(Article 018-05.09.2014)
Batı dünyasında Müslümanlara yönelik ilk Haçlı Seferleri sanıldığının aksine 12. yüzyılda değil, bundan çok daha önceleri 9. yüzyılda başlamıştır. Sebebi de İspanya ve Portekiz’in Müslümanlardan temizlenmesidir. Müslümanlar 711 yılında Tarık bin Ziyad öncülüğünde İspanya’ya ayak basmış ve orada Endülüs İslâm medeniyetini kurmuştu. Müslümanların İspanya’dan atılmasına yönelik ilk girişimler 9. yüzyılda başladı ve bilindiği üzere 1492 yılında tamamlandı. Neticede o coğrafyadaki İslâm hakimiyeti sona erdi.
Tarih kitaplarında Haçlı Seferleri olarak isimlendirilen ve Kudüs’ün Hıristiyan hakimiyetine sokulması amacını güden toplam dokuz askeri harekat vardır. Hıristiyanlar için kutsal sayılan toprakların ele geçirilmesi, Kudüs’ün kurtarılması ve Papalık gelirlerinin arttırılması çok önemliydi. Birinci Haçlı Seferi bu idealler doğrultusunda 1095-1099 yılları arasında gerçekleştirildi. 15 Temmuz 1099 günü Kudüs şehri Haçlıların eline geçti. Tüm Müslüman ve Yahudiler öldürüldü. Selâhaddîn Eyyubi 1187 yılında Kudüs’ü geri alıncaya kadar 88 yıl boyunca bu şehir Kutsal Kudüs Devleti’nin başkenti olarak kaldı.
İkinci Haçlı Seferi ise Musul Atabeyi’nin 1144 yılında Urfa’yı ele geçirip Urfa Kontluğu’na son vermesi üzerine 1147-1149 yılları arasında gerçekleşti. Almanya İmparatoru III. Konrad ve Fransa Kralı VII. Louis, ordularının başına geçerek Anadolu’ya girdi, ancak Selçuklu ordularının direnişiyle karşılaşıp Avrupa’ya geri döndü.
Üçüncü Haçlı Seferi, Selâhaddîn Eyyubi’nin 1187 yılında Kudüs’ü ele geçirmesi üzerine 1189-1192 yılları arasında gerçekleşti. Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa, yüzbin kişilik ordu ile Anadolu’ya girdi. Fransa Kralı II. Philip ve İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard Akdeniz yoluyla Akka’ya çıkıp bu şehri ele geçirdi. Ancak Richard Kudüs’ü ele geçirmek için birkaç defa hücumda bulunduysa da şehri Müslümanlardan alamadı.
Dördüncü Haçlı Seferi 1202-1204 yılları arasında yaşandı. Papa III. Innocentius, Kudüs’ü kurtarmak amacıyla tüm Avrupa’yı sefere davet etti. Toplanan ordunun emir komutası İtalyan Bonifacio’ya verildi. Ancak Latin orduları Kudüs yerine İstanbul’a yöneldi ve Konstantinopolis işgal edildi. İstanbul tarihinin en büyük yıkımını yaşadı. Haçlılar evleri yağmalamakla işe başladılar. Yağmaya şahit olan erken dönem Fransız lirik şairlerinden Villehardouinli Geoffrey isimli tarihçi, “Askerler elbiselerinin üzerine işlenmiş olan haçın mânâsını unuttular, kasaplığa ve kundakçılığa giriştiler. Evler ateşe verildi, saraylarla resmi binalar tamamen soyuldu. Erkekler öldürüldü, kadınlar tecavüze uğradı, en kıymetsiz eşyalar, hatta köylülerin gömlekleri bile yağmalandı.” diye yazmıştır.
Binaların soyulup soğana çevrilmesinden sonra, sıra zamanın en büyük mabedi olan Ayasofya’ya geldi ve Ayasofya sadece yağmalanmakla kalmadı, tam bir rezalete sahne oldu. Askerler kiliseye katırlar ve bir Fransız fahişeyle girdiler. Yağma işlemi sadece birkaç dakika sürdü. Duvarlardaki kaplamalar, Hz. İsa’nın havarileri ile Hazreti Meryem’e ait olduğuna inanılan eşyalar, İsa’nın çarmıha gerilmesinde kullanıldığı söylenen kutsal çivilerden biri ile İsa’nın başına takılan dikenli taç, altın ve gümüş haçlar ve kıymetli madenlerden yapılmış ne varsa katırlara yüklendi. Kilisede bir taraflara saklanmış olan rahiplerin karınları deşilirken, rahibeler tecavüze uğradı. Talana yetişemeyen Katolik askerler ise Ayasofya’nın şifalı olduğu, böbrek ve göğüs ağrılarına iyi geldiği söylenen sütunlarından parçalar kopartmaya giriştiler. Yüklenen eşyaların ağırlığı altında hareket edemez hale gelip oldukları yere yıkılan katırlar da kılıçlarla parçalandı. Kilisede ne var ne yok götürüldükten sonra, sıra eğlenceye geldi ve askerlerin beraberinde getirdiği Fransız fahişe, Ortodoks Patriği’nin birkaç gün öncesine kadar vaaz verdiği kürsüye çıkıp açık saçık şarkılar okumaya ve müstehcen bir raksa başladı. Askerler o sırada fıçılar dolusu şarabı içmekle meşguldü. Doğu Romalılar 1204’teki bu felâketi hiç unutmadı. Sonraki asırlarda yaşanan Türk ilerleyişi karşısında Katolik dünyasından yardım istemek yerine “Ayasofya’da kardinal külâhını görmektense Müslüman sarığını tercih ederiz” demelerinin nedeni işte bu vahşetti. Kurulan Latin İmparatorluğu 1204-1261 yılları arasında hüküm sürdü. 1261’de VIII. Mikhail Palaiologos Konstantinopolis’i geri aldı ve Latin Devleti’ne son verip Doğu Roma İmparatorluğu’nu tekrardan ihya etti.
Beşinci Haçlı seferi Kudüs şehrinin anahtarlarının Mısır’ın elinde olduğuna inanan Papa III. Innocentius’un 1213 yılında yaptığı çağrı üzerine gerçekleşti. Haçlı ordusu Kahire üzerine yürüdü. Fakat Mansure yakınlarında Nil Nehri’nin yükselmesi dolayısıyla yüksek bir arazide mahsur kalıp teslim oldular.
Altıncı Haçlı Seferi 1228-1229 yılları arasında gerçekleşti. 18 Şubat 1229’da Eyyubiler ile Haçlılar arasında 10 yıllık bir barış antlaşması imzalandı. Buna göre Kudüs ile Beytüllahim, Nasıra, Yafa ve Sayda şehirleri Kutsal Kudüs Krallığı idaresine bırakıldı. Kudüs, 1244 yılında Harezm Tatarları tarafından yağmalandı. Hıristiyan nüfus katledilip, Yahudiler kovuldu. Şehir, 1247 yılında tekrardan Eyyubilerin eline geçti.
Yedinci Haçlı Seferi ise 1248-1254 yılları arasında Fransa Kralı IX. Louis tarafından sevk ve idare edildi. Mısır’da Dimyat’ı zapteden IX. Louis, Kahire üzerine yürüdü ancak burada bozguna uğrayıp esir düştü. Fransız kralı fidye ödeyerek serbest kaldı
Kudüs şehri 1250 yılında bu defa Memlûkların eline geçti. Sekizinci Haçlı seferi 1268-1270 yıllarında yine Fransa Kralı IX. Louis tarafından düzenlendi. Kral ve ordusunun yarısı veba salgını nedeniyle öldü. Dokuzuncu ve son Haçlı Seferi ise 1271-1272 yıllarında gerçekleşti. Sonradan İngiltere Kralı olacak Prens Edward, Memlûk Sultanı Baybars’a karşı Kutsal Kudüs Krallığı’nın merkezi olan Akka’ya gitmek için bir sefer düzenledi. Başarısızlıkla sonuçlanan bu sefer Haçlıların Ortadoğu’ya düzenledikleri son sefer oldu. 1250 yılından beri Memlûkların idaresinde olan Kudüs şehri ise 1517 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katıldı.
İsmi Konulmayan 10. Haçlı Seferi…
Şimdi gelelim Haçlı Seferleri listesinde yer almayan ancak Hıristiyanların üstün başarısıyla sonuçlanan 10. Haçlı Seferine. Bu Haçlı Seferi, 1914-1918 yılları arasında yani son yapılan Haçlı seferinden tam 643 yıl sonra Osmanlı’ya karşı yapıldı. İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Yunanistan ve diğer bazı devletler bu savaş içerisinde yer aldı. Amaç, Müslüman Türkleri Avrupa topraklarından tamamen süpürüp atmaktı. Başarılı da oldular. Türkler, Trakya hariç Avrupa topraklarının tamamından püskürtüldü. Kudüs İngilizlerin eline geçti. Aslan Yürekli Richard’ın hayâli altı buçuk asır sonra gerçekleşti. Türkler, Ortadoğu’daki tüm topraklarını kaybetti ve küçücük bir coğrafyaya hapsedildi.
Batılıların ikinci hedefi Kutsal Kudüs şehrini Müslüman Araplardan tamamen arındırmaktır. Bu konudaki lejyonerleri ise İsrail’dir. İsrail’in bölgedeki rolü; Müslümanlara rahat ve huzur vermemek, sürekli problem yaratmaktır. Ortadoğu’da petrol bittiğinde ve öncelikler değiştiğinde İsrail’in de önemi kalmayacaktır. İşte o gün, Batı ülkelerinin İsrail’e hoyratça verdikleri “saldırabildiğin kadar saldır, öldürebildiğin kadar öldür” yetkisi sona erecek, İsrail yalnızlaştırılacak ve Kutsal Kudüs Krallığı yeniden tesis edilecektir.
1094 yılında gerçekleşen ilk Haçlı seferinden, bugüne kadar yaşanan tüm seferlerin arkasında Vatikan vardır. Vatikan’ın zaman konusunda hiç bir acelesi yoktur. Endülüs’ten Müslümanları atmak için sabırla 781 yıl beklemiştir. Kudüs’ü elde etmek için ise 1000 yıldan beri beklemektedir. Papa, Hz. İsa’nın yeryüzündeki gölgesi ve vekil-i mutlakıdır. Yani; Halifesidir. İşte o Halifelik makamı tüm bu uzun vadeli projelerin planlayıcısıdır. Hani bizim Cumhuriyet aydınlarımızın 3 Mart 1924’de 243 sayılı kanunla bir çırpıda hükmi şahsiyetini ortadan kaldırdığı İslâm halifeliği var ya? İşte onun Hıristiyan dünyasındaki karşılığı Papalık makamıdır.
“Din işleriyle devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması” olarak tanımlanan lâiklik kavramı da Vatikan menşelidir. Cumhuriyet kadroları bu kurumun gelecekte Türkiye’ye neler kazandıracağını düşünememiş, ancak İngiltere başta olmak üzere tüm Batı dünyası İslâm Halifeliğinin gelecekte Türkiye’ye önemli roller yükleyeceğini önceden hesap edebilmişlerdir.
1924 yılında Ankara Tren Garı’nda Anayasa çalışmaları için bir araya gelen İsmet İnönü, Şükrü Bey ve Mahmut Esat Bozkurt daha da ileri gitmiş, “Batılıların bize düşman olmaması için devletin dini olarak Anayasa’ya Hıristiyanlık kelimesini yazalım” diyecek kadar uçmuşlardı. Sadece onlar mı? “Çanakkale savaşı sırasında medeniyetin ayağımıza kadar geldiğini ve fakat Türklerin medeniyete karşı direniş gösterdiğini” ileri süren Abdullah Cevdet isimli birisi vardır. İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucusu olan ve kendisine “Allah Düşmanı” anlamına gelen “Adüvvullah Cevdet” sıfatı yakıştırılan bu şahıs, “Türk ırkını ıslah etmek, kuvvetlendirmek için Avrupa’dan ve Amerika’dan damızlık erkek getirmek gerekir.” diye açıklama bile yapmıştı.
Bugün Müslümanlığın bayrağını taşıyan önder bir devlet maalesef yoktur. Müslüman ülkeler arasında veya Müslüman cemaatler arasında arabulucuk yapacak, görüş beyan edecek, onları uzlaştıracak veya onlara gerektiğinde rest çekecek herhangi bir kurum da bulunmamaktadır. İngilizler, Türk İslâm halifeliği sona erdikten sonra Mısır’ı Müslüman dünyasının lideri, Mısırlı bazı din alimlerini de Halife gibi yetiştirmeye gayret göstermiş ancak bunu başaramamıştır. Bugün tüm Arap coğrafyası yangın yeridir. Irak, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan, Yemen, Libya, Sudan ve diğerleri hep birbirini yemekle meşguldür. Birbiriyle sıkı dostluk ilişkisi içerisinde bulunan iki tane İslâm ülkesi bulunmamaktadır. Hepsi birbiriyle problemli, hepsi birbirine düşmandır. İşte Türk İslâm Halifeliği tam da bugünler için gereklidir. Çatışmaları sona erdirmek, bölgesel barışı temin etmek, tüm dünya müslümanlarına önderlik etmek, İslâma itibar kazandırmak, medeniyetler arası diyaloğu başlatmak ve sürdürmek hususunda Halifelik makamı muazzam bir güce sahiptir. Bu amaçla Türkiye Cumhuriyeti’nin en kısa zamanda Hilâfetin kaldırılmasına yönelik kanun maddesini iptal ederek Osmanlı hanedanının hayatta olan en yaşlı erkeğini Halife olarak ilan etmelidir. Ayasofya da Halifelik kaftanını ve Halifelik kılıcını kuşanarak göreve başlayacak TÜRK HALİFESİ, Müslümanlar üzerinde inanılmaz bir güce sahip olacaktır. İşte o zaman ortada ne mezhep kavgaları kalacaktır ne de bölgesel çatışmalar. Çünkü problemlerin çözümüne el koyacak kişi, neticede Peygamber efendimizin yeryüzündeki gölgesi olacaktır. Bu gücün karşısında hiç kimse kımıldayamaz ve kendi başına hareket edemez. Türkiye’nin bölgesinde güçlü olabilmesinin temel koşullarından biri halifelik kurumunu yeniden ihdasdan geçmektedir. Aksi durumda bu coğrafya yıllar boyu kaynayacak, milyonlarca insan ölmeye devam edecek, insanlar evlerinden yurtlarından ülkelerinden olacak ve bu coğrafya adım adım gerileyecektir.
Adı konmamış 10. Haçlı seferi neticesinde 11 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’e giren İngiliz Orduları Komutanı Org. Edmund Allenby, Selâhaddîn Eyyubi’nin mezarına ayağıyla vurarak; “Kalk Selâhaddîn biz yine geldik” şeklinde bir konuşma yapmıştı. “Yine geldik” derken, 1189 yılında 3. Haçlı Seferine katılan ve başarısız olan İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard’ın ilk gelişini kasdediyordu. Birinci Dünya Savaşının patlak vermesinin esas nedeni Avusturya Prensi’nin öldürülmesi falan değildir. Amaç Osmanlı Devleti’ne yönelik Haçlı seferini başlatmaktı ve öyle de oldu. Bu savaşta en büyük kaybı Osmanlı yaşamış ve tarih sahnesinden silinmiştir.
Bu kadar anlatımdan sonra Kudüs’ün Türkler için ne kadar önemli olduğunu 2004 yılında Frankfurt’ta hayatını kaybeden Merhum İlhan Bardakçı’nın 1972 yılında Kudüs’te yaşadığı bir hatıra ile dikkatinize sunuyorum;
“Mevki Kudüs. Mekân Mescid-i Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid-i Aksa’nın önüne kavuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble’mize yani… Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan… O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.
Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy… İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi… Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle birşey işte. Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam?” dedim. Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”
Kan mı çekti nedir? Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmün aleyküm baba.” dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi :
– Aleykümüsselâm oğul…
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm…
– Kimsin sen, baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım. Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet (Osmanlı) çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
– Ben, dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden… Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı :
– Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım…
Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi…
Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı :
– Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?
– Elbette, dedim, buyur hele…
Konuştu;
– Memlekete avdetinde (dönüşünde) yolun Tokat Sancağı’na düşerse… Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki…
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:
– Ona de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım dedi” dersin…
Öyle yazdım. Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.’’ Kaynak: Zafer Dergisi. (Sayı : 345)
243 Sayılı Hilâfetin ilgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun’un 1. maddesine göre T.C. Başbakanı Ahmet Davutoğlu şu an için İslâm Halifesidir. Nasıl mı oluyor?
Kanun’un birinci maddesi Halifeliğin kaldırılması hakkındadır. Buna göre; Halifelik makamı şu an için Hükümet’in ve onu temsilen T.C. Başbakanı’nın uhdesindedir. Yasa maddesi aynen aşağıdaki gibidir;
“BİRİNCİ MADDE — Halife haledilmiştir. Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mâna ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilâfet makamı mülgadır.”
Buradaki Arapça kökenli “mündemiç” kelimesi “içinde”, “uhdesinde” anlamındadır.
Bilindiği üzere ilk dört İslâm halifesi seçimle belirlenmiş, sonraki İslâm halifeleri ise Emevi, Abbasi, Fatımi, Memlûk ve Osmanlı hanedanından süregelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, seçimle işbaşına gelen Hükümet tarafından yönetilmektedir. 243 sayılı yasa, Halifelik seçimine atfen Hükümet’in de seçimle geldiğini vurgulamış ve Halifelik yetkilerinin Hükümet üzerinde olduğunu bu nedenle soy esasına dayalı halifeye gerek kalmadığını ifade etmiştir.