(Article 210-09.03.2018)
Sene 1984…
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne yeni kaydolmuşuz.
O yılların meşhur hocalarını karşımızda görünce tabii olarak bir farkındalık hissediyorsunuz. Akın İlkin, Erdoğan Alkin, Yüksel Ülken, Gül Turan, Bedii Fevzioğlu, İsmet Mucuk ve diğerleri. Sınıfımız oldukça kalabalık. İktisat amfisinde 570 kişiyle ders görüyoruz. Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı okuduktan sonra İstanbul İktisat bana nedense oldukça basit gelmişti. Ancak o yılların en favori mesleği olan “iktisatçı” terimi nedense kulağımıza hoş geliyordu. Hele hele 12 Eylül Darbesi’nden hemen sonra iktidara gelen Turgut Özal’ın iktisatçı olması, işin doğrusu bizi mutlu etmiyor da değildi. O yıllarda çoğu kimse iktisatçı teriminin ne olduğunu bile bilmiyordu. Hatta tanımlama yaparken aynen şu ifade kullanılırdı; “Turgut Özal’ın mesleği”.
“İktisatçı ne iş yapar?” sorusuna ise ilk iş olarak “İktisatçı demek muhasebeci demek değildir” diye cevap verilirdi. Sonraki yıllarda iktisatçı tanımını hemen herkes kendine göre yapmaya başladı. Tabii ben de bundan geri kalmadım ve “iktisatçı her işi yapan kişidir” diye tanımlama yoluna gittim.
Üniversite yıllarımızda hocalarımızın bize övünerek anlattıkları bir Türkiye tanımlaması vardı; “Türkiye gıda konusunda dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biridir.” Ve bu tanımı bize kabul ettirebilmek için de ilave ederlerdi; “Diğer ülkelerin motoru, tankı, tüfeği, arabası, parası olabilir ama yiyecek olmadıktan sonra mal mülk neye yarar?” Aslında hocalarımızın yaptığı sadece avunmak ve kendi kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildi.
Lisede bir hocamız 15 Ocak 1981 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yer alan bir haberi bize böbürlenerek anlatmıştı; “Anıtkabir’in bayrak direği ipini artık biz yapıyoruz!“.
Yaşım itibarıyla 70’li ve 80’li yılların Türkiye’sini çok iyi biliyorum ve hatırlıyorum. O yılları iki kelimeyle özetleyin deseler herhalde “basitlik ve yokluk” kelimelerini kullanmayı tercih ederim. Marketler yoktu, süpermarket ve hipermarketler ise zaten hiç yoktu. İki kapılı bakkal Süleyman’ın Kilis’teki dükkânında hepi topu 30-40 çeşit ürün satılırdı. Eti’nin sade bisküvisi dışında çikolatalı veya kremalı atıştırmalıklar henüz icat edilmemişti. Mintax deterjan yeni çıkmıştı. Tursil ise kutunun içine konulan hediye kuponlarıyla araba dağıtacağını iddia ederek pazara girmeye çalışıyordu. Peynir, tereyağı ve yoğurt sabah erkenden köylülerce bakkallara getirilirdi. Bunun dışında ne tek bir tane peynir markası vardı, ne de paketlenmiş yoğurt ve süt. Bakkaldan süt alan kişilerin bakkallarla sıkça tartışmasına neden olan olay ise çoklukla “kilo ve litre” tartışmasından kaynaklanırdı. Mabel’in Arap Bacı isimli bir sakızı vardı ama ben Kenter marka olan şekerlisini tercih ederdim. Meyve manavda değil bakkalda satılırdı. Şimdiki gibi otuz çeşit meyve bulunmaz, mevsiminde olmak kaydıyla üç beş tane elma, bir o kadar da portakal bulunurdu.
1983 yılına kadar bırakın küçük illeri, İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerimizde bile muz, kivi, ananas gibi ürünleri gören insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. Buğday, bulgur, şehriye ve mercimek tamam ama kuru fasulye, pirinç ve şeker “lüks ürünler” grubundandı. O yılların bakkal dükkânlarını gözümün önüne getirmeye çalışıyorum ama inanın çok fazla ürünü anımsamıyorum. Çünkü fazla bir ürün gerçekten yoktu. Çitlenecek çekirdek almak için kuruyemişçiye değil onun için de bakkala giderdik. Çünkü henüz ayrı bir meslek grubu olarak kuruyemişçilerde ortaya çıkmamıştı. Garibim bakkallar kendi kendilerine ürün çeşidi yaratmaya çalışırlardı. Gazete kâğıdından yapılmış külahlara leblebi tozu koyup satmak ve satışı özendirmek amacıyla külahın içine sakız yerleştirmek o dönemin dâhiyane pazarlama yöntemlerinden biriydi.
Renault 12 araba satın alabilmek için parasını bir yıl öncesinden OYAK bayilerine nakit olarak yatırmak ve sıraya girmek gerekirdi. Renk tercihi yoktu. Ne çıkarsa bahtına. Tofaş’ın kuş serisi henüz çıkmamıştı. Şimdilerde “Hacı Murat” olarak isimlendirilen o dönemin efsane arabası Murat 124 ile şehirlerarası taksi taşımacılığı yapılırdı. Amcamın oğlu rahmetli Abdurrahman Sağlam, bu arabanın son modeline sahip olan ender kişilerdendi. “Saç kopartan” olarak isimlendirilen ve titreşimle oda oda dolaşan! merdaneli çamaşır makineleri ise yeni çıkmıştı. Neyse ki sonradan çamaşır makinesi motorunun çalışmasından kaynaklanan vibrasyon etkisinin, karşı ağırlık konulunca engellenebileceği birilerinin aklına geldi de en azından makine yerinde durmaya başladı. Ancak saçını veya elini kolunu bu makinelere kaptırmayan herhalde yok gibiydi.
İGS ve Yeni Karamürsel dışında hazır giyim markaları henüz oluşmamıştı. Kot pantolon ve spor ayakkabısı Türkiye’de üretilmediği için kaçak olarak ülkeye getirilir karaborsa satılırdı. Yurtdışına ve özellikle İtalya’ya gidenlere takım elbise siparişi verilirdi. Ancak kaçak olan her ürün –bir paket sigara dahi- yakalandığı takdirde cezaya tabi tutulurdu. Cezaevleri 1567 Sayılı Türk Parası Kıymetini Koruma Kanunu ve 1918 Sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun’a muhalefet eden insanlarla doluydu. 2000 deste oyun kağıdıyla yakalandığı için deste başına altışar aydan 1000 yıl hapis cezasına çarptırılan kişilerin imdadına, söz konusu iki kanunu 1984 yılında ortadan kaldıran Özal yetişmemiş olsaydı bu garipler 3015 yılına kadar! hapiste yatar dururdu herhalde…
TRT Ankara ve İstanbul’da sınırlı yayın yapar ancak Türkiye’nin diğer bölgelerinde hizmet vermezdi. Kilis’te evinde televizyon olan sayılı ailelerden birisiydik. Ancak Türkiye’de yayın olmadığı için Suriye’nin televizyon yayınlarını izler, Hafız Esad’ın propaganda filmlerini seyretmek zorunda kalırdık. Aslında o yıllarda Kilis’te yaşadığımız için çok şanslıydık. En azından Halep hemen yanı başımızdaydı ve Türkiye’de yok olan ürünleri oradan bulabiliyorduk. Türkiye’nin diğer vilayet ve şehirleri ise yokluktan dolayı içler acısı haldeydi.
Yollar şimdiki gibi değildi. Araba sayısı oldukça sınırlıydı, ancak benzin hiç yoktu. Arabası olanlara kaymakamlık ve valiliklerce ruhsat başına aylık 25 litrelik benzin kuponu dağıtılırdı –tabi bu karneyle satın alabilecek benzini bulabilirseniz-. Tüp, çay ve şekerin üçünü birden bir arada bulabilme ihtimali, Ağustos sıcağında soğuktan donup ölebilme ihtimalinden daha düşük bir olasılıktı.
