(Article 241 – 01.08.2018)
FETÖ yargılamaları başladı. Hatta birçoğunda hükümler kurulmaya da başlandı. Bu davalarda sanıkların neredeyse tamamı birbirine benzer savunmalar yapıyor: “Görmedim, duymadım, bilmiyorum.”
Elinde silahla ateş edenler bile: “görüntüdeki kişi ben değilim” tarzında tiyatrovari açıklamalarda bulunuyor. Hemen her gün pişkinliğin ahlâksızlığın, şerefsizliğin ve kanı bozukluğun yeni bir çeşidine tanıklık ediyoruz. Müthiş bir laubalilik ve örgüt liderine sadakat durumuyla karşı karşıyayız. Herkes sonuna kadar direniyor ve Fethullah Gülen hakkında tek bir laf etmiyor. Bunun nedeni aslında “TELKİN, TAHT VE TAVUS” prensibiyle beyinlerinin yıkanmış ve ”mankurtlaşmış” olmalarından kaynaklanıyor.
70’li yılların ilk yarısında Irak’ta ortaya çıkan Kesnizani ve Pakistan’da örgütlenen Muhammed Tahir el-Kadiri yapılanması ile aynı yıllarda Türkiye’de ortaya çıkan Muhammed Fethullah Gülen yapılanmasının ilke ve prensipleri birbirinin birebir aynısıdır. Bu üç adam arasında o kadar benzerlikler vardır ki şaşar kalırsınız.
- Öncelikle her üçünün de ismi “Muhammed” ile başlar.
- Her üçünün de herhangi bir din bilgisi ve ilahiyat kökeni bulunmamaktadır.
- Her üçünde de çocuk ve gençlerin beynini törpülemede kullanılan ışık evleri, nur evleri, tekke ve dergâhlar vardır.
- Her üçü de “imanlı nesiller yetiştirme” gayesiyle kendine inanan kişilerden “himmet” adı altında para toplar.
- Her üçünün de dershaneleri, eğitim kurumları, okul ve üniversiteleri vardır.
- Her üçünün de sivil toplum kuruluşları, vakıf ve dernekleri vardır.
- Her üçü de devlet kademesinde gizlice örgütlenmiştir.
- Her üçü de kendi ülkelerinde yargı, emniyet, ordu ve istihbarat kurumları başta olmak üzere devletin tüm stratejik kurumlarını ele geçirmişlerdir.
- Her üçünün de zihin yıkama modeli; “Telkin”, “Taht” ve “Tavus” prensibi üzerine kurulmuştur.
Telkin-Taht ve Tavus Prensibi Nedir?
“Telkin” sürecinde; tarikat mensupları, profesyonel kişilerce örgüt evlerinde tertip edilen özel sohbet toplantılarında Şeyh Efendi’ye karşı koşulsuz saygı duymaya kodlanır. Küçük yaştaki genç zihinlere şeyh efendinin veya hocaefendinin ne kadar büyük bir zat olduğu, Peygamber Efendimiz ile iletişim halinde olduğu, her şeyi gördüğü, duyduğu ve bildiği defalarca ama defalarca anlatılır. İzleme ve dinlemeler neticesinde elde edilen ve sadece çocuğun ailesi ve kendisince bilinen bazı bilgiler, sanki Şeyh efendinin kerametiymiş gibi pazarlanır. Herhangi bir dersten sınava girecek çocuğun eline sınavda çıkacak sorular tutuşturulur ve “Hocaefendimiz dün akşam rüyasında Peygamber efendimiz ile görüşmüş! Peygamber efendimiz sınavda şu sorular çıkacak diyerek Hocaefendiye bu soruları göstermiş!” hikayesi uydurulur. Sınava giren çocuk soruların birebir aynı olduğunu görünce ve bu olay sürekli olarak tekrarlanınca dünyevi bir varlık olarak gördüğü Hocaefendiyi, uhrevi bir kişilik olan Mesih-Peygamber mertebesindeki “Muhterem Hocaefendi” olarak görmeye başlar.
“Taht” aşamasında müritlere, Allah adına “taht” ikramı yapılır. İşsiz güçsüz insanlara devlet kademesinde belli bir komisyon karşılığında iş teklif edilirken, hali hazırda devlet memuru olanlara da makamda yükselecekleri vaat edilir.
“Tavus” aşamasında ise, büyünün, ezoterik anlatımların, kehanet ve kerametlerin yolu açılır. Müritlerin rüyalarına giren “Peygamber” hikâyeleri, Şeyh efendinin Allah ve Peygamber ile sürekli görüştüğüne yönelik anlatılar ve çağdaş hipnoz yöntemleri kullanılarak müritler adeta uyuşturulur ve kelimenin tam anlamıyla; zihinleri kontrol altına alınan ve her istenileni sorgusuzca yerine getiren birer “mankurt” sürüsüne dönüştürülür.
Türk devlet tarihinin en büyük travmasını yaşıyoruz.
2238 yıllık Türk devlet tarihinin hemen her evresinde hainlere rastlamak mümkün. Bunlar asla tükenmez ve tükenmeyecek de. Ancak bu kadar çok hainin topluca hareket ettiğine bizler 15 Temmuz 2016 günü ilk defa şahit olduk.
Saddam’ı devirmek için onlarca yüzlerce darbe, isyan ve kalkışma yapıldı. Ancak hiç birisi Kesnizani kadar sessiz ve derinden gelip, bu kadar etkili ve yıkıcı olmadı. Kesnizani’nin arkasındaki güç MOSSAD ve CIA idi. FETÖ’nün arkasındaki güçler ise hiç şüphesiz daha karmaşık ve profesyonel bir yapı.
Yabancı istihbarat kuruluşları, Türkiye yıkılmadığı ve parçalanmadığı takdirde bu coğrafyada yeni bir Lozan Anlaşması imzalatamayacaklarını çok iyi biliyorlar.
Bugün Suriye’de, Irak’ta, Mısır’da, Afganistan ve diğer tüm İslâm ülkelerinde yaşanan olaylar, aslında Türkiye’yi dize getirmek için tezgâhlanan büyük bir oyunun parçası.
Türk tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ihanet hadisesine imza atanlar şimdilerde yargılanıyor. Bazı mahkemelerce çeşitli cezalar verilmeye de başlandı. Fethullah Gülen yapılanmasına mensup olup bu devleti yıkmaya teşebbüs edenlere verilen cezalar ne olursa olsun içimizi asla serinletmeyecek.
Bu örgütle şu veya bu şekilde ilgisi olanların, maddi ve manevi destek verenlerin iki üç sene sonra elini kolunu sallaya sallaya aramızda dolaşmaya başladıklarını ise büyük bir üzüntü ile göreceğiz.
Telefonlarında By-Lock yüklü şahısların, hapis bile yatmadan üç beş ay cezayla kurtulacaklarına ise adım gibi eminim.
FETÖ ile mücadele konusunda bazı televizyon kanallarında yapılan tartışmaları izliyor ve ilahiyatçıların konu hakkındaki düşüncelerini analiz etmeye çalışıyorum. TV ekranlarında boy gösteren ilahiyatçıları görünce, Fetullah Gülen denilen şizofren mahlûkun, neden bu kadar güçlendiğini ve kendisine nasıl eleman devşirdiğini şimdi çok daha iyi anlıyorum.
Maalesef oldukça yetersiz ve kapasitesiz bir ilahiyatçı kitlesiyle karşı karşıyayız. Bu kanaate nasıl vardığımı size izah etmek istiyorum;,
Bir TV programında profesör ünvanlı ilahiyatçıya moderatör soruyor; “Hocam bu yapının mensuplarının Fetullah Gülen’den kopması için ne söyleyebilirsiniz?” Hoca da sanki müthiş bir keşifte bulunmuş gibi büyük bir ciddiyetle cevap veriyor; “Bu adamın peşinden gidenler şirk içindedir”.
Verilen cevap o kadar basit ve o kadar sığ ki moderatör bile isyan ediyor ve : “ben sizden daha keskin öneriler beklerdim” diyor.
Fetullah Gülen’in kıçından çıkardığı dona sahip olmak, ağzını sildiği pis peçeteyi kapmak ve tabağındaki yemek artıklarını kapışmak için dizinin dibinde aç köpekler gibi bekleyen “Deyyusu Ekberlerin”, bu adamı Peygamber ve haşa Allah gibi gördüğünü halâ anlamıyor musunuz? Cemaat mensuplarını bu kadar çapsız bir açıklama ile bu lâ-dini (din dışı) yapının elinden kurtarmak asla mümkün olmaz.
Eğer FETÖ mensuplarını bu meczuptan koparmak tek bir cümle ile mümkün olabilseydi, Cumhurbaşkanı başta olmak üzere pek çok etkili ve yetkili zevat meydanlara çıkıp bu cümleyi söyler ve insanlarda “Allah Allah! Bizler meğer şirk içindeymişiz” deyip Gülen yapılanmasını terk ederdi. Demek ki “şirk içindesiniz” demekle insanlar ikna olmuyor.
Peki ne yapmak lazım?
Öncelikle Fetullah Gülen gerçeğini dinsel açıdan değil, toplum sosyolojisini ve birey psikolojisini göz önüne alarak incelemek ve sorgulamak gerekiyor.
İslâmiyeti bir araç olarak kullanan din istismarcılarından Türk halkını kurtarmak gerekiyor.
Milattan önce 384-322 yılları arasında yaşayan Aristo ile milattan sonra 1332-1406 yılları arasında yaşayan İbn Haldun arasındaki ilişkiyi biliyor musunuz?
Aristo’nun mantığı düz ve kesindir. Bir şey ya temizdir ya da pis, ya yumuşaktır ya sert, ya siyahtır ya da beyaz. İbn Haldun ise olayları mantık süzgecinden geçirip esnekleştirir. İbn Haldun’a göre bir şey az kirli, kirli, çok kirli, aşırı kirli olabilir. Yine aynı şekilde bir şey yumuşak, az yumuşak, çok yumuşak, aşırı yumuşak olabilir. İki bilim insanı arasındaki en büyük mantıksal farklılık işte budur.
Bugün çoğumuzun evinde var olan TV, radyo, fırın, çamaşır makinesi, cep telefonu ve sair tüm elektrikli ve elektronik eşyaların açma kapama düğmesi (yani ON/OFF) Aristo’nun eseridir. Fakat örneğin çamaşır makinelerindeki çeşitlik yıkama modları, radyo, TV ve cep telefonu ve elektronik eşyalardaki ses, renk ve ışık ayarları, arabaların klima ve vites atlama sistemlerinin mucidi ise İbn Haldun’dur.
Şimdi “vites” ile İbn Haldun’un ne alâkası var diyebilirsiniz. Ancak eğer araçlar Aristo mantığına göre yapılsaydı ya çalışır ya çalışmazdı, ya gider ya gitmezdi, ya hızlı gider ya da yavaş giderdi. Halbuki İbn Haldun, bir aracın yavaş, biraz hızlı, hızlı, çok hızlı veya aşırı hızlı gidebileceği mantığını kurmuştur. Bugün modern dünyada kullanılan her türlü ayar, ölçme, kontrol ve otomasyon sistemlerinin “babası” işte bu nedenle İbn Haldun’dur.
Kişiye göre din tarifi olmaz. Din, kesin ve kat’i kurallar silsilesidir. Dinin kural ve kaideleri zaman ve mekâna göre de değişmez. Yani haram haramdır, helâl de helâl. Haram ile helâlin arası olmaz. Örneğin birini haksız yere öldürmek günahtır. Buna göre Kur’an ve din ile ilgili konularda Aristo mantığı geçerlidir diyebiliriz.
Bizdeki bazı hacı hocalar ve profesör ünvanlı ilahiyatçılar, dinin temel kaide ve kurallarında maalesef İbn Haldun mantığını uyguluyor. İslam dinine yönelik en büyük bilgi çarpıtması ise sosyal medyada ve TV kanallarında yapılıyor.
Kanalın birinde; yanmaz kefen, cinselliği arttıran okunmuş su ve şişelenmiş sakal-ı şerif suyu pazarlayan bir din simsarı, bir elinde Kur’an diğer elinde kredi kartı tutarak kendisine inananları söğüşlerken, diğer kanalda kendini “Profesör” olarak tanıtan bir başka zat-ı muhterem, din-siyaset ve ticaret üçgeninde kendisine inanan eblehleri kandırmakla meşgul.
Bir başka “Profesör” bozması, evinin sürekli olarak “çiş” koktuğunu ileri süren telefondaki izleyiciye, “evinize cin ve şeytan musallat olmuş” diye telkinde bulunabiliyor.
Bir başka TV kanalında; “abdestsiz olarak tutabileceğiniz jelatinli Kur’an-ı Kerim” reklamı yapılıyor.
Kendisini antikapitalist ilahiyatçı olarak tanımlayan İHSAN ELİAÇIK isimli bir şahsiyet ise “Kur’an, kutsal kitap değildir” diye açıklama yapıp, dini açıdan “eşcinsel evlilik” yapılmasında herhangi bir beis olmadığını savunabiliyor.
Şimdi soruyorum: Fetullah Gülen’e inanan insanları, bu ilahiyatçıların ikna edebileceğine gerçekten inanabiliyor musunuz?
Fetullah Gülen şizofren ve meczup olabilir ama en azından ikna noktasında Türkiye’deki birçok ilahiyatçıyı arka cebinden çıkartır.
Fetullah Gülen, Türk halkı nezdinde artık fakir çocuklara kol kanat geren, onlara yurt ve barınma imkânı sağlayan, okutan ve işe yerleştiren bir figür olmaktan çıkmıştır. Karşımızda Müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, “Ilımlı İslâm” tanımlamasının arkasına sığınıp, tamamen farklı bir din yaratmayı kafasına koymuş saplantılı bir kişilik bulunmaktadır.
Artık şu çok açık ve net şekilde ortaya çıkmıştır; bu adam Türkiye ve Türki Cumhuriyetler başta olmak üzere, İslâm dünyasının bütününde ayrışma yaratmak amacıyla Batılılarca kurgulanmış bir figürdür. Bu adamın İslâm diniyle ve Müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır.
İslamiyet’te ne böyle bir inanç sistemi, ne de böyle bir uygulama yoktur. Bu, din değildir.
Geçmişte sömürgeciliğin öncü kuvveti olarak Doğu ülkelerinde Hıristiyan misyoner okullarını kullanan Batılılar, artık bu okulları Müslümanlara açtırıp, finansmanını da “imanlı nesiller yetiştirme” uğruna Müslümanların bizzat kendisine yaptırıyor. Bu okullarda, küresel elite hizmet edecek zihnen ve fikren “iğdişleşmiş” köleler yetiştirildiğinin en bariz örneği; Muhammed Tahir el Kadri (Pakistan), Muhammed Kesnizani (Irak) ve Fetullah Gülen yapılanmasının “mankurtlaşmış” müritleridir.
Pakistan’ın FETÖ’sü olan Tahir-ül Kadri’den talimat alan Anayasa Mahkemesi üyeleri bundan bir yıl kadar önce Pakistan Başbakanı Navaz Şerif’i bizdeki 17/25 Aralık yargı ve emniyet darbesine benzer bir operasyonla ve eften püften bahanelerle öncelikle Başbakanlıktan indirdi ardında da geçen hafta 10 yıl hapis cezasına çarptırıp cezaevine attı. Son yapılan genel seçimlerde iktidara gelen İmran Han ise Türkiye’deki Kılıçdaroğlu’nun adeta benzeri ve bu partinin milletvekillerinin neredeyse tamamı Tahir-ül Kadri’nin müritleri. Maalesef Pakistan’da operasyon tamamlanmıştır.
Irak’ın FETÖ’sü olan Muhammed Kesnizani ise muhteşem bir organizatördür.
Irak’ın 33 yıllık lideri Saddam Hüseyin, 2003’deki Amerikan askeri işgali sırasında ülkeyi sırtından hançerleyen Kesnizani tarikatı ve müritlerince devrildi. Kesnizani mensupları, devletin tüm kritik kurumlarına, maliye, milli eğitim, ordu, emniyet, istihbarat başta olmak üzere sarayın tüm kılcal damarlarına yıllar içinde sızmışlardı. Saddam’ın karısı Sacide, kardeşleri Vatban ve Barzan ile oğlu Udaybile müritler arasındaydı. Devletin kilit noktalarında bulunup bu tarikata katılma konusunda tereddüt edenler ya ortadan kaldırılıyor ya da MOSSAD ve CIA’nın yeşil dolarları ile ikna ediliyordu. Saddam’ın en güvendiği adamlardan biri olan İbrahim İzzet El Duri’de Kesnizani tarikatı mensubuydu.
Saddam bu durumu fark ettiğinde iş işten çoktan geçmişti. 1990’lı yıllarda başlayan devlet kademelerine sızma hareketi, 2000’li yılların başında artık tamamlanmıştı. Amerikan işgal güçleri 2003 yılında Basra’dan Bağdat’a doğru ilerlerken, Şeyh Muhammed Kesnizani, “Amerikan askerlerine direnmemeleri” hususunda müritlerine fetvalar veriyor, onların sanıldığı kadar tehlikeli olmadığını söylüyordu. Onun bu telkinleri sayesinde, ülkenin bağımsızlığı için savaşması gereken generaller, beyaz bayrakları havaya kaldırarak Amerikan işgaline göz yumdu.
İşgal sonrasında, ABD ve dolayısıyla Kesnizani ile işbirliği yapmayan onbinlerce bilim adamı, araştırmacı, fikir insanı, cemaat önderi, doktor, hakim, savcı, avukat, gazeteci, mühendis, teknisyen, bürokrat ve memur öldürüldü. Bunların kimileri kurşunlanarak, kimileri ise işkenceyle ortadan kaldırıldı. Devlet arşivleri, kütüphaneler, müzeler, tapu ve nüfus kayıtları başta olmak üzere devletin tüm arşivleri imha edildi, Irak’ın insan, kültür ve tarih hafızası yok olup gitti.
Sonuç? Üçe bölünen ve bir daha asla birleşmeyecek olan Sünni, Şii ve Kürt Irak…
“Işık evleri”ndeki sohbet toplantılarında insanların Fetullah Gülen’e karşı koşulsuzca kodlanmaları, bu kişilere mevki ve makamda yükselecekleri hususunda teminatlar verilmesi ve son olarak gerek 17/25 Aralık 2013 gerekse 15 Temmuz 2016 darbesinde yaşandığı üzere kendilerinden istenileni sorgusuzca yerine getirmeleri, Hasan Sabbah’ın Alamut kalesinin burçlarından atlayan fedailerinin yaptıklarıyla birebir aynı değil midir?
Prof. ÖNDER AYTAÇ isimli bir geri zekâlı ebleh “Hocaefendi bize şah damarımızdan daha yakındır. O yaptıklarımızı görür, duyar ve bilir” şeklinde bir tweet atmadı mı? Sadece bu cümle bile Gülen’in kendi mensuplarınca haşa Allah olarak görüldüğünü ispat etmiyor mu?
KAF suresinin 16’ncı ayetinde; “And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız” demiyor mu?
Liderlerini “Allah” olarak gören bir cemaatin mensuplarını, “şirk” gibi çok basit üç beş kelimeyle hiç kimse inandıkları yoldan çeviremez.
Bu arada “PROFESÖR” ünvanlı nice ilâhiyatçımızın yıllar boyu sadece gevezelik yaptığını, mevcut bilgileriyle İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın İslâm kürsüsünde tuvalet temizlikçisi bile olamayacaklarını, İngilizlerin ve yabancı istihbarat kuruluşlarının Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere İslâm coğrafyasında kaleme alınan bütün hadis kitaplarını satır satır okuyup Müslümanlar arasına fitne sokmak için gece gündüz çalıştıklarını da özellikle ifade etmek isterim.
Kendisi de bir “deist” olan ve İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kurucusu olan Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün yetiştirdiği öğrenciler sizce ne olur? 1700’lü yıllarda İngiltere’de kendini göstermeye başlayan Deizm‘e göre; “Allah vardır ancak din denilen bir şey yoktur“. Dinleri reddettiği için; peygamberler, kutsal kitaplar, cennet ve cehennem, melek ve şeytan gibi kavramların hiçbirinin deizm inancında yeri yoktur.
Maalesef bu tarz kişilerce kaleme alınan tüm kitap ve Kur’an meallerinin tamamı sakattır.
Tekkelerde, ocaklarda, ışık ve nur evlerinde beyni yıkanan mankurtlar sürüsünün 15 Temmuz darbesinde yaptıkları ortadayken, İslâm’ı ayaklar altına alan bu tür cemaat yapılanmalarına devletin göz yumması inanılır gibi değil.
1903 yılında “İncil ve Salib” isimli muhteşem eserini kaleme alan Abdulehad Davud, bu kitabında çok güzel bir konuya temas eder ve gerek Arapların gerekse Türklerin kendi dilleriyle Kur’an-ı Kerim’i meal edemeyeceğini savunur. Gerekçesini de filoloji bilimine dayandırır. Sami dillere egemen olamayan kişilerin Kur’an-ı Kerim’i asla “meal edemeyeceğini” savunur.
Semitik diller, Ortadoğu’da yaygın olan antik dillerin çoğunu kapsamaktadır. Arapça, İbranice, Aramice, Fenikece ve Akkadca dilleri Sami dil ailesi grubundandır.
Arapça, Farsça, İbranice, Fenikece, Aramca, Süryanice, Keldanice, İngilizce, Fransızca, Almanca, Yunanca, Latince ve Türkçe bilen Abdulehad Davud gibi İslam alimlerini yetiştiremediğimiz sürece, bölüm başına 10-15 bin dolar para alıp, TV ekranlarında efsane, safsata ve masal anlatıp, salya sümük ağlayarak milleti söğüşleyen din simsarlarından daha çok çekeriz.
Velhasılı kelâm; İslâm’ı ve Müslümanlığı vıcık vıcık eden bu tür “din-dışı” yapıların ve kişilerin ortadan kaldırılması için, İslâmiyet konusunda en azından kendi ülkemizde oldukça radikal adımlar atmak zorundayız.
Piyasada rengarenk basılmaya başlanan ve her biri birbirinden farklı Kur’an meallerinin ise derhal imha edilmesi gerekiyor. Hadisler de olduğu gibi Kur’an-ı Kerim meallerinde de akıl almaz tahrifatlar yapılmıştır. Bu çok tehlikeli bir gidişin habercisidir.
Cumhurbaşkanlığı bünyesinde yerli ve yabancı uzmanlardan oluşturulacak filoloji, teoloji, sosyoloji ve diğer bilim dallarına ait uzmanlardan oluşturulacak bir komisyon vasıtasıyla tek ve muhteşem bir Kur’an meali yazıp, ortalıkta dolaşan din simsarlarını temizlemenin vakti gelmiştir.
Yoksa ne olur biliyor musunuz?
Yeni Fetullahlar, yeni Alparslanlar, yeni Adnanlar ve Ahmetler, Süleymanlar ve Mahmutlar çıkıp, çok sayıda tarikat, mezhep ve cemaat kurup önümüzdeki yıllarda başımızı ağrıttıkça ağrıtırlar.
Bay-bayan müritlerine çıplak halde namaz kıldıran, kıçı başı ortada kedicikleriyle karşılıklı göbek atan ve kendini “MESİH” olarak isimlendiren ADNAN OKTAR denilen meczubu nereye koyacağız?
Diyanet İşleri Başkanlığı’na gelince bu kurumda “tuz kokmuştur”. Hiçbir işe yaramayan, İslam dinine zerre kadar katkısı olmayan, doğru dürüst bir Türkçe Kur’an meali bile çıkartamayan, dünya Müslümanlarını Kadiyanilerin, Selefilerin, Bahailerin ve Fetullahçıların insafına terk eden bu kurum hakkında söylenecek tek bir kelime bile bulamıyorum.
Sosyal medyada yaşananlardan habersiz, din dışı yapıların ellerini kollarını sallayarak Türkiye’de rahatlıkla cirit attığı bir başka dönem herhalde olmamıştır.
Sayın Cumhurbaşkanına bu konuda çok görev düşüyor. Diyanet’e el atmasının zamanı gelmiştir.
İslam dini konusunda saçma sapan açıklamalarda bulunan ilahiyatçıların açıklamalarından, Türkiye’nin hızla Selefileştiğini, İsrailiyatın yaygınlaştığını ve din-dışı yapıların etkinliğinin arttığını anlamıyor musunuz?
Tehlike çok büyük!
Fakat bence çok daha önemli bir tehlike var ki bunu hiç göz ardı etmemek gerekiyor.
Fethullah Gülen denilen şerefsiz vatan haininin tertip ettiği darbe girişiminin üzerinden 2 yıl geçti. FETÖ mensubu olduğu gerekçesiyle onbinlerce kişi kamudan uzaklaştırıldı. Devlet top yekûn teyakkuz halinde.
Birçok kurumda işten çıkarmalar, görevden el çektirme işlemleri yapılıyor ancak şu ana kadar bu işlemlerin dışında kalan iki tane kurum var. Bunlardan bir tanesi; kurulduğu günden bu yana Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine çıkartan YÖK içerisindeki yapılanmalar, diğeri ise FETÖ mensuplarını devletin tüm kurumlarına büyük bir başarıyla yerleştiren ÖSYM.
Bu iki kurum yönetimsel gücünü Anayasa’dan alıyor ve hiç kimseye hesap vermek zorunda değil. Bağımsız ve özerk bir yapıya sahipler. 1980 sonrasında Yükseköğretim sistemini koordine etmek amacıyla kurulan YÖK’ün bu konuda ne denli başarısız olduğu ortada. 15 Temmuz sonrasında yayımlanan ilk OHAL kararnamesinde kapatılmasına karar verilen 15 vakıf üniversitesinin kuruluşuna herhalde uzaylılar karar vermedi.
Peki bu üniversiteler kurulurken, yapılanırken, cemaatçi rektör, dekan ve öğretim elemanları atanırken YÖK üyelerinin aklı neredeydi?
Sayıları on binlere ulaşan cemaatçi hoca tayfasına unvan dağıtımını kimler yaptı?
Doçentlik sınav jürilerini belirleyen Üniversitelerarası Kurul üyelerini kimler belirledi?
Yakalanan her FETÖ mensubu bülbül gibi ötüyor ve sınav sorularının kendilerine önceden verildiğini söylüyor. Peki bu soruları kimler hazırlıyor, kimler belirliyor, soru kitapçıklarını kimler hazırlayıp basıyor, sınav binalarının güvenliğini kimler sağlıyor, kitapçıkları kimler taşıyor, soruların başında kimler nöbet tutuyor, optik okuyuculara kimler yerleştiriyor? Cevaplandırılması gereken o kadar çok soru var ki nereden başlayacağımızı bilemiyoruz.
Şu ana kadar devletin hemen her kurumundan onbinlerce kişi örgüt üyeliğinden dolayı uzaklaştırılırken, YÖK ve ÖSYM’de uzaklaştırılanların sayısı bir elin parmakları kadar bile değil.
Meğer YÖK ve ÖSYM o kadar temiz kurumlarmış ki haberimiz yokmuş!
Devletin hemen her kurumuna binlerce on binlerce cemaat mensubunun sızmasına ve yerleşmesine imkân sağlayan kurumların başında hiç şüphesiz ÖSYM ve YÖK geliyor.
Bu kurumlar içerisindeki FETÖ yapılanmaları tasfiye edilmediği takdirde, bu örgüt mensupları bugün boşaltılan devlet kurumlarına bir iki sene sonra tekrardan yerleşecektir.
Türkiye genelinde FETÖ ile gerçek anlamda mücadele eden kamu görevlisi sayısı ise inanın çok fazla değil. Bugün Türk üniversitelerinde yaklaşık 150 bin akademisyen görev yapıyor. FETÖ mensuplarının devletin hemen her kuruma ortalama %30 oranında sızdığı bir gerçek. Doğrusal bir orantılama yapıldığı takdirde üniversitelerde görev yapan 150 bin akademisyenden 45 bininin FETÖ mensubu olması kuvvetle muhtemeldir ki bu rakam inanın hiç de abartılı bir rakam değildir.
Şimdi sizlere bir soru soruyorum: “15 Temmuz darbesinden sonra üniversitelerden uzaklaştırılan akademisyen sayısı ne kadardır?
Cevap veriyorum; sadece ve sadece 6000 kişi!
Peki geri kalan 39 bin FETÖ mensubu akademisyen bozması nerede?
FETÖ ile mücadele eden devlet üniversiteleri içerisinde YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ, GAZİ ÜNİVERSİTESİ ilk sıralarda geliyor. Diğer birçok üniversite yöneticisi ise “ne şiş yansın ne kebap” misali bu konuda çok fazla taraf olmamayı yeğliyor.
Yıldız Teknik Üniversitesi’nin toplam akademisyen sayısı yaklaşık 900 kişi. Bugüne kadar FETÖ ile iltisakı tespit edilip ilişiği kesilen kişi sayısı ise yaklaşık 200 kişi. Bu hesaba göre YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ’nde terör örgütü mensubu oldukları gerekçesiyle uzaklaştırılan kişilerin toplam öğretim üyesine oranı % 22 oluyor ki, bu kadar yüksek bir oranı başka hiçbir devlet üniversitesinde görebilmek mümkün değil.
Yıldız Teknik Üniversitesi’nden bu kadar yüksek oranda FETÖ mensubunun ihraç edilmesi, FETÖ mensuplarının bu üniversitede yoğunlaşmış olmasından kaynaklanmıyor, aksine üniversite yönetiminin bu yapıyla etkin mücadelesinden kaynaklanıyor. Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. BAHRİ ŞAHİN’in ve üniversite eski genel sekreteri Prof. Dr. Yavuz Erişen ile beraber görev yapan birkaç kişilik ekibin bu konuda ki gayret ve çabası asla küçümsenemez.
Kuyruğu sıkışan FETÖ mensuplarının kendilerini temize çıkartabilmek ve Fetullah Gülen denilen vatan hainini incitmemek için bizzat en yakınlarına, akrabalarına ve hatta ana babalarına bile iftira attıklarına mahkemelerde şahit oluyoruz.
Şimdiki moda ise FETÖ ile etkin mücadele eden kişilere çamur atmak. Komşusuyla anlaşmazlık yaşayan, eşine kızan, ortağını kıskanan, üstündeki kişinin ayağını kaydırmak isteyen, hemen herkes kalemi eline alıyor ve başlıyor BİMER’e CİMER’e şikayet mektubu yazmaya. Bu tür mektupları okuyan bazı yetkililer ise “mal bulmuş mağribi” gibi ve sırf “bir şeyler yapıyor havası verebilmek” için başlıyorlar komisyonlar kurmaya, müfettişler görevlendirmeye. Olayın altına üstüne, sağına soluna, içine dışına bakan yok. Büyük resme bakmayı beceremeyen ve resmin küçük noktasına takılıp kalan sözüm ona bazı kişilerin hazırladığı inceleme raporlarıyla FETÖ ile etkin mücadele veren bir çok kişi harcandı. Eskiden FETÖ’cüleri tespit etmek çok kolaydı. Hatta “badem bıyıkları” ile kendilerini üç kilometreden belli ediyorlardı. Ancak şimdilerde bu kişilerin tamamı “bukalemun” gibi kılıktan kılığa girdiği için ayırt edebilmek mümkün değil.
Bakın göreceksiniz bu ahlaksızlar tayfası FETÖ ile mücadele eden ne kadar kişi varsa hepsine iftira atacak ve hatta aslında bu kişilerin FETÖ mensubu olduğu yaygarasını kopartacak.
Ama hiç önemli değil. “AYİNESİ İŞTİR KİŞİNİN LAFA BAKILMAZ”.
Herkesin yaptığı ortada.
Cumhurbaşkanının yerinde olsam Yıldız Teknik Üniversitesi’nde %22 oranında FETÖ temizliği yapan Rektör Prof. Dr. BAHRİ ŞAHİN’e ve ekibine madalya verir, onları gözüm gibi korurum.
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM