(Article 058-25.01.2015)
Bir önceki yazımda 1929 Büyük Dünya Bunalımı sonrasında ABD başta olmak üzere krizden etkilenen diğer ülkelerde ne tür ekonomi politikaları izlendiği üzerinde durmuş, Keynes ve Friedman’ın fikirlerinin pratik uygulamalarını anlatmıştım.
Peki Türkiye özelinde biz kimi örnek alacağız?
Devletin gereken durumlarda ekonomiye kaynak aktarabilmesine ve istihdam yaratmasına olanak tanıyan Keynesyen iktisat politikalarına mı ağırlık vereceğiz, yoksa bütün yükü Merkez Bankası’nın sırtına yükleyip “yatırım, istihdam bunlar boş işler, varsa yoksa enflasyonla mücadele” diyen moneterist politikalara mı tercih edeceğiz. Gerek Keynes gerekse Friedman tarafından ortaya atılan iktisadi politikaların başarılı olup olmayacağı hususunda “zaman ve mekân” faktörünün göz ardı edilmemesi gerekir. Bir dönem başarılı olan bir uygulama, bir başka zaman diliminde ve başka bir coğrafyada başarılı sonuç vermeyebilir. İletişim olanaklarının en had safhaya çıktığı günümüz küresel dünyasında ne tek başına müdahaleci, ne de tek başına moneter uygulamalarla başarı elde edebilmek mümkün değildir. Para ve maliye politikalarının senkronize bir şekilde uygulanması mutlak bir zorunluluktur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hemen her ortamda dile getirdiği “yüksek faiz” vurgusu Türkiye’de faaliyet gösteren iş adamı ve sanayicilerin ortak sorunudur. Tabii bu ülkede yaşayan ve kredi kartıyla harcama yapan her vatandaşın da. Yüzde 12-13’lere ulaşan kredi faiz hadleriyle yatırım ve harcama yapmak gerçekten büyük bir cesaret gerektirmektedir. Bazı kişiler Merkez Bankası’nın uyguladığı faiz politikasının oldukça doğru olduğunu, faizlerin düşürülmesi durumunda yabancı sermayenin Türkiye’yi terk edeceğini, bu nedenle faizlerin düşürülmesi ilk başlarda ekonomide olumlu etki yaratsa da sonrasında yabancı sermaye çıkışından dolayı azalan kredi hacminin faiz oranlarını tekrardan yukarı çekeceğini iddia etmektedir. Monetaristlerin izah ettikleri şey zaten bire bir bu değil midir? Çünkü, Monetaristlere göre faiz oranları paranın arz ve talebine göre değil, kredinin arz ve talebine göre oluşur. Öyleyse, para arzını artırarak faizi düşürmek ve bu yolla yatırımları uyarmak mümkün değildir. Bu amaçla piyasaya verilen ilave para, kısa dönemde fiyatları etkilemeyip üretimi artırsa da, uzun dönemde sadece enflasyona neden olup, üretimi arttırmaz.
Evet olaya bu cepheden yaklaşılırsa iddia inandırıcı gelmekte ve Merkez Bankası Başkanı’nın yaptıkları doğru gibi görülmektedir. Bazı kişiler ise olaya sadece siyasi açıdan yaklaşıp Erdoğan düşmanlığı üzerinden Merkez Bankası Başkanı’nı koruma ve kollama görevini üstlenmektedir.
Peki ülkede yeni yatırımların yapılması, ilave istihdam olanaklarının yaratılması ve ihracatın arttırılması yüksek faizlerle nasıl olacak? Bazı kişilerin buna da cevabı hazır. Diyorlar ki “Efendim hükümet Merkez Bankası’na müdahale etmesin, Merkez Bankası enflasyon konusunda oldukça başarılı bir politika izliyor, eğer Merkez Bankası’na müdahale edilirse her şey alt üst olur, Hükümet faizleri düşürmek istiyorsa yatırımcılara belli bir teşvik ve sübvansiyon uygulasın, neticede bu da aynı kapıya çıkar”. Bu kişilere göre örneğin; faiz oranlarının Hükümet tarafından %4’lere inmesi arzu ediliyorsa ve Merkez Bankası’nın Gösterge Faiz Oranı da %7 ise, yatırım amacıyla kredi kullanan kişilere devlet tarafından %3 oranında teşvik primi verilmesi gerekiyormuş. Böylelikle faiz oranları Merkez Bankası’nın indirim yapmasına gerek kalmaksızın %4’e düşmüş olurmuş.
Fakat gerek Hükümet cephesinin gerekse Sayın Cumhurbaşkanı’nın karşı çıktığı ve feryat ettiği olay sadece yüksek faiz olayı değil ki. Öncelikle Merkez Bankası’nın yüksek faiz politikasından dolayı devlet iç borçlanma senetlerine şu an için dünyada en yüksek faiz ödemesi yapan ülkelerden birisi Türkiye. Hazine verilerine göre 2014’ün üçüncü çeyreğinde Türkiye’nin toplam iç borç stok rakamı 438 milyar TL. Faiz oranlarındaki her “bir” puanlık artışın T.C. Hazine’sine getirdiği yük yılda 4,38 milyar TL olup 1 milyar 900 milyon dolara karşılık gelmektedir. Gezi olaylarının hemen öncesinde faiz oranları Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç olmadığı kadar düşük bir seviyeye gerilemiş ve yüzde 4,61 düzeyini görmüştü.
Gezi Olayları Türkiye’deki olumlu havayı birdenbire tersine çevirmiş, artan siyasi ve politik riskin etkisiyle faiz oranları hızla yükselmeye başlayarak ilk aşamada %8’lere, sonrasında ise 17/25 Aralık Yargı Darbesi ile birlikte %12’lere fırlamıştı. Yaklaşık yüzde 7,5 oranında artış kaydeden faiz oranlarının sadece kamu iç borç stok rakamı dikkate alındığında 1,5 yıllık bir zaman süresi içerisinde Türk Hazinesi’ne getirdiği ek maliyet rakamı 49 milyar TL ediyor ki bu da yaklaşık 23 milyar dolara karşılık geliyor.
Peki bu 49 milyar TL ya da diğer bir ifadeyle 23 milyar dolar ne anlama geliyor? Merkez Bankası’nın uyguladığı yüksek faiz politikasından dolayı Devlet Hazinesi’nden çıkan bu parayla neler yapılmaz ki. Mesela muhalefet liderlerinin ve Paralel Devlet Yapılanması (PDY)’nın yaklaşık bir yıldan beri dillerine pelesenk ettikleri yeni Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın toplam maliyeti 1 milyar 350 milyon lira. Bu sarayın aynısından sadece Ankara’ya değil Türkiye’nin 39 iline birer tane daha yapabilirdik. Maliyeti 4,5 milyar TL olan Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden 11 tane daha inşa edebilirdik. Ankara ile İstanbul arasındaki Hızlı Tren’in maliyeti 7,2 milyar TL olduğuna göre aynı hattan 7 tane daha yapılabilirdi. Asya ve Avrupa kıtalarını denizin altından birbirine bağlayan ve Türkiye’nin medarı iftiharı Marmaray Projesi’nin maliyeti ise sadece 8 milyar TL. Rantiyecilerin cebine giren parayla Boğaz’a 6 tane daha Marmaray yapabilirdik.
Rüşvet hemen her toplumun irrite ettiği çok pis bir kavramdır. Babam Erdoğan Sağlam çok değerli ve saygıdeğer bir Kapalıçarşı esnafıdır. Ticari hayatına sıcak demircilikle başlamış, sonrasında zücaciye işi yapmış, daha sonra da altın ve döviz ticaretiyle uğraşmaya başlamıştı. Emekli oluncaya kadar ömrünün yaklaşık 40 yılını sarraf olarak geçirdi. Beni de o yetiştirdi. 1970’li yılların ekonomik, siyasi ve politik çalkantılarla dolu o kaotik ortamından tutunda, 80’li yıllarda ekonomi başta olmak üzere hemen her alanda kabuğunu kırmaya çalışan Türkiye’nin Özal’lı yıllarını, terörle özdeşleşen ve krizden başka hiçbir şeyin konuşulmadığı 90’lı yılları, yarın ne olacağı belli olmayan 2000’li yılları babamla beraber yaşadık. Bu süre zarfında Türkiye’nin bütününde duymadığımız görmediğimiz olay, yaşamadığımız kriz, bir araya gelmediğimiz insan tipi kalmadı.
Kapalıçarşı “Paranın Çivili Beşiği”dir… 1970-80-90 ve hatta 2000’li yılların başına kadar altın ve döviz şimdiki gibi rahatlıkla alınıp satılamıyordu. Bankaların hizmet alanı bu kadar çeşitlenmemişti. Bilgisayarın karşısına geçip yurtdışına döviz transferi yapabilme şansınız yoktu. Kapalıçarşı’nın kendine has bir mistik yapısı, dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiz canlı bir ticaret hayatı ve bir vücudun organları gibi ahenk ve düzen içinde çalışan binlerce onbinlerce esnaf ve sanatkârı vardır. Ve hiç abartısız bu esnaf ve sanatkârların her biri, bugün dünyanın en büyük İktisat Fakültelerinde ders veren nice profesör ve sözüm ona ekonomi uzmanını bir defa değil bin defa cebinden çıkartır. Burada üç beş metrekarelik dükkânlarda, sadece bir yıl içinde 50-60 milyar dolarlık altın ve döviz el değiştirir.
Kapalıçarşı “Kapalı bir kutu”dur… Burası Kilislilerin görünmez bir sur gerisine saklandığı namı diğer Tahtakale’dir…
Yerli ve yabancı birçok kişinin ilgisini çeken Kapalıçarşı, tarihin hemen her döneminde Osmanlı Devleti’nin toplumsal ve ekonomik yaşantısında özel bir öneme sahip olmuştur. İstanbul’un en eski yerleşim merkezi üzerinde geniş bir alana kurulu bu alışveriş merkezi, yangın, deprem ve sel gibi doğanın tahrip edici tüm güçlerine rağmen kendine has mimari karakterini asırlardan beri koruyabilen ender yapıtlardan biridir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde doğu ve batı ülkeleri ile dünyanın diğer ülkelerinden getirilen her çeşit giyim ve kuşam eşyası, altın ve gümüş mücevherat bu çarşıda alışverişe konu olmuş, sergilenmiş ve saklanmıştır. Osmanlı Devleti’nin sosyo kültürel yaşantısında özel bir öneme sahip olan Kapalıçarşı, İmparatorluk ekonomisinin kalbi olma özelliğini fethin ilk yıllarında ele geçirmiş, tarihin akışı içerisinde yerli ve yabancı birçok seyyaha, yazara ve ressama konu olmuş, kendisini ziyaret eden hemen herkesin hayranlığını kazanmıştır. Bu çarşının insanları büyüleyen ve kendine aşık eden mistik bir kokusu ve gizemi vardır.
1835 yılında bu çarşıyı ziyaret eden İngiliz edebiyatçı Julie Pardoe anılarında bu eşsiz çarşı için aşağıdaki cümleleri sarf eder; “Kapalıçarşı‘nın göze çarpan sanatları arasında uçları altın işlemeli çay ve kahve fincanları, haremdeki genç kadınlar için değişik biçimlerde işlenmiş ince gerdanlıklar, soyluların takkeleri için süslemeler, paşaların bindiği Arap atları için koşum takımları, altın halkalar, yıldızlar sayılabilir. Ya silah pazarı? İnsan burada beş dakikaya kalmadan her dönemin, her ulusun silahları ile tepeden tırnağa donanabilir. Antik kalkanlar, devlet için yapılmış duygusu uyandıran araçlar, çeşit çeşit, boy boy miğferler, tolgalar, parlaklığını yitirmiş zırhlar… Burada sık dokunmuş altın ve gümüş tellerle işlenmiş ipekler, ibrişim işlemeli ince müslinler, yıllarca emek harcanarak yapıldığı izlenimi bırakan tütün keseleri, uçları ayetlerle işlenmiş örtüleri görebilirsiniz.”
Bedesteni XVI. asrın ikinci yarısında ziyaret etmiş olan Nicolas De Nicolay’ın notlarında da şunlar yer alır; “Dört kapısı ve çok sayıda yolları vardır. Bu yolların her iki tarafında mücevherat ve ziynet eşyası, kürkler gibi nadir ve kıymetli eşya ile dolu dükkânlar bulunur. Kürkler çok ucuz fiyatla satılır, bazen zerdevadan yapılmış uzun bir cüppe 80-100 dükaya alınır. Aslında başka yerde dört beş katına alamazsınız. Bedestende bunlardan başka her türlü altın ve gümüş işlemeli kumaşlar, nefis marokenler, firuze işlemeli kemerler, kalkanlar, hançerler vardır. Bedesten Cuma günleri dışında her gün öğleye kadar açıktır.”
1304 H. (1888) tarihli bir vesikaya göre bünyesinde iki bedesten, 4399 dükkân, 2195 oda veya hücre, bir hamam, 497 dolap, 12 hazine odası, bir cami, 10 mescit, iki şadırvan, bir sebil, 16 çeşme, 3 tulumbalı kuyu, bir türbe, 73 revak, 24 han ile bir adet okul barındıran Büyük Çarşı’nın yerli ve yabancı birçok kişide ilgi uyandırması boşa değildir.
O yıllarda üstü kapalı olmadığı için “Büyük Çarşı” olarak isimlendirilen bu bölge, kurulduğu günden bugüne değin büyük küçük çok sayıda yangın ve deprem yaşamış, ama mimari ve ticari karakterini asla kaybetmemiştir. 1477 yılında yaşanan büyük depremde önemli bir kısmı yıkılan çarşı, 1510 yılında ikinci bir depreme daha maruz kalmış, bundan beş yıl sonra çıkan yangın ise birçok dükkânın yanmasına sebep olmuştur. Kapalıçarşı’nın şanssızlığı bununla da sona ermemiş, 1546 ile 1565 tarihlerinde çıkan yangınlarda çarşı içerisindeki birçok dükkân yanmıştır. Yangınlar silsilesi sonraki yıllarda da devam etmiş, 1618, 1645, 1652, 1658, 1660 ve 1750 yıllarında çıkan yangınlar Büyük Çarşı’nın kısmen yok olmasına neden olmuştur.
Büyük Çarşı bünyesindeki dükkânların üzerlerinin kapatılarak “Kapalıçarşı” haline getirilmesi ise 1760 yılında gerçekleşmiştir. Başlangıçta tek kemerli ve tek girişli olarak inşa edilen çarşı içerisindeki dükkânlar, günümüzde tek kemer altında iki, üç hatta bazen dört veya beş adet dükkânı barındırmaya başlamıştır.
Osmanlı döneminde İstanbul’un bankası durumunda olan Büyük Çarşı’da o dönem zenginlerinin ve tüccarlarının kasa, mahzen ve dolap kiraladıkları, mücevherleri ile kıymetli altın ve gümüş eşyalarını buralarda sakladıkları bilinmektedir. Günümüzde hâlâ var olan bu dolapları işletenlere o dönemde “Hoca” veya “Tüccâr” anlamına gelen “Haceği” denildiği, bu kişilerin çok dürüst kimseler olduğu, içerisine Mısır hazineleri konmuş açık dolaplara kimsenin asla el sürmediği Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde yer almaktadır.
Kapalıçarşı’nın cadde ve sokaklarında ismi yazılı fakat günümüzde yok olmuş birçok meslek dalı bulunmaktadır. Kadifeciler, dibacılar, atlasçılar, daraiciler, ipek hilâtçılar, mümessimciler, tireciler, peştemalcılar, dimiciler, halıcılar, abacılar, keseciler, boyacılar, tokmakçılar, altıncılar, kuyumcular, gümüşçüler, minyatürcüler, yaldızcılar, bozmacılar, oymacılar, çakmakçılar, kakmacılar, kabartmacılar, hakkâklar, varakçılar, hattatlar, sahaflar, müzehhipler, bıçakçılar, makasçılar, altıncılar, miğferciler, tüfekçiler, kılıççılar, maktacılar, müttekacılar, antikacılar, pabuççular, köseleciler, işlemeciler, şalcılar, çuhacılar, astarcılar, rubeyiciler, sırmacılar, sedefkârlar, zarfçılar, tamirciler, izabeciler, kaşıkçılar, fildişi işlemecileri, aynacılar, tespihçiler ve attarlar Kapalıçarşı içerisinde yer alan meslek gruplarından sadece bazılarıdır.
Kapalıçarşı, kendine has otantik ve mistik havasıyla Cumhuriyet yazarlarına ve şairlerine de adeta ilham kaynağı olmuştur. Orhan Veli Kanık 1949’lı yılların Kapalıçarşı’sını dizelerinde şu şekilde anlatır;
- Giyilmemiş çamaşırlar nasıl kokar bilirsin,
- Sandık odalarında
- Senin de dükkânın öyle kokar işte.
- Ablamı tanımazsın
- Hürriyette gelin olacaktı yaşasaydı.
- Bu teller onun telleri,
- Bu duvak onun duvağı işte.
- Ya bu camlarda kadınlar
- Bu mavi mavi
- Bu yeşil fistanlı…
- Geceleri de ayakta mı dururlar böyle?
- Ya şu bembeyaz gömlek
- Onun da bir hikâyesi yok mu?
- Kapalıçarşı deyip de geçme
- Kapalı çarşı
- Kapalı kutu.
1940’lı yıllarda Kapalıçarşı’yı “Kapalı kutu” olarak tanımlayan Orhan Veli, dünyanın en büyük ticaret merkezlerinden biri olan Kapalıçarşı’nın şimdiki cesamet ve hareketliliğini görseydi, sanırım çok daha güzel şiirler yazardı. İkinci Dünya Savaşı’na kadar sokaklarının çoğu boş ve tenha olan, Avrupa malları satan Beyoğlu bonmarşelerinin yanında oldukça sönük ve yoksul kalan Kapalıçarşı, esas yapısal değişikliği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşamıştır. Ekonomik durumun düzelmesiyle birlikte Kapalıçarşı’nın loş ve tenha caddeleri yavaş yavaş dolmaya, karanlık sokakları aydınlanmaya başlamıştır. Köyden kente göç hızlanmış, artan nüfustan İstanbul nasibini alırken, Kapalıçarşı’da bu etkileşimden uzak kalamamıştır. Varlık Vergisi’nin uygulamaya konulması altın ve döviz ticareti ile diğer birçok zanaatı elinde tutan Ermeni, Rum ve Yahudileri ticari hayattan uzaklaştırırken, çoğu İstanbullu olmayan onbinler bu işleri devralmaya başlamıştır.
Kendi ülkesindeki zenginliklerin farkında olmayan, müze gezmeyen, tarihe ve tarihi eserlere karşı zerre kadar saygı duymayan biz Türkler, ağzından “Old Bazaar” kelimesi çıkan Avrupalı bir turistin tarihimize ve sanatımıza ne kadar hayranlık duyduğunu acaba hissedebiliyor muyuz? Türkiye’nin nerede olduğunu dahi bilmeyen Avrupalı veya Amerikalı bir turistin “Old Bazaar” kelimesini, “Turkey” veya “İstanbul” kelimelerinden daha çok işittiğini sanırım birçoğumuz yurtdışına yaptığımız seyahatlerimizde teşhis etmişizdir.
Yabancılar açısından tarihi bir atmosfer içerisinde alışveriş yapılabilecek en “Orientalist” mekân olan Kapalıçarşı, insanlarımız için yağmurlu havalarda dolaşılacak bir mekândan başka bir şey değil. Altın ve döviz ticaretinin 1989 yılına kadar kaçak olarak yapıldığı ülkemizde, yurtdışından Türkiye’ye sokulan altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin, inci ve pırlanta gibi kıymetli taş ve takıların gerçek anlamda el değiştirdiği tek merkez Kapalıçarşı’dır. Kendine has alışveriş yöntemleri, terminolojisi, kural ve sistemleri olan Kapalıçarşı piyasası, aynı zamanda milyarlarca dolarlık yıllık işlem hacmine sahip dünyanın en önemli İşletme ve Ekonomi Üniversitesi’dir.
Resmi bir altın piyasasının bulunamayışından dolayı “Ağa Sokak” köşesinde toplanan atölyeciler, imalatçılar, kuyumcular, sarraflar ve toptancılar her sene yaklaşık 250-300 ton altını ayak üstü alıp satmaktadır. Çuhacı Han, Varakçı Han, Sandal Bedesteni ve İç Bedesten başta olmak üzere çarşı içindeki ve dışındaki birçok işyerinde faaliyet gösteren altın ve döviz tüccarlarının birçoğu, vitrini boş ve camlarına kâğıt veya perde çekilmiş, nefes almanın dahi imkânsız olduğu üç beş metrekarelik dükkânlarda yıl içerisinde milyarlarca dolarlık altın ve döviz işlemi gerçekleştirmektedir.
1980 Askeri Darbesi ile birlikte Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki kaçakçılık faaliyetlerinin sona ermesi, geçim kaynaklarının oldukça sınırlı olduğu bölge insanlarını İstanbul, İzmir ve Ankara gibi büyük şehirlere göç etmeye zorlamıştır. Kapalıçarşı döviz ve altın piyasasında etkin bir güç haline gelen “Kilisliler” işte bu dönemde göç eden kişilerdir.
24 ayar saf altının; “Has, Beykoz, Orijinal, Külçe, Kağıtlı, 995 ve Merkez” gibi isimlerle adlandırıldığı Kapalıçarşı altın piyasasında, yabancı ülke paraları içinde farklı terimler kullanılmaktadır. Amerikan Doları’nın “Tam veya Yeşil”, Alman Markı’nın “Çeyrek veya Papaz”, İngiliz Sterlini’nin “Kraliçe”, Hollanda Florini’nin “Gül”, Suudi Arabistan Riyali’nin “Hacı”, Irak Dinarı’nın “Hurma”, Fransız Frankı’nın “Çarşaf”, İsviçre Frankı’nın “Sivis”, Avusturya Şilini’nin “Şilte” şeklinde isimlendirildiği bu piyasa da simsarlar arasında Arnavutça’dan Arapça’ya Türkçe’den Ermenice’ye, İbranice’den Süryanice’ye kadar hemen her lisânı işitebilmek mümkün.
Ağa sokak ile Çuhacı Han köşesinde toplanan altın ve döviz simsarlarıyla polisler arasındaki koşuşturmaca ise bir döneme damga vuran olaylardandı. Tüccarlar ile polisler arasındaki kovalamacanın esas nedeni, yer yokluğundan dolayı bu meydanlarda toplanan kişilerin alışverişe konu mallarını alıp satarken aşırı derecede bağırmaları ve büyük bir gürültüye sebebiyet vermeleriydi. Kapalıçarşı polisi tarafından bazen nezarete atılan, bazen dövülen, bazen sövülen, coplanan ve bazen de Kılıççılar Kapısı’ndan dışarı sürülen bu kişiler, 15-20 dakika sonra bu defa Yeşildirek polisi tarafından çarşının içine sürülmekteydi. Kapının bir metre sağı ile bir metre solu arasında mekik dokuyan bu insanlar, Türkiye’nin 80’li 90’lı yıllardaki devlet bütçesinin neredeyse yarısına denk gelen, milyarlarca dolarlık işlem hacmini işte böylesine zorlu bir ortamda icra etmekteydi.
1980’li yılların ortalarında babam bana “rüşvet” hakkında kulağıma küpe olacak önemli açıklamalarda bulundu. Ve bir gün beni karşısına alarak dedi ki; “Oğlum rüşvet iki türlüdür. Birincisi basit rüşvettir, herhangi bir kişiye parayı verirsin işini yaptırırsın. Diğeri ise organize ve toplumsal rüşvettir. Birincisinin cezası çok ağırdır ve günahtır. Herhangi bir kamu görevlisine bir lira bile rüşvet verilse, rüşveti veren de alan da yargılanır ve cezaevine girer. Organize ve toplumsal rüşvet ise asla suç değildir.”
Şaşırdım ve “O nasıl oluyor baba?” dedim. Anlattı; “Hani Demirel gibi Ecevit gibi siyasiler çıkıp meydanlarda arpanın buğdayın, fındık fıstığın taban fiyatına zam yapacağız değip millete para dağıtıyorlar ya, işte bu organize ve toplumsal bir rüşvet sınıfına girer ve hiçbir cezası yoktur. Çünkü tek bir kişiye gizli saklı değil, toplumun bir kesimine veya geneline aleni bir şekilde dağıtılmıştır, bunun cezası olmaz” dedi.
Evet bugün Merkez Bankası Başkanı ve Para Piyasası Kurulu’nun faizleri yüksek tutmak suretiyle rantiyeci sınıfına (daha doğru bir ifadeyle kan emici sülüklere) plase ettiği para, babamın tarif ettiği “Organize ve toplumsal rüşvet”in birebir aynısı. 77 milyon Türk vatandaşından toplanan vergi gelirlerinin 23 milyar dolarlık kısmı toru topu bin kişiye toplumsal rüşvet bağlamında dağıtılmakta ve zenginler daha da zenginleştirilmektedir. 90’lı yılların ilk çeyreğinden AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar, maaş ödemelerini yapmakta bile zorlanan Eski Türkiye’yi herkes hatırlar. Devlet gelirlerinin neredeyse yüzde 85’i transfer ödemeleri adı altında “iç ve dış borç” faizlerinin ödemesinde kullanılıyordu. O yıllarda Hazine Bonosu alan kişilerin sayısı yaklaşık bir buçuk milyon kişiydi. Yüzde 60-65 gibi çok yüksek faiz oranlarıyla temin edilen borçlara karşılık devlet hazinesinden yaklaşık 50 milyar dolar para rantiyeci sınıfına aktarılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin en bunalımlı dönemlerinde ödenen 50 milyar dolar paranın %10’luk kısmını yaklaşık 1 milyon 499 bin kişi paylaşırken, %90’lık kısmını ise sadece “bin” kişiden oluşan Türkiye elitleri bölüşüyordu. Yine o dönemin nüfusunu göz önüne alırsak 65 milyon kişinin devlete ödediği vergilerin yaklaşık 45 milyar dolarlık kısmı bin kişiye “toplumsal rüşvet” olarak dağıtılıyordu. Kendilerine ulufe dağıtılan ve Beyaz Türkler olarak bilinen bu elitler grubu, o dönemin beceriksiz, çapsız, hırsız ve ahlâksız politikacı ve idarecilerini yere göğe sığdıramıyor, bu kişiler hakkında “başarı” belgeselleri hazırlatıyorlardı.
Devletin finansman ihtiyacı varsa, bu parayı “makûl” bir ücret mukabilinde (faiz) temin etmesinden daha doğal bir şey olamaz. Dünyanın diğer ülkelerince bu tür borçlanma işlemlerinde ortalama yüzde 1,5-2,0 oranında faiz ödemesi yapılırken, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın %7,75 oranında (ki iki ay öncesine kadar bu rakam %12 idi) ödeme yapması kabul edilebilir bir şey değildir. Bu faiz oranı; kamunun verdiği görev ve yetkileri kötüye kullanma, maddi menfaat sağlama, rüşvet verme, bazı kişileri sebepsiz zenginleştirme “suç ve faaliyeti”nden başka bir şey değildir.
Eski Türkiye ile Yeni Türkiye’nin mücadelesi önemli oranda bu maddi kayıplardan kaynaklanmaktadır. Devlete yüzde 60-70-80 ve hatta yüzde 400’lere dayanan faiz oranlarıyla borç verme devri geride kalmıştır. AK Parti hükümeti yüzde 60 seviyelerinden teslim aldığı faiz oranlarını 2013 Mayıs ayında yüzde 4,61 seviyesine indirmeyi başarmış, üstüne üstlük IMF’ye olan borçlarını sıfırlamıştır. Türk tarihinde bu kadar düşük faiz oranı en son olarak 1854 yılında %3,5 ile Sultan Abdülmecid döneminde söz konusu olmuştur. AK Parti iktidara gelinceye kadar Türkiye Cumhuriyeti Hazinesi’ni soyan “bin” kişilik elitler grubu kimdir diye merak ediyorsanız önemli bir kısmını görebilmek için TÜSİAD’a bakmanız yeterli. Peki yıllar boyu devletin yaklaşık 600 milyar dolar parası bu sülüklerce emilirken, bunlara ortam yaratanlar, imkân ve fırsat sunanlar kimlerdi? Onu da görmek için Merkez Bankası’na bakın yeter.
2002-2014 arası dönemde siyasi, politik ve ekonomik istikrar sağlanmamış olsaydı devlet borçlanmaya ve faiz ödemeye devam edecek ve belki de önceki yıllarda ödenen paraların kat be kat fazlası bu rantiyecilerin cebine girecekti. Eski Türkiye’nin sanayicileri, işadamları, medya, banka ve holding patronları ceplerine girmesi gereken 600 milyar doların ellerinden uçup gitmesini bir türlü hazmedemiyor.
Servetlerine servet katacak bu kadar büyük bir paranın Erdoğan yüzünden ellerinden kayıp gitmesi onları kudurtuyor. Erdoğan’ı iktidardan düşürmek, cezaevine sokmak ve hatta yok etmek için her şeyi denediler, deneyecekler de. Parti kapatma davaları, Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve HSYK gibi Anayasal vesayet kurumlarının hükümeti ve hükümet işlemlerini bloke etmeye yönelik keyfi uygulamaları, birçoğu kamuoyu ile paylaşılmayan onlarca yüzlerce suikast girişimi, Gezi Olayları ve 17/25 Aralık Yargı Darbesi gibi olaylar hep Erdoğan’ı bitirmeye yönelikti.
Beyaz Türklerin cebine girecek 600 milyar dolar paranın Hazine’de kalması Erdoğan’ın katli için yeterli bir neden değil mi?
Olaya bu cepheden bakınca benim içimden bile “Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kadar zenginin işine takoz koymuş, bu yapılanlar kendisine azmış bile!!!” demek geliyor.
Sıcak demircilik yapıp kızgın ateş karşısında yıllar boyu demir döven, cam ve porselen paketleyen, kuyumculuk ve sarrafiye işleri yapan, ancak tüm bu işleri yaparken boğazından asla haram lokma geçirmeyen, servetine tek bir kuruş faiz bulaştırmayan ve hiç kimsenin hakkını yemeyen babamın Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’ya nasıl baktığını herhalde anlamışsınızdır.
Bu arada babam, 2001 yılında yüksek şekere dayalı ciddi bir beyin kanaması problemi geçirdi ve şimdi konuşma güçlüğü çekiyor. Kendisini ziyaret ettiğimde istisnasız bir şekilde bana sorduğu ilk soru nedir biliyor musunuz? “Bugün Erdoğan nerede?”
Bugün dünyadaki tüm politikacıların, siyaset bilimcilerin, stratejik düşünce kuruluşlarının ve gizli servislerin kafa kafaya verip çözmeye çalıştığı tek bir soru var; “Recep Tayyip Erdoğan nasıl oluyor da üst üste bu kadar çok seçim kazanabiliyor?” Tabii bu sorunun cevabını herkes farklı nedenlerle bulmaya çalışıyor. Yabancı politikacılar açısından kendi ülkelerinde tekrardan seçim kazanabilmenin sırrını öğrenmek ölümsüzlük iksirini bulmak gibi bir şey. Gizli servisler ise zayıf ve güçsüz durumdaki Eski Türkiye’ye dönüş için Erdoğan’ı alt etmenin arayışı içerisinde. Beyaz Türkler ise “tatlı ve kolay para kazanma” dönemine geri dönebilmek için Erdoğan’ı ortadan kaldırmanın derdinde. HSYK, Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve TCMB gibi kurumlar ise kendi iktidarlarına Erdoğan gibi bir adamın nasıl çomak soktuğunun kızgınlığını yaşıyor.
Aslında bu sorunun cevabı; babamın çok samimi ve içten bir şekilde her ziyaretimde bana sorduğu “Bugün Erdoğan nerede?”sorusunda gizli değil mi?
Erdoğan geçmişteki siyasetçiler gibi Beyaz Türklerin yalılarında viski zıkkımlanmıyor, Las Vegas ve Budapeşte’ye gidip lüks otellerin kumarhanelerinde masaya para basmıyor, kendisine oy veren insanlara “koyun” muamelesi yapmıyor. Erdoğan gecekonduda iftar açıp, Hakkâri’nin en ücra mezrasında yaşayan insanına da sahip çıkıyor, Somali’de, Cibuti’de, Nijerya’da, Sudan’da, Suriye’de, Mısır’da, Filistin’de ki kimsesizlere de.
DR.Mehmet Hakan Sağlam