(Article 017-02.09.2014)
Yeşilçam’ın küçük eniştesi Tuncay Gürel’in cenazesine sanatçı dostlarının katılmadığına ilişkin bir haber okudum. Bu haber beni hiç şaşırtmadı. Hemen her toplumsal olayda en önde yürüyen, gündemde kalabilmek için artistik hareketler yapan ve her biri birer demokrasi havarisi olan sözüm ona aydın ve sanatçılarımızın pek çoğu için “vefa” sadece İstanbul’da bir semt adı.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Sayın Erdoğan bazı sanatçıları Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen bir toplantıya davet etmişti. Bunların içinde biri vardı ki toplantının kendisinden çok bu sanatçının yaptıkları uzunca süre gündemi meşgul etti. Metin Arolat denilen bu şahıs toplantıya katılıp Erdoğan’a kitap imzalatmayı dahi ihmal etmedi ancak, toplantıdan hemen sonra Twitter üzerinden ilginç açıklamalarda bulundu. Erdoğan’a şunu demiş de bunu demiş de vs.vs. Aslında adamın hiçbir şey dediği yok. Sanırım aşırıya kaçan bir akşam yemeğini takiben uykusunda sayıklayıp durmuş. Ben bu olaydan sonra Sayın Erdoğan’ı çok eleştirdim ve halen de eleştiriyorum. Gezi Olaylarının bir kalkışma ve isyan hareketi olduğunu, kamu mallarına zarar verildiğini, Türkiye’nin uluslararası piyasalardaki kredi notunun düşmesine neden olduğunu, yüzde 4,15’lere kadar gerileyen devlet iç borçlanma faizlerinin bu olaylar sonrasında yüzde 9,45’lere yükseldiğini, çatışmalarda bazı kişilerin öldüğünü herkes hatırlar. O günlerde kanal kanal dolaşıp halkı isyana teşvik eden, attıkları yalan yanlış Twitter mesajlarıyla infiale sebep olan sanatçı kırıntıları herkesin malumudur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu tarz insanlara artık hiçbir şekilde yüz vermemesi hususunu canı gönülden diliyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesi şu şekildedir; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”
Şimdi bu maddenin son kısmını biraz irdeleyelim ve “demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti” kısmına dikkat edelim. Bu ülke nasıl bir “demokratik” bir ülkedir ki anayasasını hiçbir zaman kendisi hazırlayamamış, sürekli askerlere yazdırmıştır. Nasıl bir demokratik ülkedir ki; sanatçılar eserlerinden dolayı, yazarlar yazdıklarından, çizerler çizdiklerinden, gazeteciler makalelerinden, politikacılar söylemlerinden dolayı yıllar boyu yargılanmış, cezaevine girmiş, sürgün edilmiş ve toplumdan dışlanmıştır.
Lâiklik meselesine gelince bu konu tam bir komedidir. Kelimenin doğrusu Fransızca “laisizm” olup, devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız kalmasını savunan prensiptir. Türkçe’ye geçmiş olan “lâik” kelimesi ise Latince “din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk” anlamına gelen “laicus” sözcüğünden gelmektedir. Roma döneminde Hıristiyanlığın ilk yıllarından itibaren kilise adamlarına Latince “clerici”, bunların dışında kalanlara da Latince “laici” denilmiştir. Lâiklik konusuna Fransızca anlamı üzerinden bakarsak Türkiye’de devlet, dinler karşısında tarafsız mıdır? Latince anlamını Müslümanlık kavramına uyarlamaya çalışırsak “Müslüman olmayan kişi” anlamına gelmektedir. Yani anlayacağınız her iki halde de lâiklik kavramı, “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” gibi bir şeye karşılık gelmemektedir.
Anayasa’nın “sosyal bir hukuk devleti” kısmı ise tam bir saçmalıktan ibarettir. Eski Türkiye’nin sosyal hukuk devletinde 12 yıl öncesine kadar hastane kapılarında insanlar ölüyor, hastane morgundan cenazesini almak isteyenlerden teminat senedi alınmadan cenazesi teslim edilmiyor, insanlar rüşvet vermeden ölüsünü defin edecek mezar yeri bile bulamıyordu. Hukuk devletinin ne olduğunu ise Türk halkı son 10 yıldır televizyon ekranlarından canlı bir şekilde izliyor. Bu ülkede hukuk falan olmadığını sokaktaki çocuklar bile biliyor. Tamamen sahte belgeler, hukuksuz dinlemeler, montaj tape kayıtları ve gizli yürütülmesi gerekirken an itibarıyla medya organlarına servis edilen operasyon görüntülerine bu ülke insanı çok kısa süre önce şahit oldu. Savcıların mahkeme önünde basın toplantısı düzenleyip evrak dağıttığını, devletin Milli İstihbarat Teşkilatı’na savcılık kararıyla operasyon düzenlendiğini, Twitter üzerinden Başbakan’a alenen tehditler savrulduğunu herhalde duymayan görmeyen kalmamıştır. Peki bu nasıl bir hukuk devleti?
Türkiye’deki aydınların ve sosyal demokratların şapkalarını önüne koyup bunları sorgulamasının zamanı gelmiş de geçiyor. Dün bir yazı kaleme almış ve Yargıtay Başkanı’nın Başbakan Davutoğlu’na yaptığı davetin içeriğini mealen dile getirmiştim. Bugün o açılış töreni gerçekleşti ve Hükümet kanadından hiç kimse toplantıya katılmadı. “Körler sağırlar birbirini ağırlar” misali Yargıtay Başkanı ve Barolar Birliği başkanı yine sayfalar dolusu konuşup durdu. Kusura bakmayın ama benim anlam veremediğim bir konu var. Bir kişi nasıl olur da 27 sayfalık bir konuşma metni hazırlar ve bunu metazori bir şekilde tüm katılımcılara dinletir. Bu kadar uzun bir konuşma metni katılımcılara saygısızlık ve vicdansızlıktır. Her kim olursa olsun herhangi bir toplantı da dile getirilecek konuların toplamı bir iki sayfayı geçmez. O da birebir okunmaz, olabildiğince özetlenir. Kleptomani veya klostrofobi nasıl bir psikolojik rahatsızlık ise “kürsü ve mikrofon” hastalığıda bir tür rahatsızlık demek ki. Eline mikrofonu alan orta ölçekli bir kitap kalınlığında hazırlamış olduğu konuşma metnini okudukça okuyor. Hem de ne okuma. Yazıların içeriğine bakın; kin, nefret, öfke, saldırı ve hakaret kokuyor. Gerek Yargıtay Başkanı gerekse Barolar Birliği Başkanı kendilerinden bekleneni yaptı ve geçmişte yaptıkları gibi “fırsat bu fırsat” değip Hükümet’e yine saydı sayıştırdı. Başbakan Davutoğlu bu toplantıya katılmış olsaydı Başbakan sıfatıyla hayatının ilk fırçasını yemiş olacaktı. Neyse ki ucuz kurtuldu. Toplantıya tam kadro katılanlara ise lütfen dikkat edelim; Kılıçdaroğlu ve ekibi, Cumhurbaşkanlığı için hamle yapan ancak destek bulamayan Haşim Kılıç, Danıştay Başkanı, Baro Başkanı.
Bu saatten sonra bu tür vesayet kurumları artık yalnızlığa mahkûm edilecektir. Yürütme organına karşı bu türden terbiyesizlikler, saygısızlıklar ve ahlâksızlıklar devam ettiği sürece, Hükümet bu toplantılara katılmayacak ve göreceksiniz bir iki yıl içerisinde bu tür vesayet kurumlarının toplantı ve törenleri basında haber değeri bile bulamayacaktır.