Yetmişli yılların son çeyreğinde elektrikte bulunmuyordu. Sabah sekizden akşamın bilmem kaçına kadar elektrikler kesilir, birkaç saat geldikten sonra tekrar giderdi. Bakkallardan gazyağı alır, gazyağı lambası ışığında ders çalışırdık.
Cep telefonu henüz icat edilmediği gibi ev ve işyerlerinde sabit telefonu olanlarda çok nadirdi. 7 rakamdan oluşan telefon numarası nerede? Bizim evin telefon numarası 553 idi. Konu komşu uzak memleketlerdeki yakınlarıyla görüşmek için bizim eve doluşurdu ancak konuşabilmek ne mümkün. Manyetolu telefonlarla önce postane aranır, görüşülmek istenilen numara yazdırılır ve kapatılırdı. Şanslıysanız bir iki gün içerisinde, yoğunluk var ise bir hafta içerisinde numaranız bağlanırdı. O da kısa bir süre konuşmak şartıyla. 1975 yılında babamın PTT’ye yaptığı teleks cihazı başvurusunun, 1982 yılında biz İstanbul’a taşındıktan sonra çıktığını bugün gibi hatırlıyorum.
Ülkede sanayi üretimi yoktu. Her çeşit alet ve edevat ithal edilirdi. Bozulan araç ve makineler yedek parça olmadığı için bozulduğu yerde bırakılırdı. Çaldıkları malları kolayca paraya dönüştürmeyi ilke edinmiş olan hırsızlar için en revaçta olan hırsızlık çeşidini araba lastiği, jant ve benzin oluşturuyordu. Kilis’in pasajları ağzına kadar kaçak eşya doluydu. Kesinlikle abartı değil iğneden ipliğe, kurşunkalemden silgiye, sigaradan tutunda benzinli muhtar çakmaklarına kadar hemen her şey ithaldi. Permatik henüz icat edilmediği için deste deste jilet satılırdı. Çoğu kimse hayatında bir defa olsun bile görmemiştir ama arabalarda kasetli değil “kartuşlu” teypler kullanılırdı. Otomobillerde, 10-15 saniye boyunca melodi çalan ve iki mahalle öteden duyulan havalı kornalar kullanılırdı ve henüz yasak edilmemişti.
Okula siyah önlük ve kolalı beyaz yaka ile giderdik. Ancak çoğu arkadaşımızın önlüğü belki ikinci, belki üçüncü kardeşten miras kaldığı için yıkanmaktan nezelmiş ve rengi dönmüş olurdu. Durumu iyi öğrencilerin önlüğü ise sırf bu nedenle simsiyah bir üniforma gibi “ben buradayım” diye bağırırdı. Annem o yıllarda Kilis’in en meşhur terzisi olduğu için benim önlüğüm hep ütülü olurdu. 50 kişilik sınıfta ben ve birkaç arkadaşım dışında ütülü önlükle okula gelen öğrenci pek yoktu, çünkü henüz elektrikli ütü olmadığı gibi kömürlü olanlarda çok pahalıydı. Kantin geleneği okullarda henüz oluşmadığı için genelde koridorun bir köşesinde hasır sepet içerisinde 5 kuruşa küncülü kâhke – susamlı simit- ve 10 kuruşa bol şekerli Kilis Gazozu satılırdı. Sarı saman kâğıdından defter kullanır, beyaz kâğıt nedir bilmezdik. Okullarda Yerli Malı Haftası kutlanılırdı. Hali vakti yerinde olanlar o gün sınıfa pestil, cevizli ip sucuğu, muska, portakal, elma getirirdi ancak sınıfın yarıdan fazlası yokluktan dolayı inanın hiçbir şey getiremezdi.
İnsanlar şimdiki gibi börtü böceği bahane edip demokrasi havarisi kesilemezdi. Devlet aleyhine konuşan tek bir kişi bulamazdınız. Konuşan olursa da hakkında hemen işlem başlatılıp cezaevine atılırdı. Yurtdışına kaçanlar ise çoklukla vatandaşlıktan çıkartılırdı. Rejimin hoşuna gitmeyen basit bir şiir, makale veya şarkı yazmak vatandaşlıktan atılmanız için yeterli bir gerekçe oluştururdu. Bırakın polise diklenmeyi, bekçinin düğmesini kopartmanın bile 6 ay cezası vardı.
Cem Karaca’ya 1979 yılında Almanya’daki 1 Mayıs kutlamaları sırasında çekilen bir resim dolayısıyla “yurda dön” çağrısı yapılmış, çağrıya uymayınca da vatandaşlıktan çıkartılmıştı.
Melike Demirağ, 1981’de Kıbrıs’ta bir film festivalinde “Sürü” filminin gösterimine davetli olarak katılmış, festivalde yaptığı konuşmayla ilgili olarak kendisine “yurda dön” çağrısı yapılmış, çağrıya uymayınca o da vatandaşlıktan çıkarılmıştı.
Sadece bunlar mı? O yıllarda yüzlerce binlerce kişi aynı akıbeti yaşadı.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ni hatırlıyorum da bugün demokrat geçinen aydınlarımızın tümü Kenan Paşa’ya methiyeler düzmüş, elini eteğini öpmüş, köşe yazılarında onu Atatürk derecesine çıkarmışlardı. Hatta Hürriyet gibi bazı gazeteler Kenan Evren’in fotoğrafı üzerinde rütuş ve oynamalar yaparak onu kartal bakışlı yeni bir Atatürk gibi resmediyorlardı.
Havaalanı üç beş şehirde vardı. Şehirlerarası otobüs firması sayısı bile sınırlıydı. Kilis’ten çıkan bir otobüs şimdiki gibi 12 saatte İstanbul’a ulaşamıyordu. 26 saatin sonunda Topkapı’daki Avrupa Otogarı’na varan Kilis yolcuları, eşek yüküyle sopa yemiş gibi yorgunluktan üç gün yerinden kıpırdayamazdı.
1980 darbesi sonrasında ailecek İstanbul’a taşındık. Kilis’teki onlarca pasaj ve dükkândan sonra İstanbul bana köy gibi gelmişti. İstanbul’daki tek modern yapı Boğaziçi Köprüsü idi. Kitle ulaşımı boynuzlu troleybüslerle sağlanırdı. Ortaköy’den Beyazıt’a gelinceye kadar en az üç dört defa troleybüsün boynuzları yerinden çıkar, şoför otobüsten inip bunları yerine takmak zorunda kalırdı. Otobüslerde biletçi olur, gideceğiniz mesafeye göre ücret tahsil edip fiş keserdi. Şimdiki gibi lüks AVM’ler yoktu. Koca İstanbul’da insanların alışveriş yaptığı en önemli mekânlar Kapalıçarşı, Mısır Çarşısı, Tahtakale ve Mahmutpaşa idi. Osmanbey, Beyoğlu ve Nişantaşı ise ancak 90’ların başından itibaren önem kazanmaya başlamıştı. İstanbul’un şimdiki semtlerinin çoğu ya yok ya da henüz üç beş bin nüfuslu köyler halindeydi.
1984 yılına kadar yurtdışına çıkmak kolay bir iş değildi. Herkese pasaport verilmezdi. Daha da önemlisi yurtdışına çıkmak için gereken döviz yoktu. Türkiye’ye gelen turist sayısı şimdiki gibi 40 milyon değil, toru topu 500 bin kişiydi. İzmir Limanı’na gelen 750 bininci turisti kılıç kalkan ekibiyle karşılamıştık da adamlar ne olduğunu anlayamayıp korkularından gerisin geriye gemiye koşuşturmuşlardı. Ege ve Akdeniz’de otel falan yoktu. Bodrum, Marmaris, Alanya ve Antalya basit birer sahil kasabası görünümünde kendi halinde yaşayan şehirlerdi. İstanbul’da ise Yeşilköy’deki Çınar Oteli, Harbiye’deki Hilton Oteli ve Taksim’deki The Marmara Oteli’nden başka beş yıldızlı otel yoktu.
Atatürk Havalimanı’nın ismi o yıllarda Yeşilköy Havaalanı idi ve o havaalanına da gün içerisinde şimdiki gibi günde 1700 uçak değil sadece ve sadece 24 tane uçak inip kalkıyordu.
1984 yılında İktisat Fakültesi’nde okurken hocalarımızın bize anlattıkları Türkiye işte böyle bir ülkeydi. “Gıda konusunda kendi kendine yeten 7 ülkeden biri” olan Türkiye’nin durumu işte tam da buydu. Tarım Ekonomisi dersini veren hocalarımız ısrarla bu durumla iftihar eder, “aç kaldığınızda makine yiyecek haliniz yok ya” diyerek Batı ülkelerinin aslında ne kadar aciz durumda olduklarını bize anlatmaya çalışırlardı. Halbuki o yıllarda SONY Trinitron marka televizyonlar yeni çıkmıştı ve kaçak olarak 6500 dolara satılıyordu. O parayla 1984 yılında tam tamına 450 gram saf altın alınıyordu ki bugünkü karşılığı 17,360 dolardır. Aynı yıl bir ekmek 13 liraya satılıyordu ve dolar kuru da 365 liraydı. Basit bir hesaplamayla bir adet SONY Trinitron televizyon 182 bin 500 ekmeğe karşılık geliyordu. Bugün ise en güzel plazma televizyonun fiyatı 5000 TL ve bir ekmeğin fiyatı da 1 TL olduğuna göre aynı televizyonu almak için 5000 ekmek yeterlidir.
İğneden ipliğe her türlü malın ithal edildiği o yılların Türkiye’sinin nasıl sömürüldüğü çok açık değil mi? Adamlar bizden 182 bin 500 adet ekmek alıp bize sadece bir tane televizyon vermişler. Şimdi ise aynı televizyonu 5000 ekmeğe satın alabiliyoruz. 1984 yılında bir adet televizyon alabilmek için verdiğimiz ekmekle bugün rahatlıkla 37 adet televizyon alabiliyoruz.
Peki bu arada ne oldu? Ekmek mi pahalılaştı yoksa televizyon mu ucuzladı? Teknolojik gelişmeye ve üretim artışına paralel olarak ileri teknolojiye dayalı ürün fiyatları geriledi. Bugün Türkiye eğer tekrardan eski günlere dönüş yapar ve hiçbir şey üretmezse fiyatlar göreceli olarak tekrardan yükselecektir. Dünyanın geri kalmış birçok ülkesi halen bu kısır döngüyü yaşamakta. Herhangi bir ülkenin bir yıllık pirinç üretimi veya bir yıllık kahve üretimi, bir kaç tane otobüs, helikopter veya uçakla takas edilmekte.
Üretmeyen bir toplumun düşeceği durum ortada; “Karnınız doyuyor ya daha ne istiyorsunuz?” sözü ne kadar yalanmış değil mi?
Bundan bir yıl kadar önce gazete ve televizyonlara çıkıp beyanat veren bazı ebleh siyasetçiler ve iktisatçı kırıntıları Hükümet’in başarılarını küçümsemek ve karalamak için aynen şu ifadeyi kullanıyorlardı; “Hükümet, Türkiye ekonomisinin dünyanın en büyük 14. ekonomisi olduğunu söylüyor ama sakın bu laflara kanmayın. Türkiye 1978 yılında da dünyanın 14. büyük ekonomisiydi. Bu hükümet başarısızdır, Türkiye’ye çağ falan atlatmamıştır”.
Meşhur bir hikâye vardır. Yarım imamın biri köy camiinde vaaz veriyormuş; “Hz. Musa’nın çocuğu yokmuş. Bir gün ‘Allah’ım bir çocuğum olursa onu sana kurban edeceğim’ diye dua etmiş. Bir zaman sonra Musa’nın bir kızı olmuş, adını Ayşe koymuş. Allah’a verdiği sözü unutmayan Musa kızını alıp bir dere kenarına götürmüş. Kızın boynuna bir ip geçirmiş. Tam boğacakken gökten Azrail bir deveyle beraber çıkagelmiş”.
Cemaatten biri daha fazla dayanamamış; “Yahu hocam bu anlattıklarının neresini düzelteyim; Musa değil İbrahim, kız çocuğu değil erkek çocuğu, Ayşe değil İsmail, dere kenarı değil dağ başı, ip değil bıçak, Azrail değil Cebrail, deve değil koç.” demiş.
O yılların Türkiye’sini bilmeyenler için basit bir gazete taraması yapıldığında bakın karşımıza neler çıkıyor;
- ABD’nin büyük havacılık şirketlerinden Northrop Uçak Şirketi, Türkiye’de rüşvet dağıttığını resmen açıkladı. (19 Mart 1976)
- 45 dubası çürüyen ve değiştirilmesi gereken İstanbul Karaköy Köprüsü’nün maddi sıkıntılar nedeniyle ancak tek dubası değiştirilebildi. (15 Temmuz 1976)
- İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı, ‘Uygarlık Tarihi’ adlı eserinden dolayı yargılanan Doç. Dr. Server Atilla için 20 yıl ceza istedi. (2 Eylül 1976).
- İstanbul’da bugün benzin bulunamadı. Taşıt kuyrukları yüzlerce metreyi geçti. (4 Ekim 1976)
- İtalya’dan geleceği söylenen benzin bugünde gelmedi. Sıkıntı had safhada. (5 Ekim 1976)
- İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden yapılan açıklamada, İstanbul genelinde son bir yıl içinde 510 öğrenci olayının meydana geldiği, bu olaylarda 13 öğrencinin öldüğü, 254 öğrencinin yaralandığı bildirildi. (25 Ocak 1977)
- Türkiye Sivil Havacılık Sendikası’nın THY’de aldığı grev kararı nedeniyle, THY’nin tüm iç ve dış seferleri durdu. (4 Şubat 1977)
- Merkez Bankası’nın çekleri Japonya ve İsviçre’deki bazı bankalar tarafından karşılığı olmadığı gerekçesiyle ödenmedi. (16 Mayıs 1977)
- Japonya’dan Türkiye’ye gönderilecek mallar parasını ödemediğimiz gerekçesiyle Japonya’da bekletiliyor. (20 Mayıs 1977)
- İstanbul’da enerji sıkıntısı dolayısıyla programlı olarak elektrik kesintisi yapılmaya başlandı. (25 Haziran 1977)
- Yurtçapında elektrik kısıntısı had safhada. İstanbul’da kısıntı 5 saate çıkarıldı. (10 Ağustos 1977)
- Döviz transferi yapılamadığı için, LPG (bütan gazı) sıkıntısı başladı. (31 Ağustos 1977)
- İstanbul’da yapılan elektrik kısıntısı, 08.00-21.00 saatleri arasına kadar uzatıldı. (3 Eylül 1977)
- Başbakan Demirel, enerji tasarrufu nedeniyle Seydişehir Alüminyum Tesisleri’ndeki iki ünitenin durdurulmasını emretti. (14 Eylül 1977)
- 8 milyon dolar transfer edilemeyince Libya petrol sevkiyatını durdurdu. Tekrar benzin sıkıntısı baş gösterdi. (21 Eylül 1977)
- Dün kahve satışlarının durdurulması üzerine bugün Tekel Bakanı açıklama yaptı: “Kahve keyif maddesidir. Günde üç yerine bir kahve için.” (6 Ekim 1977)
- Döviz transferi yapılamadığı için yedek parça bulamayan BMC kamyon ve minibüs fabrikaları 650 işçiyi işten çıkardı. (8 Ekim 1977)
- Elektrik borcumuzu ödemediğimiz için, Bulgaristan Türkiye’ye verdiği elektriği keseceğini bildirdi. (1 Kasım 1977)
- Türkiye’nin 210 milyon dolarlık borcunu ödememesi üzerine, Irak petrol boru hattıyla Türkiye’ye verdiği petrolü kesti. (21 Kasım 1977)
- İngiltere’de yayınlanan Financial Times gazetesi: “Türkiye iflas etmiş bir ülkedir.” (25 Kasım 1977)
- 60 milyon dolarlık borcumuzu ödemediğimiz için Japonya demir sevkiyatını durdurduğunu açıkladı. (21 Aralık 1977)
- Rafinerilerde 2 günlük petrol kaldığı açıklandı. (5 Ocak 1978)
- Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin 450 milyon dolara düştüğü açıklandı. (8 Ocak 1978)
- Bakanlar Kurulunca, ülkenin döviz sıkıntısını hafifletmek için yurtdışına yapılan turistik gezilerin en az 2 yılda bir yapılabileceği kararlaştırıldı. (15 Şubat 1978)
- Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu, ithal eşyaların satışının yasaklandığını açıkladı. (16 Şubat 1978)
- Geçen yıl Hacca gidenlerin bu yıl gidemeyecekleri açıklandı. (17 Şubat 1978)
- Hammadde ve yakıt sıkıntısından dolayı, Samsun Azot Fabrikası ile Ünye Çimento Fabrikası üretimlerini durdurdular. (25 Şubat 1978)
- IMF ile 1,5 milyar dolarlık kredi anlaşması yapıldı. (23 Mart 1978)
- Bir süredir piyasada bulunmayan ve ancak karaborsada satılan yağdan sonra, şekerde karaborsaya düştü. (24 Mayıs 1978)
- IMF, Türkiye’ye acı reçetesini açıkladı: Memur kadrosu dondurulsun, maaşlar arttırılmasın, benzine zam yapılsın, KİT açıkları kapatılsın. (28 Temmuz 1978)
- İlaç’ta karaborsaya düştü. Pek çok ilaç piyasada bulunamıyor. 18 liralık Eptoin 150 lira. (9 Ağustos 1978)
- Mazot sıkıntısı başladı. Otobüs seferleri aksadı. (3 Aralık 1978)
- Sigara’da karaborsada. 10 liralık samsun karaborsada 25 lira. (27 Aralık 1978)
- Turistik amaçlı yurtdışına çıkışlar, 2 seneden 3 seneye çıkartıldı. (31 Aralık 1978)
- Bütün ithalat izne bağlandı. Nescafe, oyun kağıdı, müzik aletleri ve poster ithali yasaklandı. (20 Ocak 1979)
- Piyasada ampul bulunamıyor. (24 Şubat 1979)
- Dünyada yaşanan petrol bunalımı Türkiye’yi derinden etkiliyor. Akaryakıt karneye bağlandı, kriz had safhada. Yunanistan’dan mazot istedik, olumsuz yanıt verdiler. (25 Şubat 1979)
- Piyasada ilaç sıkıntısı başladı. (3 Mart 1979)
- Yeşilköy Havaalanı’na döviz yokluğundan dolayı ‘pist lambası’ alınamadı, pilotlar günlerce Havaalanı’na ‘kör iniş’ yaptılar. (27 Mart 1979)
Türkiye, 70’li 80’li 90’lı yıllarda hangi ekonomik altyapısı, hangi üretimi, hangi milli geliri, hangi döviz rezervi, hangi ihracatı, hangi refah düzeyi, hangi bilgi birikimi ve hangi zenginliğiyle dünyanın 14. ekonomisi olmuş?
Bilenler bilmeyenlere lütfen anlatsın.
Şimdi soruyorum; “Hangi Türkiye daha zengin, hangisi daha müreffeh ve hangisi daha güçlü?”
Ve soruyorum; “Hangi Türkiye’de yaşamak istersiniz?”
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM
Sevgili abim kalemine yüreğine sağlık, rabbim sizin gibi milli ve maneviyatı yüksek değerleri korusun ve artırsın, amin
Eyvallah rabbim razı olsun sizlerden