Çarşamba , Aralık 4 2024
Anasayfa / Makaleler / KÂBE’Yİ KÂRHANEYE DÖNÜŞTÜREN VAHHABİ KÂFİRLER

KÂBE’Yİ KÂRHANEYE DÖNÜŞTÜREN VAHHABİ KÂFİRLER

(Article 026-30.09.2014)

Mekke ve Medine’deki bütün tarihi eserler Vahhâbi kâfirler tarafından sistematik bir şekilde yok ediliyor.

İslâmiyetin sözde bekçisi olan Suudi kraliyet ailesinden Prens Sultan Bin Salman Bin Abdul Aziz, Suudi hükümetinin turizm ve tarihinden sorumlu komisyon başkanı olarak Ürdün Petra Üniversitesi’nin Mimarlık ve Sanat Bölümü’ne bir tez sunmuş. Bu sırada yaptığı konuşmada; üyesi olduğu kraliyet ailesinin mimari eserleri koruma hususundaki tecrübelerini anlatmış, ayrıca şehir mimarisinde tarihi korumanın ekonomi ve çevre yönünden ne kadar önemli olduğundan bahsetmiş.

Bak hele bak! Şehir mimarisinden ne kadar da anlarmış Vahhâbi Çöl Bedevileri.

Bugünkü Mekke ve Medine’ye lütfen dikkatle bakın.

Şu anda Mekke, Medine ve diğer bütün şehirlerde Müslümanların kutsal saydığı mekânlardan eser kalmamış. Görünenler ise tamamen kâr amacıyla inşa edilen çelik ve betonarme gökdelenler, alışveriş merkezleri ve rezidanslar.

Medine’de geçmişten kalan tek bina ise şimdilik Hz. Muhammed’in türbesi. Türbe, yıkım sırasının kendisine gelmesini beklerken Suudiler bu iş için en uygun zamanı gözlemekte. Suudi Arabistan Kralı, bu işi meşrulaştırmak için kendi mezarının bile çölde bilinmeyen bir yere gömülmesini vasiyet ederek, kendisinden sonra gelecek aile efradına açık bir mesaj veriyor ve “Ben yapamazsam mutlaka siz yapın, Hz. Muhammed’in mezarını yıkın” demek istiyor. Türbenin şu ana kadar yıkılamamasının sebebi ise dünya Müslümanlarının yaratacağı infial ve tepki. Şimdiye kadar Mekke ve Medine’de tahrip edilen eserlerden çok daha değersizleri için insanlar birbirlerini katlederken, bu konuda hiç kimsenin kılını kıpırdatmaması akla ve mantığa pek sığmıyor.

Müslüman ülkeler Suudilere karşı çaresiz. Bunun en önemli nedeni ise Hac kontenjanlarının Suudiler tarafından belirlenmesi. Suudilere göre; Hz. Muhammed’in kırdığı putlar ne ise, insanların saygı gösterdiği ve kutsal saydığı yapıtlarda aynıdır ve hepsi birer put niteliğindedir. Bu konuda istedikleri her fetvayı ülkedeki din otoritelerinden rahatlıkla alabiliyorlar. Vahhâbi kâfirler 80 yıl içerisinde tüm Osmanlı eserlerini, mezarlıkları, şehitlikleri, sahabelerin ve Hz. Muhammed’in bütün akrabalarının mezarlarını ortadan kaldırıp, onların yerine ticari değeri olan binalar diktiler. Hayatını Mekke ve Medine’nin tarihini korumaya adamış olan Mimar Sami Angawi’ye göre şu anda Hz. Muhammed devrinden günümüze ulaşan sadece 20 eser kalmış durumda. Müslüman olanlar ve olmayanlar, büyük bir şaşkınlık ve sessizlikle Müslümanlığın bu kutsal yapıtlarının yeryüzünden silinmesine göz göre göre seyirci kalıyor. Buna hükümetler, din adamları, yazarlar ve düşünürler de dahil.

Şu ana kadar dokunulmadan kalan 1400 yıllık bir kaç tarihi eser ise ne kadar önemli olursa olsun harabe halinde ilk fırsatta yıkılacakları günü bekliyor. Tarihi eserlerin çoğu Suudi kraliyet ailesinin emri ve dini otoritelerin fetvaları doğrultusunda adeta bir şenlik havası içerisinde yıkılmakta. Türkiye, 2002 yılının Ocak ayında Mekke’deki Ecyad Kalesi’nin yıkılmamasını, aksi durumun kültürel bir soykırım olacağını ilan etti. Neticede bu kale de yıkıldı. Mekke’yi 1780′den beri din düşmanlarından koruyan o muhteşem kalenin yerine, yatırımcılarına her sene milyonlarca dolar gelir sağlayan Zem Zem Tower inşa edildi.

Osmanlı Devleti, Kâbe’nin etrafına ondan daha yüksek bina inşa edilemeyeceğini, hiçbir yapının gölgesinin onun üzerine düşemeyeceğini esasa bağlayıp asırlar boyu bu kurala sadık kalırken, Vahhâbi Kâfirler, Kâbe’nin etrafını ondan çok daha yüksek gökdelenlerle çevirmiş durumda. Şimdilerde bu binalarda, Kâbe manzaralı çalgılı çengili düğünler yapılmakta, alkol ve Captagon partileri düzenlenmekte. İslâmiyetin en kutsal mekânlarında bizzat devlet eliyle yapılan şu ahlâksızlığa bakar mısınız. Mekke’nin tamamı ve Kâbe’nin dört bir tarafı 80 yıl içerisinde “kârhaneler” ile kuşatılmış durumda.

Birinci Abdülhamid’in fakir hacılara hizmet amacıyla Mekke’de misafirhane olarak inşa ettirdiği ve II. Meşrutiyet’in hemen ardından askeri garnizona çevrilen Cervel Kışlası’da Suudi yönetimi tarafından yıkılarak otoparka dönüştürüldü. Cervel’den geriye ise Osmanlı’nın en önemli eserlerinden biri olduğunu hatırlatan sadece bir duvar kaldı. II. Abdülhamid’in fotoğraf merakı herkesin malumudur. Büyük Padişah, o yıllara ait görüntülerin gelecek nesillere aktarılması amacıyla İmparatorluğun hemen her köşesini resimlettirdiği gibi, Mekke ve Medine’deki bütün tarihi eserleri de çektirip albüme koymuş. Bu iki kutsal şehrin bir şimdiki durumuna bakın, bir de Osmanlı dönemindeki durumuna. Kimin tarihe ve geçmişe önem verdiğini daha ilk resimde görürsünüz.

Osmanlı’nın dış borç sorunu içinde yaşadığı dönemde tamamen halktan toplanan paralarla inşa edilen Hicaz Demiryolu’nun yapımında bile dini değerlere büyük bir hassasiyetle yaklaşılmıştır. Sultan II. Abdülhamid Han, demiryolu hattı Medine’ye ulaştığında Resulullah’ın rûhaniyetini rahatsız etmemek için rayların altına keçe döşenmesini istemiş, hatta beş altı kilometrelik bir güzergâhta sessiz lokomotifler çalıştırılmasını emretmiştir.

Ancak bu kâfirlerin bazı konularda tarihe olan ilgi ve alâkalarını da küçümsememek gerekir! Hazreti Hatice’nin yaşadığı evi yıkıp onun yerine tuvalet yaptıran Suudi Arabistan Firavunları, Arapları Osmanlı’ya karşı ayaklandıran İngiliz casusu Lawrence’ın kaldığı evi müze haline getirmeyi ihmal etmemişler.

Para ve makam uğruna Kraliyet ailesinin tarih katliamına fetva veren ve Cehennem zebanilerinin bile kendilerinden daha ahlâklı olduğu Suudi Arabistan’ın dinden yoksun İslâm alimleri ise, ruhlarını şeytana satmışçasına efendilerinin verdiği emirleri sorgusuz sualsiz yerine getiriyor. İbrahim Peygamberin Hacer’i çocuğuyla yalnız bıraktığı ve onun çaresizce su aradığı ve sonunda Zemzem’in bulunduğu Safa ve Merve tepeleri bile düzleştirilip, oraya da eski Suudi Arabistan Kralı Halid bin Abdülaziz için saray inşa edilmiş durumda. Suudilerin yeni hedefi ise Peygamber Efendimizin kutsal mezarı.

Suudilerin bu mekânı yıkma isteği aslında çok da yeni değil. 1926 yılından beri Peygamber Efendimizin mezarını yıkmak için uygun zamanı beklemekteler. Suudiler, Vahhâbiliğin gereği olarak türbe ve mezarları yok etmeyi kendilerine görev addediyor.

Bu kutsal topraklara şu an hâkim olan Suudlar kimdir? Mezhepleri olan Vahhâbilik nedir? Çok kısaca değinmekte fayda var. 571 yılında doğan Hz. Muhammed, 610 yılında 40 yaşına geldiğinde Peygamberlik vazifesi ile görevlendirilmişti. Mekke’de İslâm’ı tebliğ etmeye başlayan ve daha sonra 622 yılında Medine’ye hicret eden Hz. Muhammed, Medine merkezli İslâm Devleti’nin temellerini orada atmış, 630’da Mekke’yi fethetmişti. 632 yılında vefat ettiğinde, Arabistan Yarımadası’nın neredeyse tamamı İslâm egemenliğine girmişti.

Hz. Muhammed’in ölümünden sonra “Dört Halife Devri” başlar. Sırasıyla Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin halifelikleri döneminde İslâm Devleti’nin sınırları Kuzeyde Kafkasya ve Horasan’a, Güneyde Hint Okyanusu’na, Doğuda Basra Körfezi’ne, Batıda da Kuzey Afrika ortalarına kadar genişleyip büyümüştü. Emeviler Devri’nde (661-749) ise Kuzey Afrika’nın tamamı ile İspanya ve Fransa içlerine kadar ilerlenmiş, Doğu’da Hint toprakları ve Türkistan ele geçirilmişti. Böylece İslâm Devleti’nin sınırları Atlas Okyanusu ve Fransa içlerinden Çin’e kadar uzanmış oluyordu.

Abbasiler Devrinde (749-1258) ise çeşitli iç karışıklıklar, Haçlı Seferleri ve Moğol İstilası yaşandı. Abbasiler’den sonra bu kutsal topraklara Mısır Memlûkları (1250–1517) hâkim oldu. 1517 yılında Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim, Mısır ve Suriye ile birlikte bu kutsal toprakları Osmanlı himayesine kattı. Arap Yarımadası 20. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı’da kaldı. Osmanlı 1918 yılına kadar buralara her türlü hizmeti getirdi, sürre alaylarıyla fakirlere yardım etti, insanların ihtiyacını karşıladı.

Birinci Dünya Savaşı öncesinden başlayarak İngiliz ajanları vasıtasıyla kutsal topraklarda Osmanlı’ya karşı etkin bir karalama ve düşmanlık kampanyası yürütüldü. Sultan II. Abdülhamid, Şerif Hüseyin’i tehlikeli gördüğü için onu “Şuray-ı Devlet Azası” payesiyle İstanbul’da ikamete mecbur etmişti. Ancak İttihat ve Terakki yetkilileri 1909’da iş başına gelir gelmez, her şeyi berbat ettikleri gibi, bu tehlikeli İngiliz ajanını da serbest bıraktı ve ona Mekke Şerifi unvanını verdi. Osmanlı Devleti aleyhine İngilizlerle anlaşan bu şahıs, İngiliz himayesine girdi ve buna karşılık İngiltere’den her yıl 400,000 İngiliz Lirası rüşvet aldı. Şerif Hüseyin 27 Haziran 1916’da isyan başlattı. Hicaz’ın her gün bir kısmı elimizden çıkarken, Medine’yi savunan Fahrettin Paşa: “Ben, Peygamberimin merkâdını kimseye teslim edemem” diyerek bu şehri 2 yıl 7 ay boyunca müdafaa etti.

Neticede Şerif Hüseyin emeline kavuştu. Ancak yaşanan iç çekişmeler sonrasında İbn Suud’a mağlup olup Hicaz’dan kovuldu ve İngilizlerin kuklası olarak Ürdün’de küçük bir devlet kurabildi. Şimdiki Ürdün Kralları onun soyundan gelmektedir.

1937 yılında Atatürk’ü ziyaret eden Kral I. Abbullah, Şerif Hüseyin’in oğlu ve ilk Ürdün kralıdır. Kral I. Abdullah bir suikaste kurban gitti, onun yerine geçen oğlu Tallal, akıl hastalığına tutuldu ve ömrünü İstanbul’da Şifa Yurdu’nda geçirdi. Şerif Hüseyin’in diğer çocukları ise Irak Kralı ve veliahtı oldu ancak onlar da askeri darbede feci şekilde can verdi. Vahhâbi ayaklanması sırasından Hicaz’dan kaçan ve İngilizler tarafından Kıbrıs’ta alıkonulan Şerif Hüseyin tutsak hayatı yaşar. 1942 yılında II. Dünya Savaşı sırasında İsmet Paşa’nın Ortadoğu başkentlerine diplomasi için gönderdiği Feridun Cemal Erkin, Amman’da Kral I. Abdullah tarafından kabul edilir. Kral I. Abdullah’ın, babası Şerif Hüseyin’le ilgili söyledikleri Erkin’in “Dışişleri’nde 34 Yıl” adlı kitabında şöyle anlatılır: “Babam çok ıstırap çekti. Bir gün, saray bandosu bahçede konser veriyor. Hava sıcak, pencereler açıktı. Bir ara bando hepimizin bildiği İzmir marşını çalmaya başladı. Babamın birçok eski hatıralarının canlanmasını önlemek için pencereyi kapattım…”

Babam pencerenin açılmasını istedi ve “Evlat, neden o pencereyi kapatıyorsun? İzmir marşının eski günleri bana hatırlatmaması için değil mi? Ben velinimetine ihanet etmiş âsi bir kulum, günahım büyüktür. Kral olacağımı sandım, Tanrı beni sürgünlüğe düşürdü, hasta oldum, buraya sığındım. Pencereyi aç şu marşı dinleyeyim, duyduğum vicdan azabının şiddeti, o eski hatıraların canlanması ile büsbütün artsın. Bu dünyada çektiğim ıstıraptan artan vicdan azabıyla büsbütün ağırlaşsın, ta ki Cenab-ı Hak bu günahkâr kulunu dünyada affederek, ahirette daha büyük cezadan korusun…”

Vahhâbi mezhebinin ortaya çıkışı ve Suud bağlantısına gelince; 1740’lı yıllarda Muhammed bin Abdulvahhab  adında birisi Vahhâbilik adı altında itikadi bir mezhep kurmuş ve Riyad yakınlarında Der’iyye kasabasında faaliyet göstermeye başlamıştı. Abdulvahhab, o yöredeki Arap kabile reisi olan Muhammed İbn Suud ile işbirliği yapmış ve kızkardeşi ile evlenerek akrabalık tesis etmişti. Eniştesinin Vahhâbilik mezhebini benimseyen İbn Suud, silah zoruyla halkı bu mezhebe davet etti. Bu siyasi ve dinî kaynaşmadan doğan hareket, Arabistan Yarımadasındaki Vahhâbi isyanlarının da fitilini ateşledi. Temel amaçları, Osmanlı’dan ayrılarak kendi fikir ve inançları zemininde bağımsız bir devlet kurmaktı. Suudlar 19. yüzyılın hemen başlarında Hicaz’ı ele geçirdiler. Osmanlı Devleti, Mısır Valisi aracılığı ile Hicaz’ı geri aldı ve hem Suud, hem de Vahhâbi ileri gelenlerini şiddetli bir şekilde cezalandırdı. Abdulvahhab’ın iki oğlu öldürüldüğü gibi, İbn Suud’un oğlu ve çocukları da İstanbul’a getirilerek idam edildi.

20. yüzyıl başlarında tekrar harekete geçen bu yapı İngilizlerle bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma ile VahhâbiEmir Abdülaziz, Arabistan yarımadasında ele geçirdiği toprakların İngiliz garantisi altında kendisinde kalmasını, ölmesi halinde de iktidarın kendi çocuklarına geçmesini temin etti. Birinci Dünya SavaşıOsmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlanınca, Vahhâbiler, İngilizlerin desteğiyle Tâif, Mekke, Medine ve Cidde’yi ele geçirdiler. Şerif Hüseyin ile olan iç savaşı da kazanan Abdülazîz İbn Suûd, Necid ve Hicaz Kralı ilan edildi. Bu krallık 1927’de bağımsızlığını elde etti ve 1932’de söz konusu krallığın adı “Suudi Arabistan Krallığı” olarak değiştirildi. Bugünkü siyasi yapının özet geçmişi bundan ibarettir.

Bir İngiliz gazetesi Suudi yönetiminin Mekke ve Medine’nin “korunması” için yılda 19 milyar dolar para harcadığını iddia eden bir yazı kaleme aldı. Peygamber’in evi ve 1400 yıl önceden kalma kutsal mekânlar yıkılırken bu 19 milyar dolar ne için kullanılıyor? Kâbe’nin çevresini gökdelenlerle kuşatmak ve günün birinde o mübarek yapıyı da yerle bir etmek için olmasın!

Hz Muhammed’in annesi Amina’nın mezarı 1998’de bulundu. Buldozerlerle hemen yıkıldı ve içine benzin dökülüp yakıldı. Bugün Mekke’de 1400 yıl önceden kalan yirmiden az yapı mevcut. Peygamber’in ilk eşi Hz. Hatice’nin evi yıkıldı ve onun yerine tuvalet yapıldı. Hz. Ebubekir’in evi yıkıldı Hilton Oteli’nin arazisi içinde kaldı. 1200 yıllık Ebu Kubeys Camii’nin yerine Kraliyet Sarayı yapıldı.

80 yıllık Suudi Krallığı’nın yıkım faaliyeti dur durak bilmiyor. Suudi yönetimi gemi azıya aldı ve Hz Muhammed’in doğduğu evi tehdit etmeye başladı. Şimdi bölgeyi yenileme çalışmaları yapılıyor. Nasıl mı? Araba parkı yapılarak!

“Bugün Mekke ve Medine’nin son günlerine şahit oluyoruz, vedâ çok yakın.”

Vahhâbilere göre Kur’an ayetinin indiği Hira Dağı’ndaki mağara da yıkılmalı. Çünkü onlara göre; “Peygamber bize bu dağa çıkmaya, orada ibadet etmeye, kayalara dokunmaya izin vermedi”. Hz. Peygamber’in eşi Hz. Hatice’nin mezar kalıntıları 1950’de yok edildi. Suudi polisi gece gündüz nöbet tutarak mezarın olduğu yere insanların çiçek bırakmasını, saygı göstermesini engelledi. İçinde Hz Peygamber’in torunlarından El-Ureyd’in mezarının bulunduğu cami dinamitlendi. Yıkıntının etrafında toplanan Suudi polisler şenlik havası içinde kutlama yaptı.

Bu Kâfir Çöl Bedevileri bir şeyin farkında değil. Mekke ve Medine’de İslâmiyetin kutsal mekânları yerle bir edildiğinde, dünya Müslümanları bu topraklara niçin gelsin ki? O aşamadan sonra, benzerleri dünyanın diğer ülkelerinde de rahatlıkla gözlemlenebilecek betonarme lüks binaları, çelik yapıları, otel ve rezidansları görmek için insanların Mekke ve Medine’de ne işleri olacak ki? “Arap aklı” dedikleri bu olsa gerek.

Bugün Mekke ve Medine’nin neredeyse her karışı Batılı otel zincirleriyle dolmuş durumda. Hac mevsiminde 80 dolarlık odayı 1000 dolara satıp kârlarına kâr katan bu firmalar için, Müslümanların dini duyguları ne kadar değersiz ise Suudiler için de durum aynı. Vatikan’da veya dünyanın herhangi bir noktasında Hıristiyanlar için kutsal sayılan bir mekânı yıkıp onun yerine kâr amaçlı bir otel, alışveriş merkezi veya otopark alanı yapılmaya kalkışılsa acaba Hıristiyan dünyası buna nasıl yaklaşır?

Peki konu Müslümanlığın kutsal mekânlarının ve simgelerinin tahrip edilmesi olunca, Suudiler bu isteklere niçin olumlu yanıt veriyor? Asıl cevaplanması gereken konu bu. Vahhâbilik, sapkın bir mezhep olarak bugün Suudi Arabistan başta olmak üzere bazı ülkeleri etkisi altına aldığı gibi, IŞİD gibi terör örgütlerince de referans alınmıştır. IŞİD’in türbeleri, camileri ve Müslümanlar için kutsal sayılan mekânları yıkmasının esas nedeni işte budur. Görünürde ABD öncülüğünde Irak ve Suriye’deki IŞİD terör örgütüne karşı düzenlenen operasyonda, Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgedeki diğer Selefi devletlerin yer almasının nedeni de budur. Amaç IŞİD’i vurmak veya yok etmek değildir. Amaç; IŞİD bahanesiyle Irak ve Suriye’de bazı noktaları rastgele vurmak, binaları, camileri, kutsal mekânları yıkmak, bu coğrafyadan İslâmiyetin izlerini tamamen silmek ve bu arada 300-500 IŞİD militanını öldürüp, bölge halklarının Selefiliğe olan ilgisini arttırmaktır.

Amerika Birleşik Devletleri, 1990 yılında Saddam’ın Kuveyt’i işgali neticesinde tertip edilen Birinci Körfez Savaşı sırasında uluslararası bir koalisyon kurup Irak’a saldırı düzenlemişti. ABD’nin düzenlediği askeri operasyondan dolayı Irak, bugün hâlâ Amerika’ya savaş tazminatı ödüyor ve Irak petrol gelirlerinin bir kısmı bu tazminat hesabına aktarılıyor. ABD, yine bu savaş sonrasında “sizleri korudum” diyerek Kuveyt ve Suudi Arabistan’dan da askeri harcamalarını talep etmiş ve almıştı. 11 Eylül 2001 saldırısından sonra Irak’ı işgal eden ve trilyonlarca dolar para harcayan ABD’nin İkinci Körfez Savaşı’ndan dolayı talep ettiği tazminatı ise henüz bilen yok.

Terörü sona erdirmek amacıyla ABD öncülüğünde Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika coğrafyasında girişilen savaşlara lütfen bir bakın. Irak, Sudan ve Afganistan gibi ülkelerin müdahale öncesi ve müdahale sonrası durumları, siyah ile beyaz gibi birbirinden tamamen farklı. Bu ülkelerin tamamında askeri müdahaleler şartları iyileştirmedi, aksine daha da kötüleştirdi. Bu ülkelerde yaşayan insanların tamamı şimdi Saddam gibi liderleri mumla arar hale geldi. Yarınlarını bilememenin endişesini yaşayan Ortadoğu halkları, kuru bir yaprak gibi bir oraya bir buraya savrulmaktadır. Suriye, Ürdün, Filistin, Irak ve Türkiye’deki mülteci kamplarında yaşayan milyonlarca insan, evinden toprağından uzakta kendi vatanlarına yeniden dönmenin özlemi içerisinde beklemektedir.

Küçük resme bakma alışkanlığını bir kenara bırakıp lütfen Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı’nın parçalandığı büyük resme bakalım. Bugün Arap ülkelerinin tamamında Osmanlı’nın yarattığı huzur ve barış ortamından eser yok. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” misali Ortadoğu denilince insanların gözünün önüne gelen tek bir görüntü var; “Savaş, kan, gözyaşı, yıkıntılar altında kalan insanlar, ağlayan çocuklar, ekmek, su bulamayan aileler, konvoy halindeki insan göçleri”. Bu yaşam tarzı, Ortadoğu halklarının makûs kaderi değildir. Ortadoğu bugün mezhepsel açıdan adeta bir cıfıt pazarı haline gelmiştir. Vahhâbilik gibi sapkın mezhepler Arap halklarını adeta esir almıştır. Yapay sınırlar ve masa başında yaratılan devletler, kendi sistemini kurmak için yine yapay mezhepler ve inanç sistemleri yaratmıştır. Hıristiyan dünyasının Ortaçağ’da yaşadığı karanlık dönemi, Ortadoğu halkları 21. yüzyılda yaşamaktadır. Ortaçağ karanlığında engizisyon mahkemelerince sokak ortasında diri diri yakılan, derisi yüzülen, ayak ve kolları çapraz şekilde kesilen, bağırsakları ellerinde dolaştırılan, kazığa çakılan insanlarla, bugünkü Arap coğrafyasında boğazlanan, recm cezasına çarptırılıp taşlanarak öldürülen, yakılan, topluca kurşuna dizilen, dua okumayı veya namaz kılmayı bilmediği için infaz edilen insanlar ve buna imkân sağlayan düzen arasında ne fark var?

Bugün Irak ve Suriye’de, yarın bir başka Ortadoğu ve Afrika ülkesinde ortaya çıkacak radikal örgütlerin tamamı Batı menşelidir. Bu örgüt yapısı içerisinde Araplar olduğu gibi Batılı ülke vatandaşları da bulunmaktadır. Bunların bir kısmı düşünsel anlamda örgütü şekillendirirken, bir kısmı da militan olarak faaliyet göstermektedir. Şimdi çarpıklığa dikkat edelim; sözüm ona Müslüman militanların bir bölümü yine Müslüman olan bir ülkeye “cihad” amacıyla giderken, bir bölümü ise macera amacıyla bölgeye intikal eden psikopat, hasta ruhlu, uyuşturucu müptelası, yaşama amacı kalmayan, çevresine öfkeyle bakan ve içindeki öfkeyi insanları öldürmek suretiyle gidermek isteyen kişilerden oluşmaktadır. Bu terör yapılanmalarının tek amacı İslâm dünyasında yeni çatışmalar yaratmak, dünya çapında insanları İslâmiyetten soğutmak, uzaklaştırmak ve nefret duygusu yaratmaktır. Bugün tüm dünya Müslümanları işi gücü bırakmış, İslâmiyetin güzelliğini ve iyi yönlerini anlatacağı yerde, İslâmiyetin şiddet içermediğini izah etmeye çalışmaktadır.

IŞİD’i bitirmek sorunu çözmeyecektir. Esas sorun; Suudi Arabistan, Ürdün, Filistin, Suriye, Kuveyt, BAE, Yemen ve Irak gibi suni devlet yapılanmalarından kaynaklanmaktadır. Aynı sınırlar içerisinde birbirine düşman halkların bilerek bırakılması, yeni çatışmalara sebebiyet vermektedir. Ortadoğu’da yeni sınır düzenlemeleri yapılmadığı takdirde, bu türden çatışmaları hem bizler, hem de gelecek nesiller yüzyıllar boyu yaşamak zorunda kalacaktır.

Peygamber Efendimizin mezarının ve Kâbe’nin yıkılması meselesine gelince; böyle bir durumda Müslümanların zaten Arabistan’a gitmesine gerek kalmayacaktır.

Osmanlı arşivindeki plan ve projeler dikkate alınarak Kâbe’nin, sahabeler diyarı olan Kilis’te veya Peygamberler diyarı olan Urfa’da iki yıl önce yıkılan Osmanlı revakları ve Ecyad Kalesi ile birlikte yeniden inşa edilip, Topkapı Sarayı’ndaki Mukaddes Emanetler ile birlikte tüm dünya Müslümanlarının hizmetine sunulması acaba nasıl olur?

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber