(Article 199 – 31.12.2017)
Bakanlar Kurulu tarafından çıkartılan 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyi bir öğretim üyesi olarak noktasına virgülüne dokunmaksızın can-ı gönülden destekliyorum.
Bu kararname, hükümetin son yıllarda çıkarttığı ve kamu vicdanını rahatlatan en demokratik kararları barındırma açısından da oldukça yerinde ve doğru hazırlanmış.
Hatırlayanlar bilir. 17/25 Aralık Yargı ve Emniyet Darbesi’nin hemen yaşandığı günlerde TUSKON Başkanı RIZANUR MERAL bir konuşma yapmış ve Erdoğan’ı açık bir şekilde tehdit etmişti. 01 Mart 2014 tarihli o konuşma, toplantıya katılan şerefsizler tayfası tarafından ayakta alkışlanmıştı. Rızanur Meral şöyle demişti: “Yakın gelecekte kimlerin inlerde yaşadığını, kimlerin saklanacak in arayacağını, kimlerin müsvedde kimlerin asıl olduğunu herkes görecektir.”
Bu ülkede iş yapan, bu ülkenin ekmeğini yiyen bazı hayvan oğlu hayvanların bir toplantıda devleti ve devletin başındaki kişiyi açıkça tehdit edebilmesi nasıl bir özgüvendir?
İşte bu son kararnameye, vatanına, devletine, milletine ihanet eden bu türden HAYVAN OĞLU HAYVANLARI İTLAF YASASI da diyebiliriz.
Peki bu itlaf işlemini kim yapacak? Tabi ki vatanına, milletine ve devletine bağlı olan Türk halkının kendisi.
Şimdi bazı BEYAZ TÜRKLER, “AYDINIM” DİYE GEÇİNEN AYDINLAR, ULUSALCI OLDUĞUNU İDDİA EDEN EMBESİLLER, TAKTİK ZEKÂDAN YOKSUN GENERAL KIRINTILARI, GERİ ZEKÂLILAR diyecek ki; “Türk halkı doğruyu yanlışı ne bilir, önüne geleni kesip atar”.
Ben de diyorum ki; “Türk halkının doğruyu yanlışı ayırt edip edemediğini anlamak için 15 Temmuz gecesine bakın, CHP zihniyetine iktidar imkânı tanımayan seçim sonuçlarına bakın, Arap Baharı’nın Türkiye’ye sıçramamasına bakın”.
Yukarıda sıraladığım embesiller tayfası, bu halkın ferasetine inansa her şey değişecek ama olmuyor işte. Bu halka bir türlü inanamıyorlar, bu halkı bir türlü kabullenemiyorlar. Hani meşhur bir deyim vardır; “Vermeyince Mabud, Neylesin Sultan Mahmut”. Türkiye’deki aydın ve hain kitlesinin durumu maalesef tam da bu söze uyuyor.
Bu kararnamede; “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır.” denilerek 15 Temmuz gecesi şu veya bu şekilde darbeci hainlere karşı canını ortaya koyan vatanseverlere yönelik yargılamalar sonlandırıldı.
Hükümetin almış olduğu hemen her karara itiraz eden malum yapılar seslerini hemen yükseltip, alınan kararın yanlış olduğunu savununca doğru yolda olduğumuzu anladım.
KHK yayınlandığı anda CHP’nin kıçı tavana vurdu. İstanbul ve Ankara Baro Başkanları, darbe ve teröre karşı çıkan sivillere cezai sorumsuzluk getirilmesini eleştirip, “Son iki KHK, hukuk tabutuna çakılan son iki çivi” ifadesini kullandılar.
“Hukuk tabutuna çakılan son iki çivi” derken acaba sadece ve sadece Eşref Ziya Terzi’nin “Minareler süngü kubbeler miğfer” şiirini okuduğu için cezaevine atılan ve “bir daha muhtar bile olamaz” şeklinde manşetlere konu edilen Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik hukuk dışı uygulamayı mı kastediyorlardı?
Ya da başörtülü oldukları için üniversiteye kayıt yaptıramayan kız öğrencilere yapılan çağdışı uygulamaları mı?
Ya da Aziz Nesin’in tahrikleriyle başlayıp Sivas Madımak Oteli’nin yakılmasıyla sonuçlanan ve buram buram FETÖ kokan 37 ölümlü Sivas olayları neticesinde, ortada tek bir çakı dahi yok iken sadece slogan attığı gerekçesiyle 33 sanığa idam, 4 sanığa 20’şer yıl, 1 sanığa 15 yıl, 27 sanığa 7 yıl 6’şar ay, 2 sanığa 5’er yıl ağır, 1 sanığa ise 2 yıl hapis cezası verilmesini mi?
Ya da DYP-CHP Koalisyon hükümetleri döneminde Adalet Bakanları Seyfi Oktay ve Mehmet Moğultay’ın Adalet Bakanlığı’na 2 bin hakim ve savcı alınırken, mülakat sınavında parti sempatizanı olmayan isimlerin elenmesini mi? (Ki o yıllarda dönemin Adalet Bakanı Mehmet Moğultay partisinin il kongresine yaptığı konuşmada kadrolaşmayı itiraf etmiş, “Evet, hükümetten sınavlı beş bin kişilik kadro çıkarttım. Doğu’dan Güneydoğu’dan gelen insanlar aç mı, işsiz mi kalsın? Bu kadroları örgütüme vermeyip de milliyetçilere mi verseydim? Seyfi Oktay ve benim dönemimde de iki bin hakim aldık. Bu aldığımız kadrolar, ileride yeşerecek demokrat insanlardır. Yaptığım suçsa işlemeye devam edeceğim. Ben yılmayacağım, bu makamı da terk etmeyeceğim” dediği halde).
28 Şubat 1997 Post-modern Darbesi’ni yapan askerler, Sincan sokaklarında tank yürüttüklerinde 28 Şubat’ın “bin yıl” süreceğini avaz avaz bağırıyorlardı. Manşetler birbiri peşi sıra atılıyor, üniversite rektörlerinden medya patronlarına kadar herkes darbe çığırtkanlığı yapıyordu. Devir askerlerin devriydi. 2000’li yılların başlarına gelindiğinde aradan 3 yıl geçmesine rağmen ülkede halen askerlerin borusu ötüyordu. Paşalar, haz etmedikleri genel yayın yönetmenlerini gazetelerin başından hemen aldırabiliyor, köşe yazarlarına istedikleri manşetleri attırabiliyorlardı. O dönemin en gözde ve en cevvâl komutanlarından birisi ise hiç şüphesiz Orgeneral Çevik Bir idi.
Çevik Bir, 28 Şubat sonrasında Genelkurmay başkanı olmak istemiş ancak bu emeline ulaşamadan emekli edilmişti. Apolet sevdalısı medyatörlerin Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda Çevik Bir’i onu ikna etmeleri hiç de zor olmamıştı. Ne de olsa darbe dönemleri sonrasında kelli felli bir askerin Çankaya’ya çıkması, eski bir Türk siyaset geleneğiydi. O sırada Demirel’in Çankaya’daki görev süresinin bitmesine henüz 6 ay vardı. Ancak Çevik Bir kendini bu işe iyice kaptırmış, ortalık yerde “abuk sabuk” konuşmalar yapmaya başlamıştı. Hemen her askerin genetiğinde var olan “gereksiz konuşma hastalığı” Çevik Bir’de fazlasıyla vardı. Mikrofon ve kamera görünce dayanamıyor, lâik Cumhuriyet’in yılmaz bekçisi olarak Hükümet’in hemen her icraatını eleştiriyordu. Genelkurmay ikinci başkanıydı ama herkes onu “esas-hakiki-öz” Genelkurmay başkanı olarak kabul ediyordu. Zaten böyle yapmamış olsa kendisini kim tanırdı ki?
Cumhurbaşkanlığı makamına talip olduğunu acemice bir hareket yaparak Rumelili İş Adamları Derneği’nin televizyon kanalında açıkladı ve “Demirel sonrası Cumhurbaşkanı kim olacak?” tartışmasının alevlenmesine yol açtı. Cumhurbaşkanlığı konusunda oldukça umutluydu. Darbe sürecinde sergilediği “Yırtıcı şahin ve kaplan” pozlarının kendisini Çankaya’ya taşıyacağından oldukça emindi. Yaptığı hemen her konuşma, ziyaret ve hatta kaş göz hareketlerini dahi kendilerince ballandırarak kamuoyuna aktaran Merkez medya da onun arkasındaydı. Fakat Çevik Bir Paşa’nın Çankaya umudu yalnızca 15 dakika sürdü. Televizyon programının soru cevap faslına geçildiğinde, dönemin ünlü televizyon programcılarından Murat Birsel “Efendim Başkan olursanız ilk 100 gün içinde yapacağınız en önemli icraat nedir?” sorusunu sordu. Paşa bu soruyu beklemiyordu, hiddetlendi ve herkesin gözü önünde Birsel’i adeta azarladı. Suratlar asıldı. Yayın sonrasında gidip Birsel’i yanaklarından öptü ve özür diledi, dalga geçtiğini sandığını söyledi ama olmadı. Neticede Bir’in omuzlarında artık sertliğini örtpas edebilecek apoletleri yoktu.
Çevik Bir bundan sonra sık sık gazetecilerin eleştirilerine hedef oldu. İki yıl önce gazetecileri karşısında bitişik nizamda hizaya sokan Çevik Paşa, şimdi onların sağlı sollu salvolarına maruz kalıyordu. En son ve öldürücü darbeyi ise kendi silah arkadaşlarından yedi. Kamuoyunda ön planda görünüp askerler üstü bir görüntü sunan Çevik Bir hakkında Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, “Açıklamasının ne yeri, ne zamanı, ne de şahısları doğruydu” dedi ve Ordu’nun onun arkasında olmadığını resmen açıkladı. Bir’in Çankaya hayalleri böylelikle suya düşüyor, itibarını kaybetmiş bir asker olarak emeklilik hayatına adım atıyordu.
O sırada Ecevit Başbakan’dı. DSP, ANAP ve MHP koalisyonu iş başındaydı. Başbakan Bülent Ecevit, 6 Ocak 2000’de Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili yeni bir öneri ortaya attı: “Türkiye‘de bir istikrar dönemi yaşıyoruz. Sayın Demirel‘in Cumhurbaşkanlığı süresi eğer bir dönem daha uzatılabilirse bu istikrarın güçlenerek devam edebileceği kanısındayım.” şeklinde ilginç bir açıklama yaptı. Halbuki o günlerde Türkiye’de olmayan tek şey herhalde “istikrar”ın bizzat kendisiydi. Bu fikir koalisyonun büyük ortağı MHP ve Meclis’in çoğunluğu tarafından hemen kabul gördü. Üstelik askerler de Demirel’i istiyordu. Ne de olsa, askerin bir dediğini iki etmiyordu. Ancak Demirel’in tekrar Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için Anayasa’nın ilgili maddesini değiştirmek gerekiyordu.
7 Mart 2000 tarihinde DSP, MHP, ANAP ve DYP’den 406 milletvekilinin imzasıyla söz konusu değişiklik önergesi Anayasa Komisyonu’na gönderildi. Ancak Fazilet Partisi lideri Recai Kutan, “Nasıl olur da ülkenin istikrarı tek bir kişiye bağlanabilir?” diyerek yeni bir tartışma yarattı. Ortada bir de Çankaya’ya çıkmayı arzulayan Mesut Yılmaz faktörü vardı. Demirel saf dışı bırakılırsa emeline ulaşabilirdi. Bahçeli’nin Cumhurbaşkanı olmak gibi bir arzusu zaten yoktu. Ecevit ise üniversite mezunu olmadığı için gerekli şartları sağlamıyordu. Askerlerce aforoz edilen Recai Kutan ve Tansu Çiller ise 28 Şubat’ın mağdurlarıydı. Geriye bir tek kendisi kalıyordu. Aday olduğu takdirde en kötü ihtimalle dördüncü turda Meclis kendisini seçmek zorunda kalacak, aksi durumda Meclis feshedilecek ve yeni bir siyasi kriz ortaya çıkacaktı.
29 Mart 2000’de Demirel’le ilgili Anayasa değişikliği önergesi Meclis’e geldi. Öneri sahipleri kendilerinden oldukça emindi. Ne de olsa önergede 406 milletvekilinin imzası vardı. Ancak koalisyon ortaklarının hesapları tutmadı ve önergenin kabulü için gereken 330 oya hiçbir şekilde ulaşılamadı. 3 Nisan’da yapılan ikinci oylamada da yine sonuç alınamadı. Ecevit istediğini yapamamış, Demirel’i 7 yıl daha Çankaya’da tutmayı başaramamıştı. Demirel, istemeye istemeye Çankaya’dan inip Güniz Sokak’taki evine yerleşmek zorunda kaldı.
25 Nisan 2000’de bir ilk gerçekleşti ve Ahmet Necdet Sezer tüm partilerce Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterildi. 27 Nisan’da Meclis toplandı, ancak ilk iki turda yeterli çoğunluk sağlanamadı. 5 Mayıs 2000 günü Meclis üçüncü tur için toplandığında, Sezer’in seçilmesine kesin gözüyle bakılıyordu. Fakat Meclis’e gelen haber kısa süreli de olsa ortalığı karıştırdı. Ordu, Sezer’i istemediğini net bir mesajla Ecevit’e bildirdi. Sonuçta Ahmet Necdet Sezer, 330 oyla 10’uncu Cumhurbaşkanı seçildi.
10’uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 7 yıl 3 ay 12 gün görevde kaldı. Görev süresi boyunca 72 yasa, 7 KHK, 14 Bakanlar Kurulu Kararı, 769 müşterek kararname ve atamalara ilişkin 30 Bakanlar Kurulu kararını iade etti. Cumhuriyet tarihinin en pasif Cumhurbaşkanlarından birisi oldu. Çankaya dışına nadiren adım attı. Görev süresi boyunca hiç tatil yapmadı, Okluk Koyu’ndaki Devlet Konukevi’ni hiç kullanmadı. Basına hiç mülâkat vermedi, fotoğraf ve görüntülerinin çekilmesinden çok haz etmedi. Zorunlu olmadıkça açılış törenlerine katılmadı hatta, ender olarak katıldığı açılış törenlerinde kurdele kesmek için eline makas bile almadı.
2004 yılında Çankaya Köşkü’nde oğlu Levent Sezer’i evlendirdi. “Miraç Gecesi”nde düzenlenen düğünde davetlilere “içki servisi” yaptırdı. AK Parti karşıtı yayın yapan Kanaltürk’ün 5 yıldızlı otel resepsiyonuna katılırken, şehit cenazelerine ve Çanakkale kutlamalarına katılmamayı tercih etti.
Ancak Sezer’i “Sezer” yapan esas olay 21 Şubat 2001 tarihli MGK toplantısında gerçekleşti. Türkiye tarihinde ilk defa MGK toplantısındaki bir tartışma kamuoyuna intikal etti. Sezer, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e MGK toplantısında yaşanan tartışma sırasında Anayasa kitapçığı fırlattı. Ecevit, toplantı sonrası kameralar karşısında ağlamaklı bir ses tonu ile “Cumhurbaşkanı’nın MGK’yı arenaya çevirdiğini” söyledi ve saygısızca bir harekette bulunduğunu ifade etti. MGK krizinin ardından Türkiye, tarihinin en büyük ekonomik kriziyle karşı karşıya kaldı. Borsa çöktü, döviz fiyatları patladı, faizler yükselişe geçti. Aynı saatlerde Türkiye’den bir anda 7,6 milyar dolarlık döviz çıkışı gerçekleşti. Repo piyasasında gecelik faizler yüzde 7.500’lere fırladı. Bono bileşik faizleri yüzde 200’ü geçti. Siyasi krizin ilk günü 683 bin lira olan dolar kuru 1 milyon lirayı geçti, bir hafta sonra ise 1 milyon 350 bin liraya ulaştı. “Kara Çarşamba” olarak adlandırılan 21 Şubat 2001 krizi, sonraki günlerde 27 bankaya devlet tarafından el konulması, yüz binlerce şirketin kapanması ve milyonlarca kişinin işsiz kalması ile sonuçlandı. Bugün yapılan bazı hesaplamalar bu krizin Türkiye’ye olan direkt ve endirekt maliyetinin 250 milyar doları geçtiğini ortaya koydu.
Cumhurbaşkanı Sezer, 2003’ün Ramazan ayında Anıtkabir’de düzenlenen bir törende Meclis Başkanı Arınç, Başbakan Erdoğan ve bakanların gözüne baka baka su içmekten çekinmediği gibi, yüksek yargı organlarının kuruluş yıldönümlerinde de “irticai tehdit” içerikli açıklamalar yapmaktan asla çekinmedi.
Açıklamalarıyla Devlet’i Devlet’e şikâyet eden ilk Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçti. Tamamen ideolojik gerekçelerle 7/8 Aralık 2005’de Mekke’de yapılan İslâm Konferansı Örgütü zirvesine katılmadı. Cumhurbaşkanının görev ve yetkisi dahilindeki atamalarda hep antidemokratik davrandı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ve Rektörlük atamalarında teamüllere aykırı olarak tercihini en çok oy alan adaylar yerine daima 2. ve hatta 3. sıradaki adaylar için kullandı.
20 Kasım 2002’de NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Toplantısı’na katılmak üzere eşi Semra Sezer ile Prag’a giden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i havaalanında TBMM Başkanı Bülent Arınç ve başörtülü eşi Münevver Arınç uğurlamıştı. Bu olay, “türban” tartışmalarına sebep oldu ve o tarihten itibaren Sezer, eşi başörtülü olan vekillere farklı davetiyeler göndererek ayrımcılık yapmaya başladı.
CHP için tarafsız, AK Parti için taraflı tavrı çoğu kimsenin hoşuna gidiyordu.
Kırmızı ışıkta duruyor, market kuyruğuna giriyordu.
Halka yakın gibi duruyor, ancak halkla hiç yakınlaşmıyordu.
Sezer, görevi süresince doğru dürüst bir yurt gezisi yapmadı. Yedi yıl boyunca yurtdışına sadece 48 ziyaret yaptı. Oysa Demirel 125 gezi yapmıştı. Sivil toplum örgütlerinin Çankaya Köşkü’nde kendisini ziyaret etmesine hiç izin vermedi. Kendisine ait bir cep telefonu olmadı. Hiç otomobil kullanmadı. Onu denize veya havuza girerken gören olmadı. Emekliliği için Ankara Gölbaşı’nda bir ev yaptırdı. Yedi yıl önce Süleyman Demirel’den aldığı emanet için yapılan devir teslim töreninin aynısının Abdullah Gül için yapılmasını istemedi. Çünkü ona göre AK Parti’lilerin tamamı (tabi bu partiye oy veren kişileri de kastediyor) irticacı ve gericiydi.
Anlamını muhtemelen sadece kendisinin bildiği “Kamusal alan” tanımını o icat etti. Yolsuzluk konularında çalıştırmadığı Cumhurbaşkanlığı Denetleme Kurulu’nu türban ile ilgili her konuda sıkça çalıştırdı. Hatta atama yapacağı kişilerin eşlerinin türbanlı olup olmadığını anlamak için, MİT mensupları yerine kapıcıları istihbarat elemanı olarak kullandı.
29 Ekim resepsiyonlarına devleti eleştirenleri değil devletle iyi geçinenleri davet etti. Nobel alan ilk Türk yazarı olan Orhan Pamuk’u tebrik bile etmedi. Eski bir Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak yanından hiç ayırmadığı “kutsal!” anayasa kitapçığını Başbakan’ın yüzüne fırlattı. Fırlattığı kitap Türkiye’de ekonomik ve siyasi krize sebep oldu ve ülkenin 250 milyar dolarını buharlaştırdı. Emin Çölaşan dışında hiçbir gazeteciyi sevmedi. Herhangi bir radyo, TV kanalı, gazete ve dergiye özel mülâkat vermedi. Darbeci Kenan Evren 26 yasayı veto ederken, o 72 yasayı veto etti. Bu haliyle, Çankaya Köşkü’nü “en asosyal ve en sönük” bir Cumhurbaşkanı sıfatıyla terk etti.
En son golünü ise gider ayak attı. 7 yıl olan görev süresini kendi kafasına göre uzatma yoluna gitti ve bu makamı 3 ay 12 gün boyunca haksız yere işgal etti. Sonra bir gece ansızın Çankaya Köşkü’nü boşaltıp ortadan kayboldu. Bugün Sezer’i ne gören var ne duyan, ne hayırla yâd eden var ne de hâlini soran.
Buraya kadar yazılanlar Beyaz Türklerin özlem duyduğu eski Cumhuriyet’in özetiydi.
O günlerde ne CHP ne de barolar ve sivil toplum örgütleri Ahmet Necdet Sezer’in uygulamalarına ses çıkartmıyor, hatta ayakta alkışlıyordu.
15 yılda Türkiye nereden nereye geldi…
Erdoğan hapse atılırken sesi çıkmayanlar, 15 Temmuz darbesini canı pahasına bastıran Türk halkını nasıl da alçakça eleştiriyor değil mi?
Bu ülkede hain ve alçakların ne zaman biteceğini merak ediyor musunuz?
Günün birinde FETÖ veya başka menşeli yeni bir darbe patlak verdiğinde, bu defa ölenler karşı cepheden olacak.
15 Temmuz darbesinde toru topu 36 darbeci öldürüldü. Ancak bir daha ki sefere bu rakamı çok rahatlıkla bin ile hatta 10 bin ile çarpabilirsiniz.
Bizim, bu topraklardan ve bu ülkeden başka gidebileceğimiz bir yer yok. Herkes ayağını denk alacak.
Bu millet; kimin hain, kimin şerefsiz, kimin namussuz, kimin pişkin, kimin terör destekçisi olduğunu not ediyor.
Yeni bir darbe girişimi yaşanırsa (ki böyle bir ihtimal her zaman var) bu hainlerin tamamının halk tarafından itlaf edileceğinden emin olabilirsiniz.
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM