Çarşamba , Aralık 4 2024
Anasayfa / Makaleler / BU İKİ DELİYİ ŞİMDİ DURDURDUK DURDURDUK! DURDURAMAZSAK ÇAR VE SULTAN GERİ GELİYOR…

BU İKİ DELİYİ ŞİMDİ DURDURDUK DURDURDUK! DURDURAMAZSAK ÇAR VE SULTAN GERİ GELİYOR…

(Article 215 – 25/03/2018)

Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası açısından 2019 seçimleri son derece önemli. Ya açık denizlere açılacağız, ya da bir kaşık su da boğulacağız. Ya başımız dik olarak dolaşacağız, ya da eski karamsar, özgüvenden yoksun günlerimize geri döneceğiz. Ya güçlü ve müreffeh bir ülke olacağız, ya da eski zayıf, fakir ve hakir Türkiye’ye geri dönüş yapacağız. Ya Batılılara ayağımızı öptüreceğiz, ya da bize üç kuruş borç para versinler diye ayaklarına kapanacağız. Ya Afrın, Halep, Cerablus, Telabyad, Kobani, Sincar, Musul ve Kerkük’ü ele geçirip kendi topraklarımıza katacağız, ya da ülkemizin içindeki PKK gibi bir terör örgütüyle dahi baş edemediğimiz günlere geri döneceğiz. Ya var olacağız, ya yok olacağız.

Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde hidroelektrik santralleri, sulama baraj ve kanalları kurmak, bölgede tarımdan sanayiye, eğitimden sağlığa kalkınmayı hedefleyen bir yatırım silsilesi olarak 1977 yılında planlanmıştı. 1983 yılında yapımına başlanılan ve 1992 yılında işletmeye alınan Atatürk Barajı ise o yıllarda övünç ve gurur kaynağımızdı. “GAP projesinde çalışan iş makinelerinin tekerleği şu kadar büyük, bu kadar devasa” diye anlatılırdı anlatılmasına ama bırakın o iş makinelerinin koca tekerleğini, cıvatasını üretecek gücümüz bile yoktu. Ülkede iğneden ipliğe her şey ithaldi – tabi ithal edebilecek dövizi bulabilirsek-.

Ve yine o yıllarda Türkiye’den Rusya’ya baktığımızda içinde ne olduğu belli olamayan gizemlerle dolu kapalı bir kutu görürdük. Rusya hakkında bildiğimiz tek şey ise “komünizm” kelimesiydi. Sonrasında Gorbaçov’un yarattığı Glastnost (açıklık/şeffaflık) ve Perestroika (yeniden yapılanma) dalgasıyla beraber 1917 Bolşevik Devrimi’nin mahsulü olan SSCB 26 Aralık 1991’de parçalanıp tarihe karıştı. Sovyet Rusya’nın yıkılışına giden süreç Gorbaçov’un 1985’de Komünist Partisi Genel Sekreterliği görevine gelmesiyle başladı. Gorbaçov başa geldikten hemen sonra politikalarını uygulamaya koydu. Ancak karşısında müthiş bir bürokratik direnç vardı. Bu direnci kırıp reformları hayata geçirebilmesi için halkın desteğini almaya çalıştı ancak neticede kontrolü kaybettiği gibi devlet otoritesinin çözülmesine ve sistemin çöküşüne yol açtı.

Berlin Duvarı’nın Kasım 1989’da sevinçli kalabalıklar tarafından yıkılması ve Doğu Berlin’den Batı Berlin’e insanların akın akın geçmesi televizyonlardan canlı şekilde yayınlanıp Sovyet Rusya’nın bu olaya sessiz kalması bir anda her şeyi değiştirdi. Gorbaçov’un başlattığı bir dizi eylem hem Sovyetlerin süregiden çöküşünü hızlandırdı, hem de Soğuk Savaş’ın daha çabuk sonlanmasını sağladı. Gorbaçov 1985 yılında ilk göreve geldiğinde mevcut ekonomik durgunluğun önüne geçmenin bir yolu olarak Sovyet halkını disipline etmeye çalıştı. Dış siyasette batı ile daha yakın ilişkiler kurdu. ABD başkanı Reagan ile Cenevre’de zirve toplantısı yaptı. 1987’de Avrupa ve Asya’ya daha önceden yerleştirilmiş olan orta ve kısa menzilli füzelerin imha edilmesini kabul etti. Ekim Devrimi’nin 70. yıldönümünde Eski Başkanlardan Stalin ve Troçki ’yi eleştirdi.

