(Article 084-12.06.2015)
Bir seçim böylece geçti. Hayatta en nefret ettiğim şey bir kişinin hatasını yüzüne vurmak.
AK Parti niçin başarısız oldu? Neden oy kaybına uğradı ve neden iktidarı kaybetti noktasında söylenecek çok şey var. Fakat konuşulacak her cümlenin Sayın Erdoğan başta olmak üzere parti yöneticilerini rahatsız edeceğinin farkındayım. Son iki gündür Ankara’daydım ve çok sayıda kişiyle görüşmem oldu.
Seçimlerin birkaç gün öncesinde Ataköy’de çok değerli bir savcı arkadaşımla beraberdim. Savcı bey çok önemli bir tespitte bulundu ve “bu toplumda öncelikle kitlelerin birbiriyle barışması lazım aksi takdirde toplumsal huzuru sağlayamayız” dedi. Sünnilerin Alevilere, Sağcıların Solculara, Solcuların İslami kesime, Alisiz Alevilerin Alili Alevilere, başı açıkların başı örtülülere ve hatta aynı inanca sahip cemaatlerin bile birbirlerine karşı olduğunu, hiç kimsenin bir diğerini dinleme nezaketini göstermediğini, toplumda hemen her şeyin politize edildiğini, insanların birbiriyle kavga etmek için adeta sebep aradığını söyledi.
Halbuki Osmanlı döneminde insanlar herhangi bir ayrıma tabi tutulmaksızın dini, vicdani ve ahlaki gerekçelerle birbirine karşı oldukça saygılıydı. Cumhuriyet kadroları maalesef uzunca yıllar Türk halkını özünden koparmış, dinsiz, inançsız ve köksüz bir toplum yaratma gayreti içerisine girmişti. Camiler kapatılmış, bunların çoğu satılmış veya kiralanmış, Kur’an yasaklanmış, ezan Türkçeleştirilmişti. Türkiye’nin Sünni kesimi bu tür olumsuzluklara maruz kalırken, 1925 yılında çıkartılan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına ilişkin kanun ise Alevileri hedef almıştı. Türkiye sınırları dahilindeki cem evleri bir gecede kapatılmış, Sünni, Şafi, Caferi, Alevi ve diğer İslâmi mezheplere mensup insanların tamamı Türk tarihinin en büyük “dinsizleştirme” eylemine maruz kalmıştı.
Bugün halen Ankara’nın bir sokağında ismi yaşatılan Abdullah Cevdet isimli bir zat vardır. Cumhuriyet döneminde Peygamberimize karşı saygısız ifadeler kullanarak dindar insanların samimi duygularını rencide etmiş ve kendisine “Allah düşmanı” manasına gelen “Adüvvullah Cevdet” ünvanı verilmişti. Abdullah Cevdet’in cenazesi Ayasofya Camii’ne getirildiğinde cenazesi sahipsiz kalmış, namazını kimse kılmamıştı. Burhan Bozgeyik “Meşhurların Son Anları” adlı kitabında cenazesini taşıyacak araba dahi bulunmadığını, Fener Rum Patrikhanesi’nden araba istenilerek haçlı sembollü bir arabayla mezarlığa götürüldüğünü ve bir kaç belediye görevlisince mecburen gömüldüğünü anlatır.
1924 yılında Ankara Tren Garı’nda Anayasa çalışmaları için bir araya gelen İsmet İnönü, Şükrü Bey (İçişleri Bakanı) ve Mahmut Esat Bozkurt (Adalet Bakanı) daha da ileri gitmiş, “Batılıların bize düşman olmaması için devletin dini olarak Anayasa’ya Hıristiyanlık kelimesini yazalım” diyecek kadar uçmuşlardı. Sadece onlar mı? “Çanakkale savaşı sırasında medeniyetin ayağımıza kadar geldiğini ve fakat Türklerin medeniyete karşı direniş gösterdiğini” ileri süren Allah Düşmanı Abdullah Cevdet ise; “Türk ırkını ıslah etmek, kuvvetlendirmek için Avrupa‘dan ve Amerika’dan damızlık erkek getirmek gerekir.” diye açıklamalar bile yapmıştı. HDP’li Selahattin Demirtaş’ın Hıristiyanlık sevgisini görünce 90 yıldan bugüne bazı kişilerin zerre kadar değişmediğini daha iyi anlıyorum.
Yapılacak hemen her işin “felsefi” bir dayanağı olması gerektiğine inanan bir kişiyim. Örneğin ticaret yapıp para kazanacağız. Bir işadamı açısından bu noktada temel hedef “kârlılık”tır. Ama ben kârlılığa ek olarak yapılacak işin Türkiye’ye ve Türk insanına neler kazandıracağına, toplumu ne şekilde etkileyeceğine, söz konusu ürünün sosyal ve toplumsal getirilerine bakarım. İşin sonunda ters bir durum yoksa o işe girerim. Eğer yapacağımız işten toplumun bazı kesimleri veya tek bir kişi bile zarar görecekse o işi rafa kaldırır geçer giderim. Bu konu bazı kişilere çok abartılı gelebilir ama dinimiz bize bunu emretmiyor mu? Maide suresinin 32. ayetinde “Bundan dolayı İsrailoğullarına (Kitapta) şunu yazdık: Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak için karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmıştır.” demiyor mu?
“Bir can kurtarmak insanlığı kurtarmaktır” ayeti ecdadımızın temel şiarı olmuştur. II. Bayezid’in Endülüs Müslümanlarına ve İspanyol Yahudilerine sahip çıkması, onları Osmanlı topraklarında koruma altına alması işte bu temel gerekçeye dayanmaktadır. Tıpkı Suriyeli sığınmacı kardeşlerimize bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahip çıktığı ve koruduğu gibi.
Bu anlattıklarınızın seçimle ne alâkası var? diyebilirsiniz.
2002 yılında AK Parti’nin iktidara geldiği yılları hatırlayın. Ülkede büyük bir ekonomik kriz ve çöküş yaşanmış, 27 banka kapanmış, binlerce ticari işletme ve sanayi şirketi iflas etmiş, milyonlarca insan işsiz kalmıştı. Ülkenin ulusal parası üzerindeki bol “sıfırlar”dan dolayı tanınmaz hale gelmiş, Türk insanı kendi ülkesinde gelecek göremediğinden ülkesini terk edip başka ülkelere gitmenin yollarını arar hale gelmişti. İşte o günlerin belirsizliklerle dolu kaotik ortamında, Milli Görüş geleneğinden gelen AK Parti kadroları Türk insanına bir can simidi gibi göründü ve neticede insanlar AK Parti’yi %34,63 oy oranı ile tek başına iktidara taşıdı. 2004 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerinde bu oran %41,67’ye, 2007’de %46,58’e, 2011’de ise %49,90’a yükseldi. Bu yükseliş 7 Haziran 2015 genel seçimlerine kadar kesintisiz devam etti ve nihayetinde bu seçimde oylar birdenbire %40,86’ya geriledi.
Şimdi ilk seçimlerin yapıldığı 2002 yılına geri dönelim. AK Parti Milli Görüş geleneğinden gelen bir parti olarak Refah Partisi ve Saadet Partisi tabanının %15 ilâ %17 arasındaki kemik oyunu arka cebinde zaten taşıyordu. 1994-2001 yılları arasında ülkeyi idare eden ANAP, DYP, DSP, Refah, Saadet ve MHP’li koalisyon hükümetleri, 1999 Marmara Depremi ve sonrasında giderek derinleşen köklü ekonomik sorunların altından kalkamaz hale gelince havlu atmak zorunda kalmıştı. 2002 yılında yapılan genel seçimlerde AK Parti %34,28 oy oranı ile 363 milletvekili çıkarırken, CHP ise %19,39 oy oranı ile 178 milletvekili çıkarmıştı. Türkiye’nin en eski ve köklü partileri ise barajın altında kalmış, hatta bazıları tarih sahnesinden silinip gitmişti. 2002 seçiminde DYP %9,54, MHP %8,36, Genç Parti %7,25 oy alırken, ANAP %5,13, Saadet %2,49, DSP %1,22, BBP %1,02 oy alabilmişti. Bu tabloda bence dikkat çekici en önemli nokta Saadet Partisi’nin aldığı %2,49’luk oy oranıydı. İslami Muhafazakar oylar olduğu gibi AK Parti’nin kemik oyu haline dönüşürken, koalisyon hükümetlerinden bıkan farklı siyasi düşünceye sahip milyonlarca insan AK Parti’nin “geçici” veya “ödünç” oy veren kesimini oluşturmuştu. Recep Tayyip Erdoğan’ın AK Parti’si ekonomik ve sosyal konulara ek olarak demokratikleşme hususlarında da başarılı olunca “geçici” veya “ödünç” nitelikteki oylar zamanla “kalıcı” nitelik taşımaya başladı ve zaman içerisinde gelen ilavelerle partiyi %49,90’lara kadar taşıdı. Hatta 2013 Gezi Olayları ve 17/25 Aralık 2013 Yargı ve Emniyet Darbesi bile partinin oyunu geriletmediği gibi, aksine yükselmesine sebep oldu.
2011 yılından sonra ise AK Parti’de görünür bir değişim yaşandı ve parti gittikçe kendi içine kapandı. Milli Görüş kökenli kişiler el üstünde tutulup, hemen her kademe de etkin konuma getirilirken, geri kalan kitleler AK Parti’den dışlandı.
Bundan iki ay kadar önce AK Partiye çok yakın bir işadamını ziyarete gitmiştim. Ziyaret sırasında kendisine şunu anlattım; “Sizler kendi içinize gittikçe daha fazla kapanıyorsunuz ve Milli Görüş kökenli olmayan kim varsa onların tamamını dışlıyorsunuz. Ben ilk oyumu 1983 yılında Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ne vermiştim. Sonraki yıllarda diğer partilere oy verdiğim de oldu. Ama ülkemin kısır döngüden kurtulması, ekonomik açıdan zenginleşmesi, itibarının artması, büyüyüp kalkınması için 2002 yılından beri AK Parti’ye oy veriyorum. AK Parti’ye oy vermiş olmam benim Milli Görüş çizgisine yaklaştığım anlamına gelmez, gelmemeli de. Size göre iki türlü AK Partili var. Milli Görüş çizgisinden gelen “gerçek” AK Partililer ve bu görüşe mensup olmayan “sahte” AK Partililer. Bizler sizin deyiminizle AK Parti’ye sonradan “kaynak” olan kişileriz. Amiyane tabirle bizlere “dönme” veya en iyi tabirle şu veya bu sebeple partisini “satıp” AK Partiye gelen kişiler gözüyle bakıyorsunuz. Sizinle bizim genetiğimiz asla uyuşmuyor, dahası bizleri asla kabullenemiyorsunuz. Bunun hatalarını ve sonuçlarını genel seçimlerde çok acı şekilde yaşayacaksınız” dedim. O işadamı benim bu sözlerim üzerine “Öyle şey olur mu Mehmet Bey?” dedi. Ben de neden böyle bir kanıya sahip olduğumu örneklerle izah ettim. “Savcı Sayan’ı nasıl bilirsiniz?” dedim. “İyi biliriz” dedi. “İyi görmeniz benim için herhangi bir anlam ifade etmiyor. Partiye zerre kadar katkısı olmayan lafta AK Partili bir milyon kişiden daha fazla AK Parti felsefesine inanan bu insanı İzmir’den niçin 7. sıraya koydunuz? Savcı Sayan’ın üzerindeki altı kişi ondan daha fazla mı çalışıyor ya da o altı kişinin bilmediğimiz üstün meziyetleri mi var?” diye sordum. Ortaya bariz örnekler koyunca hiçbir şey diyemedi ve “yaptıklarımızın böyle algılandığını hiç düşünmemiştim” dedi.
AK Parti’nin seçmen kitlelerine karşı hatalar yaptığını hiç kimse inkâr edemez. Şimdi soruyorum;
- Seçimlere bir yıl kala Türkiye’deki tüm okul müdürleri ve idari kadrolar neden değiştirildi? Cevap hemen hazır; “Paralelle mücadele için yaptık”. Bu cevap kesinlikle doğru değil. Çünkü görevden alınan okul idarecileri arasında milliyetçi muhafazakar o kadar çok insan vardı ki, bunların Paralel yapıyla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Üstelik bu gerekçeyle görevden alındıkları için insanlar haksız bir ithamla karşı karşıya kaldı, rencide oldu ve gururu incindi. Görevden alınanlar içerisinde bazı arkadaşlarım da bulunduğu için konuyu çok iyi biliyorum. Türk Eğitim-Sen Sendikası’na mensup ne kadar müdür ve idareci varsa hepsi görevden alınırken, bunların yerine Eğitim Bir-SenSendikası mensupları atandı. Bu arada Eğitim Bir-Sen içine çöreklenmiş bölücü ve Paralelci kadroların okullara yönetici olarak atandığını da özellikle belirtmek isterim. Şimdi bu haksız ve gereksiz görevden almalar ve bu yıl içerisinde eğitim camiasında yaşanan sıkıntılar kime ne fayda sağladı? Birisi lütfen bana izah etsin.
- Savcı Mehmet Emin Kiraz’ın ölümü hemen herkesi derin bir üzüntüye boğdu. Peki insanlar Şehit Savcı’nın üzüntüsünü yaşarken “güvenlik görevlileri” neden günah keçisi olarak seçildi ve “özel güvenlik sistemi kaldırılmalı” şeklinde bir açıklama neden yapıldı? Zaten asgari ücretle çalışmak zorunda kalan ve evine ekmek götürmenin derdinde olan yüzbinlerce güvenlik görevlisine, aylar boyunca neden işini kaybedeceği korkusu yaşatıldı?
- Diyanet İşleri Başkanı’nın arabası polemik konusu yapılmış iken devletin en üst kademesi bu olaya neden muhatap oldu? Sayın Cumhurbaşkanı kendi takdiriyle Diyanet İşleri Başkanı’na araba da tahsis edebilir uçak da. Ancak bu olay neden sessiz sedasız yapılmadı da sağır sultanın duyacağı şekilde ifşa edildi. Ve Maliye Bakanı tarafından bu konu neden “çerez parası” şeklinde tanımlandı?
- Aleviler bu ülkenin asli unsuru. Peki Alevi sorununun çözümü konusunda AK Parti iktidarı neden isteksiz davrandı? Türkiye nüfusunun %90’ı Hıristiyan, %10’u Alevi olsa ve sahip olmadıkları bazı haklar Alevilere tanınsa başka bir din mensubu olarak Hıristiyanlar bundan rahatsızlık duyabilir. Ancak aynı dine mensup insanların Alevilere yönelik böyle bir açılımdan rahatsızlık duyacağına ben asla inanmıyorum. Ben Sünni bir Müslümanım. Alevi kardeşlerimize Cem Evi açma hakkı tanınsa ve Alevi Dedelerine maaş bağlansa ben bu durumdan üzüntü duymam aksine mutluluk duyarım. Peki kimin tepkisinden çekinildi? Ben bunu çok merak ediyorum. Alevi açılımı yapmaktan korkan AK Parti idarecileri, %15-17’lik kendi asli tabanından mı çekindi acaba? Olaya birazda tersten bakalım. Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına yönelik kanunu İsmet İnönü liderliğindeki CHP çıkarmıştı. Ancak her nedense Alevilerin tamamı CHP’ye oy veriyor. Aleviliğe yasak getiren parti CHP, cezalandırılan ise CHP dışındaki diğer partiler. Bu davranış tarzı da anlaşılacak bir durum değil. Peki koalisyon hükümeti CHP önderliğinde kurulsa ve Cem Evi yasağı CHP tarafından kaldırılsa ne olur? CHP bu açıdan çok ballı bir parti. Aleviliği yasakladığı halde Alevilerden rahatlıkla oy alabiliyor. Yasakları kaldırdığında elde edeceği prestiji varın artık siz düşünün.
- AK Parti, milletvekili adaylarını belirleme sürecinde onbinlerce kişi arasından 550 kişiyi aday olarak belirledi ve bunları seçime soktu. Ancak bu adayların birkaç tane istisnası dışında hiç birisi seçim süresince maalesef çalışmadı. “Saldım seni çayıra Mevlâm seni kayıra” misali kamuoyunu ikna etme görevi Başbakan Davutoğluve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sırtında kaldı. Ben Kilisliyim. Kilis’in iki milletvekili hakkı var. Eskiden AK Parti’nin %65 oy aldığı Kilis’te oy oranı %49’a gerilerken, milletvekilliğinin birisi de MHP’ye kaptırıldı. Seçimden bir gün önce AK Parti İzmir Bölge 7. sıra Milletvekili adayı Savcı Sayan beyefendiyi aradım, telefonla konuştum ve kendisine başarılar diledim. AK Parti Milletvekili adayları içerisinde yılmadan, usanmadan ve SEÇİLEMEYECEĞİNİ BİLE BİLE büyük bir gayretle çalışan tek bir kişi varsa o da Savcı Sayan’dır. Kendisinin üstünde listeye girmeye hak kazanan altı kişiyi ne bilirim ne de tanırım. Ancak bildiğim bir şey varsa o da bu şahısların hiç çalışmadıkları halde, sadece ve sadece Savcı Sayan’ın gayretiyle TBMM’ye girdikleri. Savcı Sayan gibi değerli bir insan seçilemedi fakat listenin üst sırasında yer alıp onun sırtına basan dört kişi Meclise girmeye hak kazandı. Savcı Bey çok kibar bir insandır, onun ağzından sitemkâr bir laf asla çıkmaz ancak ben gönül rahatlığı ile söylüyorum; “Savcı Sayan’ın İzmir’deki gayreti neticesinde milletvekili seçildiniz. Savcı beyin emekleri size zehir zıkkım olsun”.
- Peki Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakan’ın etrafına çöreklenen ve onları dış dünyaya karşı izole eden çapsızlara ne diyeceğiz. Bu seçimde partinin başarısız olmasının bir diğer nedeni de işte bu faktör. Hiç kimse Sayın Başbakan’a ve Sayın Cumhurbaşkanı’na ulaşamıyor. Randevu almak mümkün değil. Görüşme taleplerinize cevap bile verilmiyor. Özel kalem müdürlerinin, genel sekreterlerin veya danışmanların yaptıkları umursamazlıktan başka bir şey değil. Devletin üst kademesi ile hiç kimse laf olsun torba dolsun diye görüşmek istemez. Hiç kimsenin Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile çay kahve içmeye ihtiyacı da yok. Ancak seçim sürecinde sanayici, işadamı, STK yöneticisi, cemaat ve kanaat önderleri ve fikir insanlarını devletin üst kademesiyle neden görüştürmediniz? Neden insanları küstürdünüz? Görüştürmediniz de başınız göğe mi erdi? Çok mu başarılı oldunuz? Sonuç ortada. Milli Görüş’ün çapsız ve sözüm ona “meritokratik” yapısı kıçına kına yakabilir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında yabancı medyanın attığı manşetleri bir Türk olarak hazmedebiliyor musunuz? AKP’nin tek başına iktidara gelmesi için gereken 276 milletvekilini çıkaramaması yabancı basında şöyle yer aldı:
Wall Street Journal : “AK Parti hezimete uğradı”
İsrail Haaretz: “Seçimler, Sultan’ın rüyasını kâbusa döndürdü”
İsrael Today: “Erdoğan gitti, artık daha güçlüyüz”
The New York Times : “Erdoğan bu seçimlerle karaya oturdu”
İtalyan La Republica : “Yeni bin yılın Selahaddin Eyyübi’si son metroda durduruldu. Hilal ülkesi (Türkiye) için bir devrim”
Bild: “Erdoğan’a fren”
Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ): “Erdoğan’ın partisi çoğunluğu kaybediyor”
ZDF: “Cumhurbaşkanı Erdoğan irtifa kaybetti”
Telegraph: “Recep Tayyip Erdoğan‘ın daha fazla güç hayalleri yıkıldı”.
Financial Times: “Erdoğan kötüye gidiyor. AK Parti 13 yıllık iktidarından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan hayret verici bir darbeyle parlamentoda çoğunluğu kaybetti.”
Corriere Della Sera: “Sultan Recep Tayyip Erdoğan‘ın Türkiye‘yi otoriter bir başkanlık sistemine dönüştürme hayali sekteye uğradı.”
AK Partinin 258 milletvekili alarak tek başına iktidar olabilme şansını kaybetmesine şimdilerde hemen herkes seviniyor. Ekonomide yaşanacak sıkıntı ve kayıpları pek yakında göreceğiz. Seçimin hemen ertesi günü HSBC’nin 25 bin çalışanını kapı önüne koyma kararı alıp Türkiye’den çekilmeye niyetlenmesi, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün yol inşaatlarının mahkeme kararıyla durdurulması, dövizin yükselip borsanın dibe vurması, benzine gelen yüksek oranlı zam bu kadar olay arasında belki de hiç dikkate alınmadı bile. Ancak bu tür olayların benzerini bundan sonra sık sık yaşayacağız.
Erdoğan düşmanlığı özelinde ittifak kuran HDP, CHP, MHP, BBP, Saadet ve daha niceleri yapmış oldukları güç birliğinin semeresini “şimdilik” aldılar. Ama sadece “şimdilik”. “Diktatörü devirdik, Sultanın sarayını başına geçirdik” şeklinde naralar atan bu okuma özürlü eblehlere T.C. Anayasası’nı okumalarını tavsiye ederim. Değiştirmek istemedikleri “darbe” anayasası Cumhurbaşkanına öyle güçler veriyor ki, bu partilerin tamamı bir araya gelip arkalarına Amerikan ve İngiliz parlamentolarını dahi alsalar Erdoğan’ın kılına bile dokunamazlar.
Anayasa’nın 101, 102, 103, 104, 105, 106’ncı maddeleri Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini tanımlıyor. Velev ki AK Parti dışındaki tüm partiler anlaştı ve anayasayı değiştirmeye karar verdi. O zaman da Anayasa’nın 175. Maddesini iyi okumak zorundalar.
1982 Anayasa’sı diyor ki; “Siz konuşmasını istemiyorsunuz ama TBMM’nin ilk günü Erdoğan gelip konuşma yapacak ve siz de eşek gibi onu dinleyeceksiniz. Üstelik Cumhurbaşkanı canı istediği zaman bunu tekrarlar ve dilediği zaman TBMM’yi toplar.”
Ve yine “Darbe Anayasası” diyor ki; “Çoğunluk sizde diye kendinizi bir bok zannetmeyin. Siz ne kadar yasa çıkartırsanız çıkartın hiç önemli değil. Cumhurbaşkanı yasaları onaylamak zorunda değil. Yasaları yeniden görüşülmek üzere Meclis’e iade edebilir. Tabi siz Cumhurbaşkanı ile sidik yarışına girip söz konusu yasayı noktasına virgülüne dokunmadan aynen geri gönderebilirsiniz. Fakat bu defa da Erdoğan’ın bir diğer anayasal gücüne takılırsınız. Çünkü; “yasaları Cumhurbaşkanı yayınlatır!” hükmü var. Hiçbir yasa maddesi Resmi Gazete’de yayınlanmadan yürürlüğe giremez. Erdoğan, yasayı yayınlatmaz ise ne olur? Yürürlüğe girmez. Böyle bir durumda da şap gibi ortada kalırsınız. Aynı durum kararnameler için de geçerli. Bu arada çıkartılan yasalarla ilgili olarak Erdoğan’ın Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açma yetkisine sahip olduğunu da hiç ama hiç unutmayın. Ayrıca seçimleri yenileme yetkisi de Erdoğan’ın elinde!”
“Erdoğan’ın bu kadar yetkisi olur mu?” demeyin. Bunlar daha ne ki? Başbakanı ve bakanlar kurulu üyelerini o atar. İstemediği kişiler bakan olamayacağı gibi, bakanları görevden bile alabilir! Bakanlar Kurulunu toplayıp ona başkanlık edebilir.
Cemaate gelince onların durumu hiç de iç acıcı değil. Fazla göbek atmalarına gerek yok. Anayasa’ya göre Genelkurmay Başkanı’nı Erdoğan atayabiliyor. Milli Güvenlik Kurulu’nu toplantıya çağırma ve ona başkanlık etme yetkisi de ona ait. Erdoğan istemediği takdirde MİT Müsteşarı’nı hiçbir Allah’ın kulu görevden alamaz. Ve en önemlisi Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirip Cemaat başta olmak üzere ülkenin milli bütünlüğünü korumaya yönelik hemen her konuda inceleme ve operasyon yaptırabilir.
Onu bunu bilmem…
Cumhurbaşkanının yetkileri çok fazla…
Muhalefet partilerinin tamamı şimdi karşı çıktıkları Başkanlık sistemini gelecekte mum ile arayacaklar…
Demek ki “Okumamak veya okuduğunu anlayamamak” hemen her toplumun ortak sorunuymuş. Başkanlık sistemi hemen her açıdan denetime açık bir sistem olmasına rağmen, ABD, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere tüm Türkiye düşmanları “darbe Anayasası’na devam” diyerek Türkiye’nin antidemokratik bir anayasa ile idare edilmesine çanak tutuyorlar. Bu “öküzler topluluğu” kazuistik Türkiye Anayasası’nı okumuş olsalardı ağızları açık kalır “anayasanızı acilen değiştirin” diye bize baskı yaparlardı.
Ben Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yerinde olsam Başkanlık sistemini bir daha hiç ağzıma almaz ve “insanları lâyık olduğu şekilde” idare ederdim