazdan gelen ve iliklerimize kadar işleyen hırıltılar, istemsizce çırpınan ayaklar ve gergin bir ortam. Bu anlattıklarım; aslında hepimizin aşina olduğu kurban kesme ritüelinin bilindik görüntülerinden başka bir şey değil. Peki! Siz hiç insan kanının kokusunu aldınız mı? Birçok kişi bu soruya “hayır” diye cevap verecektir. Bir insan, kan kokusunu olsa olsa herhangi bir nedenle bir yerini kazara kestiğinde alır. Onun dışında bir insanın kurbanlık koyun gibi kesilmesi zaten mümkün değil.”
Nihal hanımın anlatılarında, kanın kokusunu ve sesini iliklerinde hisseden bir insanın duygularını okudum. 15 Temmuz 2016 Askeri Darbesi’ni bir “tiyatro oyunu” olarak tanımlayan kişilerin, eşini ve oğlunu aynı gece içerisinde kaybeden bu annenin ve eşin hissiyatını anlayabilmesi tabi ki mümkün değil. Bu darbeye kimin ne şekilde bakıp bakmadığına çok fazla takılmamamız gerekiyor. Önemli olan bizim yaşadıklarımızdır.
15 Temmuz’da hain FETÖ yapılanması bu darbeyi gerçekleştirmiş, masum 250 sivili katletmiş, 2200 kişiyi yaralamış, ülke uçurumun eşiğinden dönmüştür. Gerisi hikâyedir. Başkalarının ne dediğinin zerre kadar kıymeti harbiyesi bulunmamaktadır.
Yaşanan olaylara Batılıların bakış açısı oldukça nettir. İddialarına göre bu işin arkasında ordu içerisinde yapılanmış, Erdoğan’a ve hükümete muhalif bir Atatürkçü grup vardır. Bir başka iddiaya göre bu işin arkasında ordu içerisinde kümelenmiş ancak Fethullah Gülen ile zinhar herhangi bir ilişkisi olmayan ulusalcı askerler vardır. Yine bir başka iddiaya göre bu darbe tamamen hükümetin koordine ettiği, Erdoğan destekli sınırlı bir kalkışmadan ibarettir.
Amerikalılar açısından Fethullah Gülen’in öyküsü, gelmiş geçmiş en büyük casuslardan biri olarak kabul edilen Nazi Almanyası’nın efsanevi istihbaratçısı Reinhard Gehlen’in öyküsünü andırıyor. Gehlen savaş sonrasında ABD’ye sığınmış ve Soğuk Savaş boyunca ABD’ye hizmet eden paralel bir devlet yapılanmasını Almanya’da kurmuştu. Gehlen, 1945 yılında Adolf Hitler’in intiharının ardından ordu komutanlığından ayrılmış, kendine bağlı casuslarca çekilen ve Ruslara ait olan çok gizli belgelerin mikro filmlerini ABD’ye teslim etmişti.
Türk kamuoyu, Gülen’in liderliğinde paralel bir devlet kurulduğuna zaten inanıyor. Türkiye’de artık “paralel devlet yapılanması” denilince akla ilk olarak; cemaat bürokratlarının masonik hiyerarşiyle kurdukları bu örgütlenme geliyor. Gehlen, CIA kontrolündeki Federal Almanya Gizli Servisi’nin kurucusuydu, yani Almanya’daki ABD paralel devletinin başıydı.
Gehlen’in anıları, Türkiye’de “Hitler’in Sığınağından Pentagon’a: Gehlen” adıyla yayımlandı. Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan’ın önsözünü yazdığı bu kitapta yer alan Gehlen’e ait bir cümle vardır ki, ihaneti meşrulaştıran böyle bir cümle kolay kolay kurulamaz: “Bana göre; ihanetin ahlâk açısından haklı görülebileceği tek ortam, ulusal bir mecburiyetin söz konusu olduğu ortamdır.”
Gehlen, 3 Nisan 1902 tarihinde Katolik bir ailenin çocuğu olarak Almanya Erfurt’ta doğmuştu. Nazi ordusunun 1939’da Polonya’yı işgali sırasında Hitler’in safında yer aldı. 1944’te Claus Von Stauffenberg’in, Adolf Hitler’e suikast hazırlığı yaptığını bildirdi. Savaşın bitiminden kısa bir süre önce tümgeneralliğe terfi etti. 1945’te Hitler intihar edince ordu komutanlığından ayrıldı.
Gehlen, savaşın ardından ABD’ye gitti ve kısa bir süre orada kaldıktan sonra 6 Aralık 1946’da Almanya’ya döndü. Burada Güney Almanya Endüstriyel Gelişim Organizasyonu adlı bir paravan yapılanma kurdu. Bu yapılanma, ABD’nin Sovyetler’e karşı yürüttüğü örtülü operasyonları maskelemek için kurulmuştu. Bu örgüt, Soğuk Savaş yıllarında uzun süre CIA’in Sovyet Bloku ülkelerindeki gözü kulağı oldu. Örgütte özenle seçilmiş 350 eski istihbaratçı ve 4 bin casus vardı. Gruba sonradan Gehlen Örgütü ya da kısaca Örgüt denildi.
Bugün Fethullah Gülen cemaatinin devlet içindeki yapılanmasına da ABD’de “Gülen Örgütü” deniliyor.
Gülen Örgütü veya FETÖ yapılanmasına mensup yüzbinlerce kişinin birbirilerini gerçek isimleriyle değil de kod isimleriyle tanıması, örgüt mensuplarını üçer beşer kişilik hücreler şeklinde yapılanması, örgüt lideri Gülen tarafından gönderilen mesajların dakikalar içerisinde bu dağınık ama son derece koordineli yapıya ulaşması nasıl mümkün oluyor? Örgüt üyelerinin gerçek ve kod isimleri nerede ve ne şekilde tutuluyor? Bunlar cevaplandırılması gereken konuların başında geliyor.
Fethullah Gülen’in bir Amerikan projesi olduğu hususunda şu an için hemen herkes mutabık. Ancak bu örgütün ABD tarafından kurulduğunu söylemek için bence biraz erken. Kendisini “bir” dolarlık kağıt banknot karşılığında bu hain yapıya teslim eden insanlara bakınca, Fethullah Gülen’in kendisini üç kuruş beş paraya ABD istihbaratına pazarlamış olması da çok uzak bir ihtimal gibi görülmüyor.
Neredeyse 40 yıldan beri bu ülkede örgütlenen ve devletin hemen her birimine profesyonelce sızabilmiş olan bu yapının, ABD istihbaratı açısından bulunmaz kaftan olduğu ise tartışılmaz bir gerçek. Gülen’e koşulsuz biat eden yüzbinlerce insan, tartışma gereği bile duymaksızın onun gittiği yoldan rahatlıkla gidebiliyor.
Benim şahsi kanaatim Gülen’in kendisini çok ucuz bir fiyata ABD’ye sattığı. ABD derin devletini arkasına alan Türk kimlikli Gülen Örgütü, Afrika, Asya, Ortadoğu, Uzakdoğu ve Avrupa coğrafyasında hızla yapılanmış, kendine güçlü bir koruma ve referans kalkanı sağlamıştır.
ABD’nin Gülen Örgütü’ne bu kadar kol kanat germesi ve uluslararası hukuku ayaklar altına alıp “terör örgütü” mensuplarını koruması başka hangi nasıl açıklanabilir ki?
Nihal Olçok hanımefendinin ve onunla aynı kaderi paylaşan 250 ailenin hissettiği acıyı, elem ve kederi, teneffüs ettiği o ağır kan kokusunu bu hainlerin hissedebilmesi asla mümkün olamaz.
Zor günlerden geçiyoruz.
Son 3 yıl içerisinde yaşadıklarımızın onda biri bile, bırakın demokratik bir ülkeyi, sosyalist veya komünist bir ülkede bile yaşanmış olsaydı yer yerinden oynar, ortada ülke ve hükümet namına bir şey kalmazdı.
Ancak bu asil millet, inanılmaz bir feraset ve olgunlukla yaşanan olumsuzlukları alt ettiği gibi, devletine ve ülkesine sahip çıkma becerisini gösterdi.
Ayşe Arman benim çok haz ederek okuduğum bir kişi olmamasına rağmen, Nihal hanımla yapmış olduğu bu röportajdan dolayı kendisini tebrik ediyorum.
Evladını ve eşini aynı gün kaybeden bu eşsiz Türk kadınının metaneti ise, her türlü takdirin ötesinde.
Var olun, aziz olun Nihal Olçok hanım…
Dr. Mehmet Hakan Sağlam