Gorbaçov, 9 Eylül 1990’da Helsinki’de bu defa ABD Başkanı baba George Bush ile görüştü ve Amerika’dan ekonomik yardım talep etti. Aralık 1990’da da kendisine Nobel Barış Ödülü verildi.

Dünya’nın iki süper gücünden biri olan SSCB’nin sadece iki yıl içerisinde geldiği durum ne kadar acı değil mi? Osmanlı Devleti’ni İttihat Terakkiciler ve batı sevdalısı içerdeki işbirlikçiler nasıl parçaladıysa, Rusya’yı da ülke içindeki demokrasi ve özgürlük sevdalıları aynı şekilde parçaladı.

19 Ağustos 1991 günü sabaha karşı komünizm sistemini tekrardan ihya etmek isteyen KGB ve ordunun desteğini alan Gorbaçov’un en yakın arkadaşı Yanayev ve 8 arkadaşından meydana gelen İhtilal Komitesi, Gorbaçov’a karşı darbe yaptı. Yapılan darbe başarısızlıkla sonuçlandı. Darbecilerin bazıları yurtdışına kaçtı. 22 Ağustos 1991 tarihinde Gorbaçov devlet başkanlığını tekrar eline geçirdi.

Daha önce kendisine karşı en büyük rakip olarak bilinen Yeltsin ise, darbe esnasında Gorbaçov’u destekledi ve tankların üzerine çıkarak darbenin kısa sürede bastırılmasına yardımcı oldu. Bu durum Yeltsin’in güçlenmesine, Gorbaçov’un ise gücünü kaybetmesine yol açtı. Neticede 25 Aralık 1991’de televizyona çıkarak; “Görevimi kaygı içinde ama umutla bırakıyorum. Herkese iyi şanslar diliyorum.” diyerek görevinden istifa etti.

Rusya açısından bu tarihten sonrası zaten “tufan” oldu. 2000 yılında Putin iktidara gelinceye kadar ülkenin tüm serveti ve devasa şirketleri “oligarklar” tarafından ele geçirilmişti. Putin göreve geldikten sonra üç ay içinde medyayı kontrolü altına aldı. Sonrasında Berezovsky (2000) ve Mihail Hodorkovsky (2003) başta olmak üzere SSCB’nin çöküşü sonrasında hızla zenginleşen oligarkları etkisizleştirmeye ve bunda da başarılı oldu.

Putin, Rusya’yı yeniden yapılandırma mücadelesi verdiği sırada Usame Bin Ladin’in, ceplerine 10 bin Dolar para koyup cihat yemini ettirerek ABD’ye yolladığı toru topu beş adam, ellerini kollarını sallayarak uçak kaçırıp 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine ve ABD Genelkurmay Başkanlığı binası Pentagon’a saldırdı. Zaten Amerikalılarca kurulmuş olan ve Afganistan işgali sırasında Ruslara karşı mücadele etsin diye desteklenen Usame Bin Ladin önderliğinde kurulan Taliban’ın (sonrasında ismi El-Kaide oldu) ABD’ye yönelik bu saldırısı, Amerikalıları bir anda şaşkınlığa düşürdüğü gibi darmadağın etti. İkiz Kuleler saldırısını bahane eden ABD ilk aşamada Afganistan’ı sonrasında ise Irak’ı işgal etti.

Bu işgal öncesinde Taliban Hareketi, Amerika Birleşik Devletleri ve Suudi Arabistan ile dostane ve sıcak ilişkiler içerisindeydi. 11 Eylül olayları işleri tümüyle tersine döndürdü.

Usame Bin Ladin 1979 ile 1989 arasında Afganistan Sovyet işgali altındayken Afganistan’a gitmiş ve Sovyetlere karşı savaşmıştı. O yıllarda Usame bin Ladin, ABD’nin aradığı bir terörist değildi. ABD’nin bakış açısına göre Komünistlere karşı savaşmış bir “antikomunist gerilla, hatta ABD çıkarları için savaşmış kahramandı.”

ABD, bu savaşta Usame Bin Ladin’i her tür silah ve mühimmat yardımıyla destekledi (tıpkı şimdilerde PKK/PYD’yi desteklediği gibi).

Daha önce Sovyet emperyalizmine karşı savaşan Usame Bin Ladin 1990 yılında ABD emperyalizmine karşı savaşmaya karar verdi. Usame Bin Ladin’e bağlı El Kaide örgütü birçok eylemde bulundu. Ancak 2001’de İkiz kulelere uçaklar çarpıncaya kadar isimleri pek duyulmamıştı.

Sovyetler Birliği’ni zayıflatıp dağıtmak için ABD tarafından kurulup desteklenen TALİBAN, 2001’de İKİZ KULELERE ve PENTAGON binasına yolcu uçaklarıyla saldırı düzenlediğinde Amerika, kendisi tarafından kurulan, kendisi tarafından finanse edilen, kendisi tarafından silah desteği verilen bir terör örgütünün saldırısı karşısında inanılmaz bir şok yaşadı.

Sonrasında Usame bin Ladin öldürüldü ancak Usame’nin yetiştirdiği teröristler Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya Avrupa’dan Asya’ya kadar her tarafa dağıldı ve “kendilerince” çok başarılı eylemlere imza attı.

Amerikalılar Afganistan ve Irak’ta cehennemi yaşarken, tüm bu olayları keyifle izleyen ve ABD başkanlarının elinde kova kürekle kumdan kaleler yapıp askercilik oynamasından mutlu olan tek bir kişi varsa o da herhalde Putin’inden başkası değildi. Afganistan ve Irak Savaşı ile zaman kaybeden ABD, Rusya’nın Putin öncülüğünde hızla yenilenmesini ve tekrardan bir süper güce dönüşmesini takip edemedi. SSCB’ni adım adım yeniden kuran, ABD Başkanından borç dilenen Gorbaçov’un aksine kendi coğrafyasındaki tüm enerji kaynaklarını ele geçiren, ekonomisine istikrar kazandıran Putin ise, dağılma sürecinde yerde sürünen şimdilerde ise itibarına itibar kattığı rublesiyle votkasını yudumlayıp durdu.

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Dinyeper nehrinin doğusunda bulunan Rus çoğunluğu koruma güdüsüyle ayrılıkçıları desteklemesi ve büyük ihtimalle yakın bir gelecekte yaşanacak Ukrayna’nın kısmi işgali hadisesine ABD başta olmak üzere AB ülkelerinin itiraz etmesinin temel nedeni de aslında Rusya’nın istikrarlı büyümesi. Rusya sahip olduğu doğalgaz ve petrolü başta Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın hemen her ülkesine rahatlıkla satıyor ve ülke hazinesini bu paralarla dolduruyor.

ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve gerisi zaten herhangi bir anlam ifade etmeyen diğer AB ülkeleri ise, üretim ve ihracat yapamadıkları takdirde açlıktan öleceklerini çok iyi biliyorlar. Bu ülkelerin tamamı Rusya’nın sahip olduğu doğalgaz ve petrol rezervlerine Rusya açısından ‘havadan gelen para’ gözüyle bakıyorlar. Ancak gerçek öyle değil. Aynı imkânlara onlar sahip olsaydı, herhalde petrolün varilini diğer dünya ülkelerine 1000 dolardan satarlardı.

Batılıların bu bakış açısına karşılık Rusya’ya farklı davranan tek bir ülke varsa o da Türkiye. Türkiye’nin üretim ve ihracat yapabilmesi için doğalgaza ve petrole ihtiyacı var ve bunu tamamen ticari bir yaklaşımla Rusya’dan temin ediyor. Rusya’dan doğalgaz ve petrol alırken, karşılığında yumurtadan elmaya, tekstilden deri ürünlerine kadar binlerce çeşit mal satıyor. Her iki ülkede oldukça dengeli, ahlâklı ve seviyeli bir siyasi ve ticari ilişki kurmuş durumda. Kırım ve Ukrayna meselesinden dolayı yalnızlığa mahkûm edilen Rusya’yı yalnız bırakmayan ve onun elinden tutan tek ülke hiç şüphesiz Türkiye’nin kendisi. Rusya’da bunun çok iyi farkında ve Devlet Başkanı Putin bu durumu basın toplantılarında açıkça dillendirip “Erdoğan çok sağlam bir lider” ifadesini sık sık kullanıyor.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2015 yılı sonlarında Antalya’da tertip edilen G20 toplantısında kendisini adam yerine koyup selam bile vermeyen Avrupalı liderlere en büyük tepkiyi Ankara’da gösterdi ve Güney Akım Projesi’ni iptal ettiklerini, bu hattın Türkiye’ye kaydırıldığını açıkladı. Üstelik Hattın ismi de Türk Akımı’na dönüştü. Hem de Erdoğan’ın talebi üzerine hiç kimseden gizleme gereği bile duymadan. Bu açıklamadan hemen sonra tam da Putin’in dediği gibi İngiltere Başbakanı, İtalya Başbakanı, AB yetkilileri birbiri peşi sıra Ankara’yı ziyarete başladı ve Erdoğan ile görüştü. Rusya bu hamlesiyle Türkiye’nin elini Batılılar karşısında tarihinde olmadığı kadar güçlendirdi. Putin yaptığı basın toplantısında; “bundan sonra gaza ihtiyacı olanlar Ankara’ya müracaat etsin” demeyi de ihmal etmedi.

İngiltere Başbakanı başta olmak üzere tüm Batılı liderler Erdoğan’a herhalde şöyle bir teklif sunmuşlardır; “Güney Akım Projesinin Türkiye’ye kaydırılmasına izin vermezseniz ve Rusya ile ilişkilerinizi kesip Putin’i yalnızlaştırırsanız sizi AVRUPA BİRLİĞİ’ne alacağız”. Erdoğan’da muhtemelen onlara; “Geçti bunun pazarı sür eşeği Edirne’ye, yıllarca bizi oyaladınız, bize sömürge muamelesi yaptınız, Şam’ı, Halep’i, Musul ve Kerkük’ü, Mekke ve Medine’yi, Kuveyt’i ve daha birçok toprağımızı elimizden aldınız, bu topraklarda yıllar boyu kafanıza göre at koşturdunuz, yıkılın gidin karşımdan” demiştir.

Türkiye, Rusya dik durduğu ve Türkiye’yi satmadığı sürece bu komşusuna asla sırtını dönmeyecektir. Her iki ülkede büyük bir sınavdan geçiyor. Rusya ve Türkiye bu sınavdan başarı ile geçtikleri takdirde bu coğrafyanın en büyük gücü durumuna geleceklerdir. Her iki ülkede hiç olmadığı kadar ‘dik’ durmak zorundadır. Eğilen veya yumuşayan bu oyunu kaybedecek ve bir daha asla belini doğrultamayacaktır.

Türkiye için Kıbrıs’ın anlamı ne ise Rusya içinde Kırım’ın anlamı odur. Rusya Kırım’dan asla vazgeçmeyecek ve geri adım atmayacaktır. Ukrayna’yı Avrupa Birliği bünyesine alıp burayı bir Alman sömürgesi haline getirmeyi planlayan Merkel’in bu hayali artık sona erdiği için Almanya oldukça gergin ve sinirli davranışlar sergilemektedir. Fransa ve İngiltere haricindeki diğer tüm AB ülkelerini EURO gücüyle kendisine bağımlı hale getiren ve yakın gelecekte bu ülkeleri birer ikişer yutmaya başlayacak olan Almanya, Ukrayna konusunda çetin kayaya çarpmıştır. Rusya’nın başında Putin olmasaydı Ukrayna başta olmak üzere Gürcistan ve Ermenistan’ı da Avrupa Birliği’ne alıp Rusya’yı Karadeniz’den ve dolayısıyla Akdeniz havzasından uzaklaştırmış olacaklardı. Rusya’nın köylü bir toplum olarak kalması, tıpkı geçmişteki Türkiye gibi tarım ve hayvancılıkla uğraşıp kendilerine muhtaç bir halde yaşaması onların işine gelecekti. Ancak hem Türkiye’de hem de Rusya’da geçen 14-15 yıl içerisinde o kadar çok şey değişti ki Batılılar bu değişikliklerin hiç mi hiç farkına varamadı.

Batılılarca taraflı ve yanlı şekilde hazırlanan rapor ve analizler hem Türkiye hem Rusya konusunda Avrupalı liderleri ters köşeye yatırdı. Cari açık, sıcak para, soğuk para, enflasyon, bölgesel terör hareketleri, siyasi ve politik risk gibi “hava oyunlarına” takılıp kalan Batının embesil analist ve raportörleri büyüyen Türkiye ve Rusya’yı fark ettiklerinde, aysbergle burun buruna gelen Titanic kaptanının şaşkınlığını yaşadılar. “Bu ülkeler ne zaman büyüdü, ne zaman birbiriyle ticaret yapmaya başladı, ne zaman ilişki kurdu ve daha da önemlisi Türkiye bizi bırakıp da ne ara Rusya’nın yanına gitti?” tarzındaki sorular herhalde şu an Batı başkentlerinde en fazla tartışılan konuların başında geliyordur. Türkiye ile Rusya arasındaki birliktelik platonik bir ilişki olmayıp, ciddi bir evliliktir. Bugün her iki ülkenin çıkar ve menfaatleri ortaktır.

2000 yılında iktidara gelen Putin ve 2002 yılında Başbakan olan Erdoğan’ın aynı dönemde ülkelerini yönetmesi ise Allah’ın bir lütfu. 11 Eylül 2001 saldırısı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri öncülüğündeki Batı koalisyonunun Afganistan ve Irak’ta yaptıkları kelimelerle ifade edilemez. Neredeyse 10 milyon sivil insan NATO bombardımanlarıyla öldürüldü. Batılılar bu toprakları parçalamak için tüm güçleriyle saldırırken Allah Türklerin ve Rusların önünü açtı. Rusya savaş teknolojini yenileyip eski ihtişamlı günlerine dönerken, Erdoğan’ın Türkiye’sinde de aynı türden gelişmeler yaşandı. Rusya’nın sonsuz menzile sahip kıtalararası nükleer balistik füzeleri, Türkiye’nin AFRIN’da sergilediği askeri başarı ve Rusya ile imzaladığı S-400 füze anlaşması bu coğrafyanın kurallarını tümüyle değiştirdi. Erdoğan’ın değimiyle; “bu coğrafyada artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”.

Ruslar ve Türkler geçmişte birbiriyle çok defa savaştı. İlk çatışmamız 1568-70 yılları arasında Astrahan Seferi ile sonrakiler ise 1572, 1676-81, 1686-1700, 1710-11 (Prut Savaşı), 1735-39, 1768-74, 1787-92, 1806-12, 1828-29, 1853-56 (Kırım Savaşı), 1877-78 (93 Harbi), 1914-17 (Kafkasya Cephesi) savaşları ile yaşandı.

Geçmişteki kırgınlıkları ve kızgınlıkları bir tarafa bırakmanın zamanı gelmiştir. Kaldı ki Türk tarafında böyle bir kızgınlıkta yoktur. Hemen her konuda birbiriyle asgari müştereklere sahip olan Ruslar ve Türkler yek vücut olduğu takdirde ABD ve AB ülkelerinin yapacağı hiçbir şey yoktur. Zor günlerinde Ruslara vereceğimiz destek yakın gelecekte Montrö ve Lozan’ı tartışmaya açmamıza imkân sağlayacaktır.

Bir düşünün şu an kim kime muhtaç?

Türkiye ve Rusya’nın mı Batıya ihtiyacı var, yoksa %65-95 oranında Rus doğalgazına bağımlı olan Batı ülkelerinin mi Rusya ve Türkiye’ye?

Dünya hızla değişiyor. Dünyanın jeo-politik, jeo-stratejik ve jeo-ekonomik dengeleri eğer son 100 yıl içerisinde çok radikal bir kırılmaya konu olmuşsa o tarih; Putin’in Ankara’yı ziyaret edip Erdoğan ile görüşme yaptığı ve Batılı ülkelere enerji konusunda kırmızı kart gösterdiği 1 Aralık 2014 tarihidir.

Ancak bu aşamadan sonra göz ardı edilmemesi gereken çok büyük riskler de bulunmaktadır. Rusya Devlet Başkanı Putin ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ölüme adım adım daha fazla yaklaşmaktadır. Doğu’nun makus kaderini değiştiren bu iki lider, Batılılar nezdinde ortadan kaldırılmayı fazlasıyla hak etmiştir.

Putin ve Erdoğan bu coğrafyanın delileridir. Her iki liderde kendi halklarının refah seviyesini arttırıp zenginleştirmiş, devletlerinin itibarına itibar katmış, ulusal menfaatleri için Batılılara rest çekmiş, altyapı ve üstyapı yatırımlarına ağırlık vermiştir. Rusya’da 1917 Bolşevik ihtilâli, Türkiye’de ise 1923 sonrasında yapılan işlerin kat be kat fazlası son 10 yıl içerisinde gerçekleştirilmiştir. Her iki liderde kendilerine yönelik tüm saldırılara, algı operasyonlarına, yıpratma çabalarına karşın üst üste defalarca seçim kazanmış, giderek artan halk desteğine mazhar olmuşlardır. Bu liderlerin seçimle yıkılamayacağı artık anlaşılmıştır. Ekonomik, siyasi ve politik darbelerle götürülemeyeceği de anlaşılmıştır. Bu iki çılgın liderden kurtulmanın tek yolu; her ikisini de “İNFAZ” etmekten geçmektedir. Batılıları enerji konusunda Türkiye’ye bağımlı hale getiren Putin ile Putin’in elinden tutup onu yalnızlığa mahkûm etmeyen Erdoğan’ın katli artık onlar açısından artık vacip! olmuştur. 15 Temmuz 2016’da Amerika başta olmak üzere tüm Türkiye düşmanlarının taşeronluğunu üstlenerek Türkiye’de askeri darbe yapmaya çalışan Fetullah Gülen ve onun tasmalı köpekleri, Marmaris’te ki otelde Erdoğan’ı ele geçirselerdi işte tam da bu nedenle ilk iş olarak onu ve ailesini katledeceklerdi. Erdoğan öldürülmüş olsaydı Batılıların ikinci hedefi kolay lokma haline gelen Putin olacaktı. Şu an Erdoğan nezdinde Türkiye’nin kaderi Rusya’ya, Putin nezdinde Rusya’nın kaderi de Türkiye’ye bağlıdır.

Putin ve Erdoğan birbirinin çağdaşı olarak herhalde aynı anda iktidar olabilme şansına sahip iki lider olarak tarihe geçmiştir. Tıpkı Almanya’nın kurucusu Bismarck ve II. Abdülhamit gibi. Putin ve Erdoğan bu coğrafyada yaklaşık bir asırdır uyutulan ve sömürülen halkların hakkını savunma savaşında kaderin ortak cilvesi olarak aynı karta oynamıştır. Bu kart, gelecek 100 yılda dünya ülkelerini birbirine daha da bağımlı hale getirecek olan ENERJİ kartıdır.

Putin, doğalgaz ve petrole sahip bir ülkenin lideri olarak eski SSCB coğrafyasında Gorbaçov ve Yeltsin döneminde kaybolan devlet otoritesini yeni baştan tesis edip enerji kaynaklarının güvenliğini temin ederken, Erdoğan’da enerji kaynaklarından yoksun bir ülkenin lideri olarak Türkiye’yi dünyanın en önemli enerji taşıyıcısı ve enerji tedarikçisi haline getirmeye yönelik çok stratejik adımlar atmıştır.

Erdoğan, Azerbaycan’dan Kuzey Irak’a, Rusya’dan Katar’a, Türkmenistan’dan Cezayir’e kadar uzanan geniş bir coğrafyanın tüm enerji kaynaklarını boru hatlarıyla Anadolu’ya taşımış ve dünya pazarlarına sunmaya başlamıştır. Yirminci yüzyılın başında Ortadoğu’nun petrol kaynaklarını ele geçirmek için sudan bahanelerle Birinci Dünya Savaşı’nı başlatıp Osmanlı topraklarını kendi aralarında pay eden ülkelerin tamamı, bugün Türkiye ve Rusya denkleminin dışında olan biteni sadece seyretmekle yetiniyor. Washington Post, New York Times, Financial Times, Frankfurter Allgemeine ve daha nice Batılı medya baronlarının Putin ve Erdoğan aleyhinde; “değerli yalnızlık”, “yapayalnız liderler”, “dünyadan soyutlanan liderler”, “yalnız Çar”, “yalnız Sultan” ve “sarayda tek başına” gibi nefret dolu kızgın manşetler atmasının tek nedeni Rusya ve Türkiye’de yaşanan olumlu gelişmelerdir.

Amerika, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın şımarık ve “her şeyi biz bilir, biz yaparız” modundaki devlet yapılanmasının son yüz yıl içerisindeki en büyük yanılgısı ve öngörüsüzlüğü herhalde Erdoğan ve Putin özelinde Türkiye ve Rusya olmuştur. AB kapısında Türkiye’yi yıllarca oyalayan Batılı liderler, şimdilerde kafalarını duvarlara vurup “biz ne halt ettik de bu ülkeyi AB içerisine alıp pasifize etmedik” diye sızlanıp duruyorlardır.

Almanya, İngiltere ve Fransa dışındaki 25 Avrupa Birliği ülkesinin tamamı tek başına bir Türkiye bile etmemektedir: Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Hırvatistan, Hollanda, İrlanda, İspanya, İsveç, İtalya, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Yunanistan gibi Avrupa Birliği ülkelerinin Türkiye ile aşık atması bu saatten sonra mümkün değildir.

İstanbul’u yolcu taşımacılığında dünya lideri yapacak olan Yeni İstanbul Havaalanı inşaatı, Çin’den başlayıp İstanbul’da nihayete erecek olan Demir İpek Yolu projesi, Marmaray, Tüplü Boğaz Geçişi, İzmit Körfezi ve İstanbul Boğazı’na inşa edilen yeni asma köprüler, hızlı tren ve metro yatırımları, doğalgaz ve petrol boru hattı yatırımları, nükleer santral yatırımları, hemen her şehre inşa edilen havaalanları, yenilenen karayolları, dünyanın hiçbir ülkesinde bulunmayan muhteşem bir sağlık sistemi, yeni yapılan şehir hastaneleri ve artık vaka-yı adiyeden sayılan yeni okul yatırımlarının bırakın hepsini bir arada yapmayı, sadece birini veya birkaçını hayata geçirebilecek kaç tane ülke var ki?

Farkında mısınız?

Bu coğrafyada yeni bir dünya düzeni kuruluyor ve ALLAH bu iş için yeniden Türkleri görevlendirdi.

 

Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber