(Article 244-23.10.2018)
Bugün çok değerli bir dostumu, kardeşimi, arkadaşımı kaybettim!
Sezai Ağdaş…
Daha yapacak çok işi varken, genç yaşta hayata gözlerini yumdu ve aramızdan ayrılıp Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Dost ve arkadaş kavramlarını insan böyle günlerde daha iyi anlıyor. Sevdiğinizi kaybettiğinizde size kim destek verecek, kim yanınızda olacak, kim acınızı paylaşacak? İşte bu soruların cevabı ancak bu tür günlerde belli oluyor.
Yalın ve basit Türkçesiyle şiirler kaleme alan Yunus Emre bizlere hep şair ve halk ozanı olarak tanıtıldı. Halbuki Yunus Emre esasen çok başarılı bir Selçuklu kadısıydı (şimdiki ifadeyle “hakim”). Yunus Emre’nin kaleme aldığı şiirleri dikkatle okuduğunuzda içinde koca bir derinlik, emsalsiz bir manâ ve tarifi mümkün olmayan bir Allah sevgisi görürsünüz. İnsanın Allah’ın yarattığı basit bir kul olduğunu ve ölümün kaçınılmazlığını o kadar güzel anlatır ki;
“Var mı Allah’tan yukarı kabirden aşağı?
Toparlan ruhum gidiyoruz sen yukarı ben aşağı.”
Hayat ve ölüm kavramını Yunus sadece iki satırda ne kadar güzel anlatmış değil mi?
Peki “vefa” nedir?
Vefa, sevmektir, saymaktır.
Vefa, yapılan iyiliği unutmamaktır.
Vefa, önemli bir dostluk göstergesidir.
Vefa, sözünde durmak, sözünün eri olmaktır.
Vefa, unutmamak, her daim hatırlamak, hatırlanmaktır.
Vefa, “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” cümlesinin ete kemiğe bürünmüş halidir.
Bu arada Şeyh Sadi Şirazi’nin “dost” tanımını da göz ardı etmemek gerekir; “Nimet içinde iken dostluktan söz açıp, kardeşim! diyeni dost sayma. Dost, dostunun elini onun perişanlığında, çaresizliğinde tutan kimsedir.”
Peygamber Efendimiz bir hadisinde; “Allah’ım! Yaşamak benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat. Ölmek benim için daha iyi ise canımı al!” diyerek ölümü ne kadar anlamlı hale getirmiş değil mi?
Ne mutlu bizlere ki, “hayır ve şerrin” Allah’ın takdiri ilahisi olduğuna inanan ulvi bir din anlayışına sahibiz.
Ölüm dediğimiz şey; kıldan ince kılıçtan keskin bir an, bir lahza ve kaçınılmaz bir gerçek.
Nefes alıp veren her canlı, işte o an dünyayla olan tüm bağını koparıyor ve her şey birdenbire durup sessizleşiyor. Bu dünyadan ölüm neticesinde ayrılan her canlı, bir başka aleme geçiş yaparken, geride kalan sevenleri onun acısına alışmaya çalışıyor.
Denilir ki; Allah, ölüm acısını dağlara vermiş, dağlar taşıyamayıp yıkılmış. Nehirlere vermiş, nehirler ağlamaktan kurumuş. Rüzgârlara vermiş, rüzgârlar esmiş esmiş tükenmiş. En sonunda hepsi birden dile gelip, “Al bu acıyı, dayanamıyoruz.” diyerek Allah’a yalvarmışlar. Allah ölüm acısını onlardan almış, biz insanlara vermiş. İnsanoğlu arsızmış. Çabuk unuturmuş, çabuk alışırmış. Dağları yıkan, nehirleri kurutan, rüzgârları tüketen ölüm acısı, insanı tüketememiş. İnsan, acının ilk haliyle kavrulmuş, kavrulmuş, kavrulmuş, ama zamanla alışmış.
Evet, insanoğlu alışıyor. Zor oluyor ama alışıyor ya da alıştığını zannediyor ya da alıştığı hususunda kendi kendini kandırıyor.
Kanuni Sultan Süleyman ile Şeyhülislam Ebussuud Efendi arasında geçen meşhur bir yazışma vardır. Topkapı Sarayı’nın bahçesinde dolaşan Kanuni, armut ağaçlarının karıncalar tarafından istila edildiğini görünce Ebussuud Efendi’ye iki satır yazı yazıp ne yapılması gerektiğini sorar. Soru şu şekildedir; “Dırahta (ağaç) ger zarar etse karınca, Günah var mı karıncayı kırınca?”
Ebussuud Efendi, Kanuni’nin bu sorusuna aşağıdaki şekilde cevap verir; “Yarın Hakk’ın divanına varınca, Süleyman’dan hakkını alır karınca!”
Evet! Yarın herkes Hakk’ın divanına çıkacak ve bu dünyada yaptıklarının mükâfatını görecek.
Çok sevdiğim bir hikâye vardır. İnsana o kadar güzel dersler veriyor ki.
“Adamın biri ağaçlık bir yerde yürürken arkasından bir aslanın koşuşturduğunu fark eder ve hızla kaçmaya başlar. O sırada önünde bir kuyu görür ve hızla kuyuya sığınır. İpe sarılıp kuyuya inerken, kuyunun altında kocaman bir yılan olduğunu fark eder. Adamın kuyuya doğru indiğini gören yılan ona doğru yükselmeye başlar. Adamcağız ne yapacağını şaşırır ve “eyvah mahvoldum” diye düşünürken bu defa da iki tane fare beliriverir. Biri beyaz diğeri siyah olan iki fare adamın kuyuya inmek için tutunduğu ipi kemirmeye başlar. Başı her taraftan belada olan adam tam o sırada dudağında bir ıslaklık hisseder. Bir arının adamın dudağına tek bir damla bal bırakmıştır. Adam balın tadını damağında hissettiği esnada uyanır… Gördüğü her şeyin bir rüya olduğunu anlayan adam “çok şükür rüyaymış!” diye sevinir ve gördüğü rüyayı bir alime anlatır yorumunu sorar. Alim; “Anlamadın mı?” diyerek anlatmaya başlar; Peşinden koşan aslan ölüm meleğindir. İçinde yılan bulunan kuyu senin mezarındır. Sarıldığın ip senin hayatındır. Beyaz ve siyah fare gece ile gündüzdür, ömrünü kemirip durur. Peki ya o bal nedir diye sorarsan? Dudağındaki tek bir damla bal dünyanın geçici lezzetidir, Ölümün arkasında bir hesap olduğunu sana unutturur…”
Evet! Bu dünyaya gelen herkes dünya nimetlerinden öyle veya böyle yararlanır. Ama her şeyin sonunu Ankebut Suresi’nin 57. Ayeti özetler; “Her can ölümü tadacaktır.
Sezai kardeşim çok güzel işler yaptı. Babası Abdullah amca “Galerici Abdullah” olarak anılırdı ve muhteşem bir insandı. Bundan 30 yıl önce rahmetli olmuştu. Tırnaklarıyla kazıya kazıya mesleğinin zirvesine gelen, çocuklarını çok güzel yetiştiren bir babaydı. Gerek bugün aramızdan ayrılan Sezai kardeşimiz, gerekse bir büyük olarak bugün tüm aileye kol kanat geren ağabeyi Mehmet, tıpkı babaları gibi doğruluktan dürüstlükten hiç ayrılmadılar, asla kötü birer evlat olarak anılmadılar, ticari yaşamlarında kimseye zarar vermediler.
Sezai çok zamansız gitti ve maalesef bu ani gidişiyle bizleri inanılmaz derecede üzdü.
Allah rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun.
Dr. Mehmet Hakan Sağlam