Firdevs Robinson – Mart 1, 2017
Türkiye’deki gelişmelerden bir zamanlar, ‘şaşırtıcı’ diye söz edilirdi. Artık ‘anlaşılmaz’ deniyor.
Gerçekten de uzaktan bakınca, ülkenin yöneticilerinin, izledikleri politikaların ne kadar ters teptiğini, çıkarlarına ne kadar zarar verdiğini görmüyor olabilmelerini anlayabilmek mümkün değil.
Alman Die Welt gazetesinin muhabiri Deniz Yücel’in tutuklanmasıyla, Türkiye’de hapisteki gazeteci sayısı 155’e yükseldi.
Almanya başbakanı Angela Merkel, çifte vatandaş Yücel’in hapsedilmesini, ‘orantısız sertlikte bir önlem’ diye kınadı. Almanya’nın diğer bazı siyasetçileri ve medya özgürlüğü savunucularının tepkisi ise, daha az diplomatikti. Ülkenin dört bir yanında, Yücel’in serbest bırakılmasını talep eden protesto gösterileri düzenlendi.
Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkiler, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’ne (DİTİB) bağlı imamlara yönelik casusluk iddiaları yüzünden zaten sorunlu. 15 Temmuz darbe girişimi ardından çok sayıda Türk diplomat ve askerin Almanya’dan sığınma istemesi de gerginliği artırıyor.
Deniz Yücel’in tutuklanması ardından Almanya Dışişleri Bakanlığının Türkiye büyükelçisini bakanlığa çağırması, iki ülke arasındaki diplomatik krizin tırmanacağına işaret ediyor.
Türkiye’de medyaya yönelik ağır baskının sonuçları, sadece ifade özgürlüğünü sınırlamakla kalmıyor.
Bir kaç gün önce, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin hapisteki yazar ve gazeteciler Ahmet ve Mehmet Altan, Şahin Alpay, Murat Aksoy ve Atilla Taş tarafından yapılan başvuruları öncelikli olarak değerlendireceğini açıklaması, haklarında henüz iddianame bile hazırlanmayan tutuklu pek çok kişi için örnek oluşturacak bir kararın yakında çıkabileceğine işaret.
Gerçi, referandum kampanyasında, idam cezasının geri getirilmesini gündeme getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarından yola çıkarak, Türkiye’nin şimdiden Avrupa Konseyi yükümlülüklerinden kurtulmanın yolunu aramaya başladığı varsayımında bulunmak da mümkün.
İdam cezasını geri getirmek, Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik başvurusunun da otomatik olarak dondurulması anlamına gelir.
Rejim değişikliği planlarında, böylece bir başağrısından daha kurtulunmuş olur olunmasına da, bu, ülkenin siyasi ve ekonomik geleceği üzerinde ciddi sonuçlar doğurur.
Hürriyet gazetesinde, Hande Fırat imzasıyla yayınlanan ‘Karargah Rahatsız’ başlıklı haber etrafında kopan fırtına ise, yetkililerin uzun erimli sonuçlarını öngöremeden attıkları bir başka adım olmaya aday.
Üst düzey bir askeri yetkilinin verdiği bilgilendirme sonucu yazılan haber, ‘hükümetle ordunun arasını açma’ girişimi ve saygısızca yapılmış kötü niyetli bir hareket, hatta darbecilik diye kınandı ve bizzat Cumhurbaşkanı tarafından ‘bedel ödetileceği’ bildirildi.
Doğan Grubunun özür dilemesi, emektar gazeteci ve genel yayın müdürü Sedat Ergin’i görevden uzaklaştırması da yetmedi. Grubun hisseleri yüzde 10 oranında düştü. İstanbul Üniversitesinden öğretim üyesi Mehmet Hakan Sağlam’ın şikayeti ardından savcılık, gazete hakkında da soruşturma başlattı. Hükümet yanlısı geleneksel ve sosyal medyadan da, gazeteye kayyum atanması çağrıları yükseldi.
Hürriyet etrafındaki tartışmanın, referandumda evet oylarını artırmaya yönelik ‘bir fincan suda koparılan bir fırtına mı’ yoksa ülkenin en büyük medya gruplarından birini daha susturmaya yönelik hesaplı bir adım mı olduğunu, bekleyip göreceğiz.
Ama, her halukârda, dış dünyada Türkiye’ye yönelik ifade özgürlüğü eleştirilerini artırmakla kalmayıp, zaten huzursuz ve ürkek yerli ve yabancı yatırımcıları daha fazla korkutacağını şimdiden öngörebiliriz.