Çarşamba , Aralık 4 2024
Anasayfa / Makaleler / KAZUİSTİK ANAYASA VE CÜPPELİ JURİSTOKRATLAR

KAZUİSTİK ANAYASA VE CÜPPELİ JURİSTOKRATLAR

(Article 022-18.09.2014)

Kuvvetler ayrılığı prensibi denilen uydurma ve yalan ilkeyi yazmadan edemeyecektim. Kuvvetler ayrılığı en basit şekilde, devlet organları olan “yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrıldığı bir devlet yönetim modeli” olarak tanımlanır.

Mahkemelerde koca koca harflerle duvara yazılan bir vecize sıkça gözümüze çarpar; “Adalet mülkün temelidir”. “Mülk” kelimesini çoğu kişi gayrimenkul, mal, servet gibi yorumlasa da kelimenin asıl karşılığı “devlet”tir. Yani “Adalet devletin temelidir”. Bu cümlenin doğruluğunu tartışmak bile abesle iştigaldir. Çünkü adalet olmayan bir ülkede kamu düzeni kalmaz, at izi it izine karışır, ortaya Suriye gibi, Irak gibi, Sudan gibi, Eritre gibi denetimden, kontrolden, can güvenliğinden yoksun bir ülke çıkar. Ancak adalet sistemi dediğimiz şey yani “yargı kurumu” hiçbir zaman bir erk, yani güç değildir. Devleti idare eden yürütme organının temsilcilerini halk seçer ve halkın seçtiği temsilciler TBMM vasıtasıyla kanun yapar yani yasama işlevini yerine getirir.

Halkın seçtiği temsilciler, hem kendisini seçen halka karşı hem de yanlış iş ve işlemlerinden dolayı yargıya karşı hesap vermekle yükümlüdür. Peki yargı mensuplarını halk mı seçiyor? Tabiki hayır. Halkın seçmediği bir kurum “erk” sıfatını nereden kazanıyor? Doğrusunu isterseniz hiçbir yerden kazanmıyor, kazanamaz da. Verdiği yanlış kararlardan dolayı hiçbir şekilde hesap vermeyen, kendilerine ait bir dünyada yaşayan hukuk adamlarına sınırsız yetki tanıyan şey ise Menderes ve arkadaşlarının asılmasına sebep olan 1960 Darbesi ve onun ürünü olan 1961 Darbe Anayasası’dır. Kuran-ı Kerim’in Zümer suresindeki “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” ayeti ne kadar kesin ve anlaşılır ise, seçilmişler ile atanmışlar arasında ki fark da o kadar açık ve nettir.

Hasılı kelâm “yargı erki” diye bir şey yoktur. “Yargı mensupları eleştirilemez” diye bir şey de söz konusu değildir. Yargı, sadece ve sadece herhangi bir toplumda kişiler arasındaki anlaşmazlıkları gideren, kamu düzeninin sağlanması amacıyla hüküm kuran bir devlet organıdır. Anayasa, HSYK, Danıştay ve Yargıtay gibi yargı organlarının 1960’lardan itibaren ne türden haksızlıklara imza attığı artık herkesin malumudur. Pazartesi günü Adnan Menderes’in iki bakanı Polatkan ve Zorlu’nun haksız ve yersiz bir şekilde idam edildiği gün. Salı günü de Adnan Menderes’in idam edildiği günün yıldönümü. Bu üç insanı yargılayan ve idama mahkûm eden hukukçu sıfatını taşıyan cüppeliler, o insanların kendilerini savunmasına fırsat dahi vermeyip, tamamen düzmece bir yargılama neticesinde Türkiye’yi ve Türk insanını garka boğdular.

Şimdi gelelim “erkler ayrılığı” safsatasına. Demokratik sistemin en önemli unsurlarından biri olarak görülen erkler ayrılığı, Batı’daki anlamı çerçevesinde siyasal sistemi demokratikleştirmek amacıyla değil, rejimin olmazsa olmazlarını muhafaza edebilmek amacıyla siyasal sisteme entegre edilmiştir. Nitekim siyasal yönetimin aynı ideolojik paradigma ekseninde örgütlendiği ve bürokrasi ile siyasal iktidar arasında hiçbir ayrışmanın olmadığı CHP iktidarı boyunca erkler ayrılığına ihtiyaç duyulmadı. Ancak ne zaman ki CHP iktidardan düşüp, onun yerine değişim ve özgürlük vaat eden DP iktidara gelince ve iktidarda bulunduğu 10 yıl boyunca icraatlarıyla bazı kesimleri rahatsız etmeye başlayınca, yeni bazı “devlet kurumları” emniyet subabı olarak sisteme entegre edildi.

DP iktidarına kadar, Türkiye’nin ne bir yargı ne de asker sorunu vardı. CHP kendi içinden devşirdiği elitlerle, “açık oy, kapalı tasnif” sistemiyle hem çalıyor hem oynuyor, hiç kimseye hesap vermeksizin ülkeyi yönetiyordu. Ancak, DP’nin 1950’de iktidara gelmesi ve yoğun halk desteği ile 10 yıl içerisinde üst üste üç seçimde başarı elde etmesi, CHP ürünü ve yandaşı bürokratik kadroları ciddi bir endişeye sevk etti. Darbe sonrası siyasal rejimin niteliği konusunda hiç bir öngörüsü olmayan 27 Mayıs kadrolarının imdâdına CHP ve sözüm ona Anayasa profesörleri yetişti. 1961 Anayasası ile Türkiye’de yepyeni bir siyasal sistem kuruldu.

Bu siyasal sistem, CHP ve DP’nin iktidar deneyimlerinden alınan dersleri içeren orjinal bir formüle dayanıyordu. Öyle ki ne CHP iktidarının ideolojik kurgusundan ve bürokratik kazanımlarından vazgeçilecek, ne de DP iktidarında kazanılan toplumsal refah ve katılım mekanizması göz ardı edilecekti. Böylece, DP’nin sisteme kattığı “millet” egemenliğine, CHP eliyle kurumsallaşan ve kurucu ideolojinin garantisi olacak yeni bazı “yetkili organlar” eklendi. Bu yetkili organlar, halkın, toplumsal eğilimlerinin siyasal sistemi değiştirme ihtimaline karşılık bir nevi “rejim bekçiliği” işlevini sağlayacaktı.

Rejim bekçiliği görevi ise; Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi, Devlet Planlama Teşkilatı, Senato gibi “tamamen düzmece kurumlar” vasıtasıyla asker ve sivil bürokrasiye tevdi edildi. Halkın seçtiği yasama ve yürütme organları, bu yetkili organlar aracılığıyla bürokrasinin vesayetine alındı ve 1924 Anayasası’ndaki “halk egemenliği” sona erdirildi. Türk halkı seçimlerde tercihini kimden yana kullanırsa kullansın, bu rejim bekçileri gerektiğinde yasama ve yürütmeye ayar çekebilecekti. Dolayısıyla, gücünü halktan alan yasama ve yürütme erkinin üstüne, gücünü 1961 Anayasası’ndan alan uyduruk bir “yargı erki” ilave edildi. Artık yasama ve yürütme bürokrasinin denetimi altındaydı.

Bürokrasi ise kendi içinde kapalı işleyen personel rejimi, toplumsal gelişmelere kayıtsız ideolojik kurgusu ve verdiği kararlarla, sisteme dahil ediliş misyonuna her zaman sadık kaldı. Merkez sağ ve sol iktidarlar, yasama ve yürütmenin icraatlarını sınırlayan bu denkleme fazla itiraz etmeden siyasal faaliyetlerini sürdürdüler. Bu siyasal sistem, 12 Mart ve 12 Eylül müdahaleleri ve bu müdahaleler ertesinde yürürlüğe sokulan anayasal düzenlemelerle giderek perçinlendi ve 90’lı yıllara kadar işlerliğini sürdürdü.

90’ların ortasında, siyasal sistemin işlerliği açısından 50’lere benzer bir gelişme yaşandı ve siyasal sistem yarım asır sonra tekrardan toplumsal eğilimler sorunuyla karşılaştı. Türk halkı, yerleşik düzen partileri yerine Refah Partisi ve Fazilet Partisi gibi bu sistemi eleştirmeye başlayan yeni partilere yönelince, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi yeniden devreye girdi. 1961 Anayasası’nın bürokratik vesayet eksenli formülü artık işlemiyordu. Bürokratik vesayet yerine acilen başka bir şey icat edilmesi gerekiyordu. 2002’de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, AB sürecini hızlandırarak, toplumsal dinamiklerin sisteme yansıtılmasına imkân sağlayan yasal düzenlemeleri gerçekleştirdi. İlk yıllarında AB sürecine yaslanarak, sonraki yıllarda da toplumsal taleplere duyarlı davranarak icraat sergileyen Adalet ve Kalkınma Partisi, çok ciddi bürokratik engellemelerle karşılaştı. AB sürecindeki yasal düzenlemeler ve gerek iç gerekse dış dinamiklerin değişmesine bağlı olarak, askeri bürokrasinin sisteme müdahale etme imkânı daraldıkça, “yargı merkezli” yeni bir vesayet mekanizması ortaya çıktı. Artık halkın tercihlerine “yargı” kanalıyla ayar verilecekti. Halk işin doğrusunu bilemezdi. Türkiye’de yargı merkezli bir elitler sınıfı, yasama ve yürütmeyi esir alıyor, özelleştirmelerden belediye ve yol inşaatlarına kadar hemen her şeyi engellemeyi kendine görev addediyordu.

Yüksek yargı, 2006 yılının sonlarından itibaren, yasama ve yürütme erkinin birçok uygulamasını, verdiği tartışmalı kararlar ve bazen de yetki aşımı yoluna giderek durdurdu. Yüksek yargı, bürokrasi ile seçilmiş iktidar arasındaki güç mücadelesinde, hukuki normları bir yana bırakarak kendisine tanrısal ve uhrevi bir güç verilmişcesine hep yanlı kararlar aldı. Yargı mekanizmasının bu süreçte aldığı her karar, daha önceki tarihlerde verdiği kararlarla sürekli çelişti. Başörtüsü, katsayı düzenlemeleri ve parti kapatma davaları bir yana, kavşak yapımından köprü zammına, personel rejiminden yolcu taşıma fiyatına kadar birçok konuda yargı kurumları devreye girdi ve yürütmeyi kilitleyen kararlar aldı.

Ancak şu bir gerçektir ki; yargı, yasama ve yürütmeyi kilitlemeye yönelik siyasal kararlar aldıkça toplum nezdinde güvenirliliğini, hukuki dokunulmazlığını ve meşruiyetini kaybettikçe kaybetti. Yargının belli bir grubun kontrolüne girmesine imkân tanıyan HSYK ise özellikle 17/25 Aralık 2013 Yargı Darbesi sürecinde hükümetin karşısında Paralel Yapı olarak isimlendirilen illegal bir oluşumun kalesi durumuna geldi.

Bundan iki yıl önce yurtdışında iken amcamın oğlu beni Yunanlı ortağı ile tanıştırmıştı. Anlattığı bir anıdan çok etkilendim. Sene 1821, Yunanistan Osmanlı’dan ayrılır. Atina ve Mora Yarımadası’nda bir Yunan Krallığı kurulur. Devlet henüz çok yenidir ve hiçbir organı yoktur. Devlet dairelerinde ne kadar Türk varsa hepsi çıkartılır ve onların yerine Yunanlılar yerleştirilir. Fakat sıra mahkeme ve adalet meselesine gelince kendilerini adil olarak yargılayacak kişiyi bir türlü bulamazlar. O sırada kadılık görevini icra eden ve verdiği doğru kararlarla Yunanlıların gönlünü kazanan bir Osmanlı kadısına görevine devam etmesi ricasında bulunurlar. Osmanlı kadısı, ölünceye kadar Yunanistan mahkemesinde görev yapar. İşte, hak ve adalet böyle bir şey. Konu adalet olunca, düşman olarak gördüğünüz bir toplumun ferdine, hiç düşünmeden güven içinde teslim oluyorsunuz. (Bu Osmanlı hukuk adamının ismini o günden beri arıyorum.)

Gelelim günümüz Türkiye’sine. Türk hukuk adamlarına ne kadar güveniyoruz? Hiç ama hiç. Bugün HSYK öncülüğünde Türkiye’deki adliyelere yerleşmiş olan bazı yargı mensupları belli bir grubun temsilciğini yapmakta. Gün geçmiyor ki bir yerlerden birileri çıkıp kendisine yapılan hukuk ihlâlini anlatmasın. Düzmece belgeler, sahte ihbar mektupları, yetkisiz izleme ve dinlemeler, teknik takipler, casusluk derecesine varan uygulamalar sonucunda Türk yargı sisteminin çivisi çıkmış durumda. Bir Cumhuriyet savcısı sosyal medya aracılığıyla bu ülkenin başbakanına tehdit ve hakaretler savurabiliyorsa, yine bir Cumhuriyet savcısı adliye önünde yürütmüş olduğu soruşturma hakkında basın açıklaması yapabiliyorsa, yargının bağımsızlığı nerede kalıyor?

Mehmet Demir isimli İstanbul Cumhuriyet Savcısı, Adalet Bakanlığı’nın resmi portalında yargı mensubu arkadaşlarına açıklama yapıyor; “Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanları hiçbir mahkeme, kurum ve kuruluş dinleyemez, bu casusluk kapsamına girer” diyor. HSYK hemen toplanıyor ve bu savcıyı Edirne’ye sürüyor. Fakat aynı HSYK, Başbakanı ve Bakanları sahte ihbar mektuplarıyla dinleyen ve benim halen ne olduğunu anlamadığım Selam Tevhid Örgütü isimli uydurma bir örgüt yaratıp bunun üzerinden devlet büyüklerini dinleyen, MİT Müsteşarı ve Dışişleri Bakanının özel görüşmesini medyaya servis eden savcılara hiçbir işlem yapmıyor.

Türkiye’nin artık 1961 ve 1980 Darbelerinin mahsulü olan anayasalar ve bu anayasaların ürünü olan Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve HSYK gibi vesayet kurumlarıyla idare edilmesi, yargı dağıtabilmesi mümkün değildir. En doğru ve köklü çözüm yeni bir anayasa hazırlayıp, bu tür vesayet kurumlarını lağvetmekten geçmektedir. Dünyada eşi benzeri olmayan bu tür yargı kurumları, yargı dağıtmaktan çok siyaseti dizayn eden bir yapıya dönüşmüştür.

Türkiye’de şu an halk egemenliğine dayanan demokratik bir sistem değil, yargıçların egemenliğine dayalı jüristokratik sistem egemendir. Jüristokrasi, yargıçlar egemenliğine dayalı demokrasiye zıt bir kavramdır. Oligarşik bir yönetim biçimidir ve milli irade göz ardı edilir. Olgunlaşmamış demokrasilerde sıklıkla görülen juristokratik yapıda, yargı kurumunu temsil eden kişilerin yorum kabiliyeti ön plana çıkar ve yargıçların yorumları neticesinde şekillenen kanunlarla ülke yönetilmeye çalışılır.

HSYK seçimleri 12 Ekim 2014’de gerçekleştirilecek. Temel olarak iki grup yarışıyor. Birisi paralel yapının mevcut gücünü korumak amacıyla YARSAV ile yapılan ittifak listesi, diğeri ise Türk yargı sistemindeki hemen her grubu temsil eden ve Hükümetin desteklediği Yargıda Birlik Platformu listesi.

Sonuç ne olursa olsun, devlet ile hiç kimse bilek güreşi yapamaz. Gücünü halktan alan bir hükümete hiç kimse ayar çekemez, kendine güç ihdas edemez. Türkiye, bu vesayet kurumlarını er veya geç ortadan kaldırmak zorundadır. İleri demokrasi, her bireyin ve her toplumun en doğal özlemidir. Ortalama bir kitap kalınlığındaki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda neredeyse bahsedilmeyen hiçbir konu kalmamıştır. Halbuki anayasanın soyut kavramlardan, kısa ve öz hükümlerden oluşması gerekmektedir. Bu tür çerçeve anayasalarda geriye kalan tüm hususlar yasama organı tarafından doldurulur. 1787 tarihli Amerikan Anayasası bunun en güzel örneğidir. Toplam 7 maddeden oluşan bu Anayasa 227 yıl içerisinde 27 defa değişikliğe uğramış olup, bu değişiklikler de çoklukla yeni eyalet katılımlarını sağlamak için yapılmıştır.

1961 ve 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları ise türünün tek örneği olup Kazuistik Anayasa niteliğindedir. Kazuistik anayasa, uzun ve ayrıntılı kurallardan oluşan, kesin hükümlerin belirlendiği anayasa tipidir.

Şimdi size T.C. Anayasası’nda ki bazı maddeleri sıralayacağım; “Dergi çıkartmak (Md.29), Baskı makinelerine el konulması (Md.30), Siyasi partilerin kitle iletişim araçlarından yararlanması (Md.31), Tekzip hakkı (Md.32), Derneklerin nasıl kurulacağı (Md.33), Kimlerin ne şekilde gösteri ve toplantı düzenleyebileceği (Md.34), Kıyılara ne şekilde inşaat yapılacağı (Md.43), Çiftçilere ne şekilde toprak dağıtılacağı (Md.44), Hayvan üretiminin ne şekilde arttırılacağı (Md.45), Kamulaştırma bedelinin ne şekilde belirleneceği (Md.46), Özelleştirme ve devletleştirme işleminin nasıl yapılacağı (Md.47), Kimlerin sendikaya üye olabileceği (Md.51), Grev ve lokavt hakkının ne şekilde uygulanacağı (Md.54), Asgari ücretin ne şekilde belirleneceği (Md.55), Spor federasyonlarının disiplin kararlarına ne şekilde itiraz edileceği (Md.59), Sanat sevgisinin yaygınlaştırılması (Md.64), Kimlerin siyasi partilere üye olup olamayacağı (Md.68), Siyasi partilerin uyacakları kurallar (Md.69), Kamu çalışanlarının mal bildiriminde bulunması (Md.71), Kimlerin dilekçe verebileceği (Md.74), Yüksek Seçim Kurulu üyelerinin Yargıtay ve Danıştay üyeleri arasından nasıl belirleneceği (Md.79), Milletvekillerine ödenecek yolluk bedelleri (Md.86), Silahlı Kuvvetler ve yargı organlarının Devlet Denetleme Kurulunun görev alanı dışında tutulması (Md.108). Milli Güvenlik Kurulu’nun kimlerden oluşacağı (Md.118), Devlet memurlarının nasıl alınacağı, nasıl yargılanacağı (Md.128-129), Yükseköğretimin ne şekilde yapılacağı, rektör ve dekanların ne şekilde seçileceği (Md.130-132), RTÜK, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu’nun nasıl çalışacağı (Md.133-134), Diyanet İşleri Başkanlığının görev ve yetkileri (Md.136), Savcı ve Hâkimlerin ne şekilde çalışacağı (Md.139-145), Anayasa Mahkemesi’nin yapısı (Md.146-153), Yargıtay (Md.154), Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Uyuşmazlık Mahkemesi (Md.156-158), HSYK (Md.159), Ekonomik ve Sosyal Konsey, Piyasaların denetimi ve dış ticaretin düzenlenmesi, Tabiî servetlerin ve kaynakların aranması ve işletilmesi, Orman köylüsünün korunması, Kooperatifçiliğin geliştirilmesi, Tüketiciler ile esnaf ve sanatkârların korunması (Md.160-173), İnkılâp kanunlarının korunması (Md.174).”

Şimdi soruyorum böyle bir Anayasa olur mu?

Bu kadar saçma sapan konunun Anayasa içinde kendine yer edinmesinin temel nedeni yukarıda dile getirdiğim bürokratik vesayet yaratma arzusudur. Ordu ve yargı kökenli vesayet kurumlarının siyasi risk derecesi birbirinden oldukça farklıdır. Ordu içindeki darbe heveslisi paşaları şu veya bu şekilde bilirsiniz ve bu kişiler eninde sonunda “ben darbe yaptım” diye ortaya çıkar. Halbuki “yargı” vesayeti bu şekilde çalışmamaktadır. On binlerce savcı ve hâkim içerisinde kimin kime hizmet ettiğini tespit etmek oldukça zordur. Üstelik ne kadar temizlenirse temizlensin, bu yapı içerisinde kendini imha etmeye hazır ve “uyuyan hücre” niteliğinde canlı bombalar bulunmaktadır. Adana’da MİT tırlarına düzenlenen operasyonu yürüten savcılar ile 17/25 Aralık 2013 Yargı Darbesi operasyonunu “organize eden” savcılar ve bunların hamiliğini üstlenen HSYK içindeki örgüt mensupları üzerlerindeki bombanın pimini çekmek suretiyle kendilerini patlatmışlardır. Ancak henüz rengini belli etmeyen çok sayıda uyuyan hücre bulunmaktadır.

HSYK seçimleri, Anayasa’da kendine yer edinen bu saçma sapan kurumun üyelerini şimdilik değiştirecektir. Asıl olan; Türkiye’yi gelecek yüzyıllara taşıyacak, insan haklarına dayalı demokratik hak ve özgürlükleri ilke edinen yepyeni bir anayasa yapmaktır.

Bunun zamanı da gelmiştir.

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber