Çarşamba , Aralık 4 2024
Anasayfa / Makaleler / HAMAMCININ APTALI CENABETTEN MEDET UMARMIŞ…

HAMAMCININ APTALI CENABETTEN MEDET UMARMIŞ…

(Article 226 – 06.05.2018)

Rahmetli babam, bu makalemin başlığını oluşturan “Hamamcının aptalı cenabetten medet umarmış” sözünü olmayacak işten medet uman kişiler için kullanırdı.

Babam çok mürekkep yalamış birisi değildi. Para bulamadığı için ilkokuldan sonra ancak üç beş ay okuyabilmiş, sonrasında rahmetli dedemin yanında sıcak demirciliğe başlamıştı. Sonrasında çanak çömlek züccaciye işi, onun sonrasında ise ver elini Kapalıçarşı. Demirci olarak başladığı iş hayatını başarılı bir sarraf olarak sonlandırdı. Kendisi ne Boğaziçi Üniversitesi’ni gördü ne de Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni ama ticari zekâsıyla 10 bin tane Boğaziçi İşletme mezununu arka cebinden çıkartır, altın ve demir konusundaki metalürji bilgisiyle de ODTÜ’de ders veren hocaları cehaletlerinden dolayı sıra dayağına çekerdi.

Babam materyalist bir insandı. Olmayacak işe “Amin” demezdi. Boş işlerle uğraşmayı sevmez, bildiği işin dışına çıkmazdı. Bilmediği konu hakkında asla ahkâm kesmez, biliyormuş pozlarına yatmazdı. “Ben bilmiyorum, bilene sormak lâzım” der noktayı koyardı. İktisat eğitimi almamıştı ama “mukayeseli üstünlükler” ve “karşılaştırmalı üstünlükler” teoremini çoğu iktisatçıdan daha iyi bilirdi. Büyükbaş hayvan yetiştiriciliği yapmayı düşünen bir arkadaşına 1982 yılında aynen şu cümleyi kurmuştu; “Süt içmek için inek beslemeye gerek yok, sütün kilosu Migros’ta bir lira ne uğraşıyorsun ki!”.

İki siyasetçiyi çok sever diğerlerinden asla haz almazdı. Biri Turgut Özal, diğeri Recep Tayyip Erdoğan. “Bu adamlar güzel işler yapıyorlar” derdi. Fırsat buldukça Yunus Emre ve Mevlana’yı okurdu. Özal rahmetli olduktan sonra Türkiye’de kaos başlamış, ekonomi çökmüş, terör kentlere sıçramıştı. İşte o günlerde ortada dolaşan ve Türkiye’yi yönettiklerini zanneden siyasetçi müsveddeleri için Ziya Paşa’nın meşhur bir sözünü sarf etmişti; “Ne günlere kaldık? Katır mühürdâr oldu, eşek defterdâr!

Ziya Paşa bu meşhur sözünü İttihat Terakkiciler tarafından 1909 yılında tahttan indirilen Abdülhamit sonrası durumu tarif etmek söylemişti. Tabi büyük bir pişmanlık duygusuyla.

Sultan Abdülhamit tahttan indirildikten hemen sonra bir hakaret gibi Yahudi muhiti olan Selanik‘e gönderilip orada zengin bir Yahudi aile olan Alâtîn Biraderler’in köşküne hapsedilmişti. Sultan Abdülhamit Han’ı bertaraf eden İttihat ve Terakki erkânı ülkeyi cahilane bir surette idare etmeye başlamıştı. Yumuşak huylu bir Sultan olan Mehmet Reşat ise âciz bir kukladan farksızdı.

