(Article 030-12.10.2014)
Kobani dolayısıyla bir hafta boyunca ülkemizde yapılan eylemler herkesin malumu.
Olaylar o derece kabul edilemez noktaya geldi ki, bazı şehirlerimizde sırf sakallı ve Kürtçe bilmiyor diye bazı kişiler yakılarak, bıçaklanarak ve linç edilerek öldürüldü.
HDP ve PKK, bu hareketleri ile kazayla özerk bir yapı elde etmeleri durumunda neler yapabileceklerini ortaya koydular. Böyle bir şey olsa herhalde sokakta yürüyen ve Kürtçe bilmeyen ne kadar Türk vatandaşı varsa hepsini kıtır kıtır kesip, ölülerini yerlerde sürüklerlerdi.
Meşhur bir laf vardır; “Çingeneyi kral yapmışlar önce babasını kesmiş” diye. Ben bu sözün Çingene toplumu için doğru bir laf olduğuna asla ve kat’a inanmıyorum. Ekmeğini taştan, çöpten çıkartan, devletine milletine oldukça sadık, 24 saat çalışan ve asla halinden şikâyetçi olmayan bir topluluktur Çingeneler.
Bu söz herhalde; “Kürde beylik vermişler önce kendi milletini kesmiş” olsaydı daha doğru olurdu. Irak ve Suriye genelinde akla hayâle gelmedik vahşet görüntülerine imza atan IŞİD mensupları ile Diyarbakır, Hakkâri, Batman, Van, Bingöl, Ağrı, İstanbul ve diğer büyük şehirlerimizde eylem yapan PKK ve HDP’liler arasında zerre kadar fark yok. Kobani’nin nüfusu yaklaşık 200 bin kişi. Ve bu kişilerin neredeyse tamamı şu an Türkiye Cumhuriyeti’ne sığınmış durumda. Her türlü ihtiyaçları devletimizce karşılanıyor. Burada Türkiye’nin eksik veya yanlış yaptığı hiç birşey yok. Aynı durum bir başka coğrafyada birbirine komşu iki devletin başına gelmiş olsaydı, tek bir tane mülteciye bile kucak açmaz, aksine sınıra etten duvar örüp kimsenin girmesine izin vermezlerdi.
HDP ve PKK mensupları bir haftalık süre zarfında içlerindeki kin ve nefreti en barbar toplumlarda bile görülemeyecek derecede sergilediler. Gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerekse Başbakan Davutoğlu, şiddet eylemlerinin dozajını görünce çok önemli açıklamalarda bulundular ve artık bu tarz eylemlere kalkışanlara müsamaha edilemeyeceğini, molotof kokteyli ve havai fişek gibi patlayıcıların silah kapsamına alınacağını, kamu güvenliğinin esas olduğunu vurguladılar.
Anayasa Mahkemesi’nin bu tür eylemleri demokratik bir hak gibi gören tartışmalı kararları ise tam bir hukuk garabetidir. Son yıllarda Twitter ve TİB konularında verdiği tartışmalı kararlarla sosyal medya üzerinden insanların birbirine hakaret, saldırı ve iftira atmasına yeşil ışık yakan Anayasa Mahkemesi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasal kurumu olarak değil de kendi başına buyruk müstemleke valiliği gibi hareket etmektedir. Eylemlerde gözaltına alınan kişilerin mahkeme aşamasıda yine garipliklerle dolu. Diyarbakır da etrafı kan gölüne çeviren, kamu binalarını ve araçları yakan 160 kişiden sadece bir tanesi tutuklanırken geriye kalan 159 kişi serbest bırakılıyor! Ağrı’da gözaltına alınan 60 kişinin tamamı aynı şekilde serbest bırakılıyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Yani Türk yargısı diyor ki; “yakın, yıkın, öldürün, hakaret edin, küfredin, bunların hepsi demokratik bir haktır ve her şey serbesttir”.
HSYK, Türkiye’de hâkim ve savcıların atamasını yapan, görev yerlerini değiştiren ve onları soruşturan güya bağımsız ve tek yetkili kurum. Hükümet mensuplarına yönelik yargı ve polis menşeli 17/25 Aralık 2013 Yargı Darbesi Türk halkı nezdinde bazı kurumların kredibilitesini en alt seviyelere düşürmüş durumda. Son yapılan güven anketleri birçok şeyi açıkça ortaya koyuyor. 26 kent merkezinde, 18 yaş üstü bin kişiyle yüz yüze görüşmek suretiyle “Türkiye’de Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması” yapılmış. Halkın polise güveni 2010 yılında yüzde 52.7 iken 2013’te yüzde 35.3’e gerilemiş. Yargıya ve yargı kurumlarına duyan güven ise 2010 yılında yüzde 38.8 iken 2013’te yüzde 26.5’e gerilemiş. Türkiye’de en az güvenilen kurumlar ise yüzde 19 ile medya, yüzde 21.7 ile siyasi partiler ve yüzde 23.3 ile YÖK/ÖSYM. Bu sonuçlar ne kadar acı verici değil mi?
Bu ülkenin mahkemelerine artık Türk insanı güvenmiyor. Nedeni ise son bir yıldır kamuoyuna yansıyan çeşitli olaylar. Biz Türk halkı olarak maalesef ortak paydalarda buluşmayı beceremiyoruz. Herkes kendini bir grubun parçası olarak görüyor. HSYK, Anayasaya Mahkemesi ve Yargıtay gibi görev ve yetkileri Anayasa tarafından belirlenen bazı kurumlar, “Paralel Yapı” olarak isimlendirilen bir oluşumun uydusu konumuna gelmiş durumda. Son dönemlerde medya ve çeşitli basın yayın organlarında Paralel Yapı tarafından şantaja maruz kalan, haraca bağlanan, çeşitli kumpaslarla hayatı söndürülen insan hikâyelerine sıkça rastlıyoruz. Bu türden olumsuzlukları sıkça duyan ülke insanının, bu ülkenin güvenlik güçlerine ve yargı mensuplarına inanmalarını beklemek zaten saflıktan başka bir şey olmaz.
Ben bu yazıyı kaleme alırken yargı içerisindeki Fethullah Gülen yapılanmasını temizlemeye yönelik HSYK seçim sonuçları yeni yeni gelmeye başlamıştı. İdari Yargı’dan HSYK’ya seçilmesi gereken üç kişiden birisini Yargıda Birlik Platformu üyesi, iki tanesini ise Paralel Yapı mensupları kazandı. Adli Yargı’dan seçilmesi gereken 7 kişinin tamamını ise Yargıda Birlik Platformu üyeleri kazandı. Bu seçimlerin sonucu ne olursa olsun, isterse tamamını Yargıda Birlik Platformu üyeleri kazansın, Hükümet tarafından bu tür vesayet kurumlarına son verecek yeni bir Anayasal düzenleme yapılmadığı sürece gelecekte de benzer yasadışı yapılanmalar devlet içinde görülecektir.
Türkiye’nin Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve HSYK gibi darbe ürünü vesayet kurumlarını Anayasa’dan söküp atması ve dünyadaki örneklerine uygun yeni bir yapılandırmaya gitmesi gerekmektedir. 1961 Anayasası’nın ürünü olan bu tür kurumlar, halk tarafından seçilmiş hükümetleri yıllar boyu dizginlemiş, sıkça parti kapatma yoluna giderek siyaseti dizayn etmişlerdir. Ülkenin yargı kurumları ‘seçilmiş hükümetler’ üzerinde baskı kurma yoluna gittiğinde ortaya çıkan sonuçları, demokrasinin genel kuralları içerisinde yorumlayabilmek mümkün değildir. Hemen her seçim sonrasında, seçimi kazanan tarafın aldığı oyu küçümseyen bir anlayışın terk edilmesi gerekiyor. Genel seçimler veya yerel yönetimler seçiminde yüzde 45 oy alarak ipi göğüsleyen bir partiye, karşı cephedeki kişilerin “kazandınız ama size oy vermeyen yüzde 55’lik bir kesim var” diye izahatta bulunması ne derece doğrudur? Seçim seçimdir ve çıkan sonuçları herkes kabullenmek zorundadır.
17/25 Aralık 2013 Yargı Darbesi esnasında ve sonrasında kendilerine bağlı tüm hâkim ve savcılara adeta kol kanat geren, görevini kötüye kullanan savcı ve hâkimler hakkında tek bir tane olumsuz karar vermeyen, kendilerine muhalif tüm yargı mensuplarını ise isimsiz ihbar mektuplarıyla fişleme cihetine gidip sicillerini bozan, meslekten ihraç eden HSYK mensupları, bu türden haksız ve yersiz uygulamalarıyla hukuk tarihinde müstesna bir yere sahip olmuşlardır. AYM, Yargıtay ve HSYK arasında birbirlerine ‘senli benli’ üye seçimi yapılması tüm dünyada emsâli görülmedik bir hukuk düzeninin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Şimdi Mısır’a bir göz atalım ve Türkiye ile Mısır arasındaki benzerliklere dikkat edelim.
Mısır’da seçimle iş başına gelen Cumhurbaşkanı Mursi 30 Haziran 2012’de yemin ederek görevine başladı ve 29 Haziran 2012’de Tahrir Meydanı’nda sembolik Cumhurbaşkanlığı yeminini etti. Mursi, meydanı dolduran kalabalığa, “Şimdi herkes beni dinliyor, halk, polis, ordu beni dinliyor. Halkın üstünde bir otorite yoktur. Sizler otoritenin kaynağısınız” diye hitap etti. Tahrir’de yapılan yemin pek çok eleştiriye maruz kaldı. Zira Yüksek Seçim Kurulu (YAK)’nun 17 Haziran’da çıkardığı anayasal düzenlemelere göre Cumhurbaşkanı’nın Anayasa Mahkemesi’nin önünde yemin etmesi gerekiyordu. 8 Temmuz 2012’de Anayasa Mahkemesi hemen devreye girdi ve “parlamento seçimlerinin yapıldığı kanunun geçersiz olduğu” gerekçesiyle meclisin feshedilmesi yönünde karar verdi. Ancak Muhammed Mursi, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararının geçersiz olduğunu duyurdu. Hemen üç gün sonra 11 Temmuz 2012’de Anayasa Mahkemesi yeni bir adım attı ve Mursi’nin aldığı “geçersizlik kararının” yürütmesini durdurdu.
Mursi, 11 Ekim 2012’de Başsavcı Abdulmecid Mahmud’u görevinden alarak Vatikan Büyükelçiliği’ne atadı ve yeni bir Anayasa yapmak için aralarında cumhurbaşkanlığına aday olan isimlerin de yer aldığı muhalefetin önde gelen isimleriyle, 3 Kasım 2012’de bir araya geldi ve yeni Anayasa taslağını 15 Aralık’ta referanduma sunma kararı aldı. Yüksek Seçim Kurulu 26 Aralık’ta yeni Anayasa’nın yüzde 68.3 oy oranıyla kabul edildiğini açıkladı.
Muhammed Mursi, yeni anayasa uyarınca yasama yetkisini 27 Aralık 2012’de resmen Şura Meclisi’ne devretti. Bu arada Mursi’nin etrafı yavaş yavaş boşaltılmaya başlandı. Mursi tarafından göreve getirilen danışmanlar ve başkan yardımcılarından on tanesi 17 Şubat 2013’de istifa ettiğini açıkladı. 6 Mart 2013’de Mısır İdari Mahkemesi, parlamento seçimlerinin Nisan ayında yapılmasını öngören kararı reddederek, kararın Anayasa Mahkemesi’ne sevk edilmesini kararlaştırdı. Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanı tarafından “parlamento seçimlerinin iptal kararını durdurmak” için yaptığı itirazı 21 Nisan 2013’de reddetti. Bundan iki gün sonra Mursi’nin hukuk danışmanı Muhammed Fuad Cadullah istifa etti. Mursi karşıtları 28 Haziran 2013’de Tahrir Meydanı ve İttihadiyye Sarayı etrafında gösteriler düzenlerken, Mursi yanlıları da Kahire’nin doğusundaki Rabiatu’l Adeviyye Mescidi yakınında gösteriler düzenledi. 1 Temmuz 2013’de bu defa hükümetin 10 bakanı istifa etti. Aynı gün Savunma Bakanı Abdulfettah Sisi siyasi krizin çözümü için ordunun 48 saat süre tanıdığını açıkladı. Mısır ordusundan yapılan yazılı açıklamada, ordunun darbe yapmadığı ancak “halkın iradesine” göre hareket edileceği belirtildi. Mursi, 2 Temmuz tarihinde içinde onlarca kez “meşruiyet” kelimesinin geçtiği uzun bir konuşma yaptı. Ancak bu konuşmadan sadece bir gün sonra Mısır Genelkurmay Başkanı Sisi, mevcut anayasayı askıya aldığını ve seçim yapılıncaya kadar Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur’un Cumhurbaşkanlığı görevini yürüteceğini açıkladı. Geçiş döneminde teknokrat ağırlıklı bir uzlaşı hükümeti kurulacağını dile getiren Sisi, yaptıkları müdahalenin gerekçesini “Halkın, orduyu göreve davet ettiğini hissettik” diye savundu.
Yargı ve Ordu ekseninde organize edilen Mısır’daki hükümet darbesinin işleyişi Türkiye’deki sistemle ne kadar benzer özellikler taşıyor değil mi? Mısır darbesinin birebir aynısı bundan yıllar önce hatta yakın tarihimize kadar Anayasa Mahkemesi ve Ordu işbirliği ile ülkemizde yaşandı. 28 Şubat sürecinde Hükümeti devirmeye yönelik kumpas çalışmaları içerisinde YÖK, Üniversiteler, basın ve medya grupları, işadamları, yargı mensupları, dernekler, oda ve birlikler yer almamış mıydı? 28 Şubat sürecinde görev yapan Sabih Kanadoğlu, Vural Savaş ve Abdurrahman Yalçınkaya gibi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıları ile Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yüksel tarzındaki hukukçu tiplerini hafızanızı zorlayarak lütfen gözlerinizin önüne getirin. Kanun hukuk tanımaz bu zatı muhteremlerin Türkiye’yi yıllar boyu nasıl kaotik bir ortama soktuğu, Türk siyasi hayatı başta olmak üzere Türkiye’nin ekonomik kalkınmasına ne türden zararlar verdiği ortadadır. Seçimlerde istedikleri sonucu elde edemeyen ve çoğu hukuk adamı kılığına bürünmüş Kemalist Ulusalcı tipler, basın ve medya kuruluşlarına servis edilen sipariş yazılara ve internet bilgilerine dayanarak Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kapatma davası açmamışlar mıydı? 2008 yılında tanzim ettikleri yargı darbesinde başarısız olan bu tarz derin yapılar uygun zamanı sabırla beklemiş, neticede 31 Mayıs 2013’de Gezi Olayları ve 17/25 Aralık Darbesi ile yeni bir atak yapmışlardır. Gezi Olaylarında sosyal medyayı kullanarak halkı darbeye ortak etmeye çalışan bu yapı, 17/25 Aralık’ta Adli Kolluk kuvvetlerini araç olarak kullanmıştır.
IŞİD’in Kobani saldırısını protesto gayesiyle sokaklara dökülen barbarların, gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılması da aynı istek ve arzunun devam ettiğinin en büyük göstergesidir. Terör eylemlerine karışan kişilerin hukuk adamları tarafından serbest bırakılmasının tek bir amacı vardır; toplumda Kürtlere yönelik nefret duygularını had safhaya çıkarmak. HSYK seçim sonuçlarına göre şimdilik bir devir kapanmış ve yargı içerisindeki Fethullah Gülen yapılanması büyük bir darbe yemiştir. Paralel Yapı kontrolündeki HSYK, geçmiş dört yıl içerisinde 1500 hâkim ve savcının sicilini bozarken, kendilerine mensup binlerce yargı mensubu hakkındaki şikâyetleri ise sümen altı etmiştir. Yeni HSYK bu açıdan çok önemli bir misyon üstlenecektir. Haksız yere sicili bozulan savcı ve hâkimlere iade-i itibar yapılırken, dosyaları sümen altı edilen birçok hâkim ve savcı hakkında ise meslekten çıkarma dahil çok önemli idari kararlar verilecektir. 17/25 Aralık 2013 Yargı Darbesini gerçekleştiren Zekeriya Öz, Celal Kara ve Muammer Akkaş gibi savcıları ise kara günler bekliyor. Bu tarz insanlar bu saatten sonra Türk mahkemelerinde savcı ve hâkim olmayı bırak, mübaşir bile olamayacaktır.
HSYK seçimleri Türk hukuk sisteminde köklü değişikliklere neden olacaktır. Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumlarda var olan Fethullah Gülen yapılanması sona erdirilecek, bu kurumlara atanacak yeni kişilerle hukukun yeniden tesisi sağlanacaktır. Başbakan, Bakanlar ve MİT müsteşarının dinlenmesi ve dinlemelerden elde edilen bilgilerin üçüncü ülke istihbarat birimlerine servis edilmesi suçu kapsamında gözaltına alınan kişilerin mahkemelerce yıldırım hızıyla serbest bırakılması, İçişleri Bakanlığı tarafından görevden el çektirilen emniyet mensuplarının İdare Mahkemeleri tarafından aynı gün içerisinde görevlerine iade edilmesi, Kobani olaylarından dolayı gözaltına alınan ve yakıp yıkma eylemleri kameralarca kayıt altına alınan kişilerin aynı gün içerisinde hiçbir şey olmamış gibi serbest bırakılması iyi niyetle izah edilemez.
Çözüm sürecinin sona ermesi, Kürtlerin ve Türklerin birbirine düşman hale dönüştürülmesi, 30 yıl boyunca terör eylemlerinden nemalanan kişilerin en büyük arzusudur.
Ortadoğu’da petrol ve doğalgaz rezervleri bitinceye dek Batılı ülke istihbarat örgütlerinin bu coğrafyadaki etkinliği sona ermeyecektir. Ortadoğu ülkelerinin tamamı petrol ve doğalgaz gelirlerinin önemli bir bölümünü zoraki şekilde silah alımına harcamaktadır. Bu bölgede huzur ve güven ortamının hakim olduğu tek bir tane demokratik ülke varsa o da Türkiye’dir.
Türt-Kürk çatışması en başta Batılı silah üreticilerinin ve istihbarat örgütlerinin işine gelmektedir. Doğu ve Güneydoğu şehirlerindeki terör ve güvenlik sorunu, hukuk dışı yeni kazanç kapılarının oluşmasına da yol açmaktadır. Bölgede 30 yıldan beri yaşanan çatışma ortamı neticesinde uyuşturucudan insan kaçakçılığına, sigara ve petrolden silah kaçaklığına kadar çok sayıda yeni iş sahası oluşmuştur. Barış ve Kardeşlik Projesi, en başta bu sektörlerden para kazanan kişileri rahatsız etmektedir, rahatsız etmeye de devam edecektir. PKK terör örgütünün uyuşturucu trafiğinden her yıl milyarlarca dolar gelir elde ettiği, BM, AB ve ABD tarafından açıkça deklere edilmektedir.
Bu savaşta hem Türklerin hem de Kürtlerin kanı akmış, on binlerce insanımız ölmüştür. PKK’nın silahlı kanadı içerisinde ki bazı kesimler bu savaşın sona ermesinden memnûniyet duyarken, bazılarıda kaybettikleri fırsatlardan dolayı bu işe karşı çıkmaktadır. PKK’yı kullanarak şehirlerde haraç toplayanlar, iş takipçiliği ve insan kaçakçılığı yapanlar, uyuşturucu ticaretinden para kazananlar muhalif kanatta yer almaktadır. Bugün bile Cizre, Hakkâri, Diyarbakır ve Batman kırsalında yol kesmelerin, adam kaçırma ve araç yakma eylemlerinin yoğunlaştığı dönemlere lütfen dikkat edelim. Bölgede uyuşturucu tarlaları olabildiğince yaygın durumdadır. PKK mensupları neden kış aylarında yolları kesmiyor da, yaz aylarında ve belirli mevsimlerde böyle bir eyleme gitmeyi tercih ediyor? Bölgede yol kesilen tarihler, Hint keneviri hasadının başladığı dönemlere denk gelmektedir. Bu işten kimler nemalanmaktadır? En başta PKK, üretici köylüler, bu malı Batı ülkelerine taşıyan nakliyeciler, Avrupa’daki aracılar, satıcılar ve dağıtıcılar, bilerek veya bilmeyerek bu işten nemalanan bölge milletvekilleri, belediye başkanları, güvenlik güçleri, gümrük memurları, vs. vs. Bu liste uzadıkça uzar.
Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Daire Başkanlığı raporuna göre KOM birimleri tarafından 2013 yılında 32 bin 726 uyuşturucu operasyonu yapılmış ve 57 bin 417 şüpheli şahıs yakalanmıştır. Bu operasyonlarda 166 ton 268 kilo esrar, 9 ton 843 kilo eroin, 167 kilo afyon, 430 kilo kokain, 221 kilo bonzai (sentetik cannabinoid), 101 kilo metamfetamin, 13 bin 033 litre asetik anhidrit, 323 bin 963 adet kırmızı ve yeşil reçeteye tabi hap, 4 milyon 484 bin adet Captagon ve 3 milyon 307 bin adet Ecstasy hap ele geçirilmiştir.
Yakalan mal miktarlarına bakar mısınız? Kilo falan değil “ton” seviyesinde. Bu rakamlar minvalinde HDP milletvekili Sırrı Sakık’ın; “PKK uyuşturucuyla mücadele ediyor” açıklaması insanın kulağına ne kadar inandırıcı geliyor?
Savaşmak çok kolaydır, barışın tesisi ise zor olanıdır. AK Parti zoru seçti ve bu yolda kararlı adımlarla ilerliyor. Uyuşturucu ve silah baronlarının oyununa gelmemek gerekiyor. Türkiye’deki Anayasal vesayet kurumları ve bunların temsilcileri, bugün bazı terör örgütlerine hizmet edip dirsek teması içerisinde gününü gün etmektedir.
Ama unutmayalım; Türklerde “Devlet-i Ebed Müddet” anlayışı vardır ve Devlet ile asla oyun oynanmaz.