İttihat ve Terakki hükümetinin gaflet ve cehaletleri birçok acı felâketlere yol açtı. Trablusgarp’ta mahallî mukavemet devam ederken Balkan Harbi patlak verdi. Ordunun hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbaratı yoktu. Düşmanın süratle ilerlemesi karşısında Selânik’i tehlikede gören İttihat ve Terakki hükümeti, Sultan Abdülhamit’i oradan İstanbul’a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultan Abdülhamit, ne sebeple İstanbul’a nakledilmek istendiğini sorunca, düşmanın Selanik’e yaklaşmakta olduğu kendisine bildirildi. Padişahın dış dünyayla irtibatı yıllardan beri büsbütün kesilmiş olduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince dehşete kapıldı ve: “Galiba siz kiliseler meselesini hallettiniz! diye hicranla haykırdı. Ardından bunu kendisine haber veren Rasim Bey’e büyük bir öfke ile: “Rasim Bey! Rasim Bey! Selanik demek, İstanbul’un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede? Ecdat kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terk ederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, tarih ve ecdat bizim yüzümüze tükürmez mi? Biraderim Hazretleri, buranın tahliyesine razı mı oldular? Nasıl olur? Hayır, ben razı değilim! Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlatlarımla beraber Selânik’i son nefesime kadar müdafaa edeceğim.”dedi. Fakat kendisine Sultan Reşat’ın selâmı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hanedan mensubu olmasının verdiği mesuliyet ile Padişah’ın iradesine boyun eğmek zorunda kalarak İstanbul’a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.

Doğruydu. Balkan ulusları arasında bir ittifak kurulmasının asıl sebebi; kiliseler meselesinin halledilmiş olmasıydı. İttihatçılar iş başına gelince, “Kiliseler Kanunu” denilen bir kanun çıkardılar. Rum ve Bulgarların müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliselerin kendi aralarında taksimi için nüfus ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf ekseriyette ise kiliseyi hükümet kuvvetlerini kullanarak o tarafa feslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler. Bu surette kiliseler kavgası sona erince, Bulgarlar ve Yunanlılar birkaç yıl içinde dost oldular ve Sırpları da yanlarına alarak Balkan Harbi’ni başlattılar.

İttihat ve Terakki hükümetlerinin cehalet ve hıyanetleri saymakla bitmez… İttihatçılar, düşman tazyikinden kaçıyormuş gibi yaparak Çanakkale Boğazı’ndan içeriye giren Goben ve Breslaw isimli iki Alman zırhlısını güya Osmanlı tarafından satın alındı gibi gösterip müttefiklerin protestolarından kurtulmak istediler. Bu gemilerin filo kumandanı Amiral Şuşon aslen Yahudi idi. Gemi mürettebatının İstanbul’dan sıkıldığını söyleyerek Karadeniz’e açılmak için izin istedi. Osmanlı bayrağı çekilmiş olan bu gemilere henüz bir Türk kumandan tayin edilmemişti. Amiral Şuşon, Karadeniz’de bir Rus nakliye gemisine saldırarak Osmanlı Devleti’ni harbe soktuğu zaman, bundan Enver Paşa dışında hükümet erkânından hiç kimsenin haberi yoktu.

Balkan Harbi faciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanların yükünü hafifletmek amacıyla Osmanlı Devleti’nin hazırlıksız şekilde harbe sokulması, yıkılışın en korkunç sebebi olmuştur.

Harbin sonu yaklaşırken Sultan Abdülhamit’i devirmekle hata ettiklerini anlayan İttihat ve Terakkici Enver ve Talat Paşalar, Beylerbeyi Sarayı’nda ikamet etmekte bulunan devrik Padişah’ı ziyaret edip fikrini sordular. Koca Sultan, bir atlas getirterek onlara İngiliz sömürgelerini gösterdi. Sonra Almanların sömürgelerini sordu. Tâbi Almanların sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultan keder dolu bir hüzünle: “Şu hesabı da mı yapamadınız? Hiç İngiltere’ye karşı Almanların yanınla harbe girilir miydi? Ben Almanları İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye bir şey düşünmedim. Şimdi fikrimi soruyorsunuz! Bu evvelce gerekliydi; artık çok geç!” dedi.

İkisi de nemli gözlerle sarayı terk ederken: “Bizler böyle bir Sultan’ın kıymetini takdir edemedik! Ne büyük bir hataya düştük!” diyorlardı.

Çanakkale Harbi esnasında düşman donanmasının Marmara Denizi’ni geçebileceği endişesiyle padişah ve hükümetin tedbiren Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Abdülhamid Han, durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesaret ve şecaatle ret ederek: “Ben Fâtih Sultan Mehmed Han’ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans imparatoru Kostantin’den aşağı kalamam! Dedem Fâtih İstanbul’u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki, o ve hükümet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayı’ndan ayağımı dışarıya atmam!” dedi.

Nitekim O’nun bu kararlılığı karşısında padişah ve hükümet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu. Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamid Han, 77 yaşında 10 Şubat 1918’de vefat etti.

Ulu Hakan, 1918’de vefat ettiği zaman bütün mağdur ve mazlum millet yas bağlamış, İstanbul halkı görülmemiş mahşerî bir kalabalıkla O’nu Divan yolundaki türbesine defnederken bazıları: “Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Ulu Hakan?” diyerek ağıt yaktı.

Kendisine karşı en çirkin ve şiddetli muhalefeti göstermiş bulunanlar bile, onun tahttan indirilmesinden sonra yaşanan toprak kayıplarını ve faciaları görünce pişmanlıklarını dile getirdi. Bunlardan biri filozof  Rızâ Tevfîk olup, onun kulaktan kulağa yayılıp meşhur olan “Abdülhamîd-i Sânî’nin Rûhâniyetinden İstimdâd” isimli şiiri yaşanan pişmanlığı çok güzel özetler;

“Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han?

Feryadım varır mı bârigâhına?..

Târihler adını andığı zaman;

Sana hak verecek ey koca Sultan!

Bizdik utanmadan iftira atan;

Asrın en siyâsî Pâdişâhına!..

Pâdişâh hem zâlim hem deli dedik;

İhtilâle kıyam etmeli dedik;

Şeytan ne dediyse biz “belî” dedik;

Çalıştık fitnenin intibahına…

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz;

Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz;

Sâde deli değil, edebsizmişiz;

Tükürdük atalar kıblegâhına!..”

Sultan Abdülhamit, oldukça ileri görüşlü bir hükümdardı. Amerika’da köle konumunda olan zencilerin maruz kaldıkları zulümlerden istifade edip onları Müslüman yapabilmek amacıyla oraya propagandacılar göndermiş ve bugünkü zenci-Müslüman varlığının ortaya çıkmasına sebep olmuştu.

Oturduğu yerden dünyayı fotoğraflarla takip eden Sultan Abdülhamit, 1904 Rus-Japon Savaşı esnasında dünyada hiçbir Allah kulu Japonların galip geleceğine ihtimal vermezken O, uzak şarka gitmek üzere boğazdan geçen Rus gemilerinin, geri dönmeyeceklerini Sadrazam’ına söylemişti.

Osmanlı Devleti’nin 620 senelik şan ve şeref dolu tarihini şair Mithat Cemal Kuntay çok güzel özetler:

Kimdim?

A’sâra sorarsan, beni söyler sana kimdi?

Bir başka denizdim, kürenin rub’u benimdi!..

Mermiler, alevler beni bir kal’a sanırdı,

Efserlerin enkazı uçar, dalgalanırdı…

Cevval atımın kanlı, kıvılcımlı izinde,

Bir umk idi aksim ebediyyet denizinde.

Çarpardı göğün kalbi hilâlin avucunda

Titrerdi yerin tâlii mermimin ucunda…

A’sâr elimin çizdiği mecradan akardı,

Üç kıt’ada mağrur atımın izleri vardı…

Fevkinde uçarken o neşîbin, bu firâzın

En şanlı hükümdâr-ı buruşanına arzın

Tek bir nazarım berk-ı inayetti, keremdi

İklîli hediyyemdi, ekaalîmi hibemdi…

Dünyâ bilir iclâlimi, “ben böyle değildim!

Ben altı asırdan beri bir defa eğildim!..”

Ölümcül hastalara acı çekmemeleri için yatıştırıcı ve rahatlatıcı tedavi uygulayan Bronnie Ware isimli bir hemşire, “Ölmeden Önceki Beş Pişmanlık” isimli bir kitap yazmış ve ölecek kişilerin “keşke” diye başladığı pişmanlıklarını sıralamış;

  • Keşke duygularımı ifade edecek kadar cesur olsaydım.
  • Keşke insanların beklentilerini karşılamak yerine, hayatımı kendi istediğim gibi yaşasaydım.
  • Keşke bu kadar çok çalışacağıma çocuklarım ve ailemle vakit geçirseydim.
  • Keşke dostlarımla bağlantımı hiç koparmasaydım.
  • Keşke mutlu olmayı tercih etseydim.

İşte bu keşkelerin bence en önemlisi ilk sırada geleni. Yani “keşke duygularımı ifade edecek kadar cesur olsaydımcümlesi.

Abdülhamit Han’ı devirip koca imparatorluğun yıkılmasına sebep olan kişilerden bazıları “keşke” ile başlayan cümleleri sonradan sık sık kurdular ama iş işten geçmişti.

Her biri önemli birer Mason cemiyeti üyesi olan İttihat Terakki mensupları Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda devlet kurumlarının hemen hepsine özenle yerleştirildi. Hakimler, savcılar, ordu ve emniyet mensupları, bakanlıklar, CHP il ve ilçe teşkilatları hep bunlardan oluştu. İstediklerini astılar, istediklerini sürdüler. Kimse kimseye hesap vermedi. Kur’an okudun idam! Şapka taktın idam! Ezanı Arapça okudun idam! Çocuklara Kur’an dersi verdin idam!

İşte o hesap vermemezlik sürecinde Adnan Menderes darbe ile indirildi ve 9 ay 27 gün süren yargılama sonucunda idam edildi. Bir dönem milyonları peşinden sürükleyen Adnan Menderes’in katledilmesi sonrasında ona gönül veren hemen herkes yaşamının çeşitli evrelerinde “keşke” ile başlayan sayısız cümle kurdu. Ama hiç kimse duygularını ifade edebilecek kadar cesur ve cesaretli olamadı.

Derken 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması yaşandı. Mason İttihat Terakkici subaylar yerini FETÖ mensubu subaylara bırakmış ancak hiç kimse bunun farkına varmamıştı. Varanlar ise zaten by-pass edilip ordudan uzaklaştırılmıştı.

15 Temmuz gecesi Türk toplumu bir daha asla “KEŞKE” dememek için sokaklara döküldü ve lideri uğruna kendini tankların, uçakların önüne attı. 250 vatan evladı şehit oldu ama bir ülke, bir ulus, bir millet, bir ümmet kurtuldu.

Geriye dönüp baktığımızda hiç kimse “keşke benim oğlum o gece şehit olmasaydı” demiyor, aksine “oğlum şehit oldu keşke bende şehit olsaydım” diye bas bas bağırıyor.

24 Haziran 2018 Milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye ve Türkler açısından çok keskin bir viraj.

Bu virajı kazasız belasın atlatıp yeni Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçmek zorundayız.

Meral Akşener, Muharrem İnce, Abdullah Gül, Kemal Kılıçdaroğlu ve Temel Karamollaoğlu gibi kişiler benim babamın değimiyle “hamamcının medet umduğu cenabetlerden” başka bir şey değil.

Neydi atasözü; “Hamamcının aptalı cenabetten medet umarmış”.

Burada “hamamcı” dediğimiz kişiler; CHP, Saadet, İYİ Parti’nin seçmen kitlesi ile onlara gönül ve destek veren Batılı ülkeler, onların istihbarat kurumları ve derin devlet yapılanmalarından başkaları değil.

Türkiye’nin yönetimi bu cenabetlerin eline kalsa inanın ayak basacak toprağımız kalmaz ve bu Cennet ülke üç günde Batılılar tarafından paramparça edilir.

Uyanık ol ey halkım! Oyun çok büyük.

Keşkeler denizinde boğulmamak için kapı kapı dolaşıp insanları ikna etmemiz gerekiyor.

Yoksa!

Maazallah…

 

Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir yorum

  1. Evet, cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi olacak bu seçim. Allah ( cc) muhalefetin kalbini hakikate döndürmez ise onlar tercihlerinizi değiştirmezler. Lâkin, rabbânî rüzgar arkamızdadır, elhamdülillah.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber