(Article 010-21.08.2014)
Gece karanlık.
Hemen bir kilometre öteden çatışma sesleri geliyor.
Bazen tek, bazen seri halde kurşun sesleri. Bazen bir el bombası, bazen Öncüpınar’ı bile titreten çok şiddetli patlamalar. Konteyner kentte kalanlar şanslı. Türkiye onları şefkatle kucaklamış. Ancak buraya gelmeye çalışırken yolda ölenlere, kendisi gelip ciğerinin bir köşesini orada bırakanlara veya özgürlüğe ulaşmaya bir adım kalmışken mayında son nefesini verenlere ne demeli?
Bu insanların, 1912 Balkan Savaşları sırasında beş yüz yıl vatan bellediğimiz Bulgaristan’ı, Yunanistan’ı, Romanya’yı, Sırbistan’ı, Kosova’yı, Arnavutluk’u terk edenlerden ne farkı var? Vatan aynı vatan, toprak aynı toprak, insan aynı insan.
Beş asır vatan bildiğin bir toprağı bir gecede terk etmenin acısını kim bilir?
Geride evini, sabanını, tapanını, geçmişini ve hatta köy mezarlığında yatan anasını babasını, oğlunun ve kızının ölüsünü bırakıp gelmenin acısını kim hissedebilir?
Çocukluğunu yaşadığı köy veya kasabayı, oyun oynadığı sokakları bir daha göremeyecek olmanın yürekte yarattığı sızıyı kim tarif edebilir?
Çeşmesinden içilen suyun tadını, ya da ocağında pişen ekmeğin lezzetini kim anlatabilir?
Hiç kimse tarif edemez ve hiç kimse anlatamaz. Hiç kimse muhacirin dilini anlamaz. Hiç kimse muhacirin içinde kopan fırtınaları, çakan şimşekleri duymaz bile. İşte muhacirlik böyle bir şey. Göçmen kuşa gösterilen sevgi muhacire gösterilmez. Göçmen eldir, göçmen işe ekmeğe ortaktır. Hiç kimse bilmez bu memleketin yüz yıldır nasıl parçalandığını ve Şamlı Ahmet ile Çanakkaleli İsmail’in, Saraybosnalı Ayşe ile Gazzeli Fatma’nın, Galiçyalı İsa ile Adenli Mustafa’nın yüz yıldır nasıl ayrı düştüğünü. Hiç kimse hatırlamaz bu insanların çok değil bundan bir asır evvel aynı devletin bayrağını ve kimliğini taşıdığını.
Öncüpınar’ın hemen 500 metre ilerisinde bombalar patlıyor. Ben bu kampta Türkiye’ye duyulan güveni gördüm. Türkiye’nin ne kadar büyük bir devlet olduğunu, Türk vatandaşlığının ne kadar önemli bir şey olduğunu hissettim. Öncüpınar kampında dünyaya gelen ve orada büyüyen çocukların hayata nasıl tutunduklarını gördüm. Suriyelilerin ülkemize olan minnet ve sadakatını gördüm. Daha özgür bir yaşam ve gelecek uğruna ayağını, kolunu, gözünü diğer tarafta bırakıp gelenleri, şehit olanları gördüm.
Bu toprakların insanları yüz yıldır bir oraya bir buraya savrulup duruyor. 1912’de Balkanlardan bir nehir gibi Anadolu’ya akan evlad-ı fatihanları, mübadele yıllarında Selanikli, Atinalı ve Manastırlı Türk Müslümanlar takip etti. Yakın geçmişte Bulgaristan’dan milyonlar geldi. Sonra Saddam’ın zulmünden kaçan Kürt ve Türkmenlerin geçici ziyareti sözkonusu oldu. Bugün ise aynı kanı taşıdığımız Suriyeli kardeşlerimiz bize sığınıyor. Öncüpınar mülteci kampında Türkiye destan yazıyor. Burada bir asırdır ayrı yaşayan kardeşler birbiriyle kucaklaşıyor.
Bu kamplarda kalanlar bizim misafirimiz değil, evimizin toprağımızın ortak sahibi. Burada doğan her bebek, diğer tarafta şehit düşen her nefer bizim insanımız. Anadolu’nun bağrından kopup 1000 yıldır Yemen’den Mısır’a Sudan’dan Cezayir’e, Bağdat’tan Şam’a, Kırım’dan Tiflis’e varıncaya değin 22 milyon kilometrekarelik vatan toprağına serpiştirilen bu insanlara bugün kucak açmak bizim boynumuzun borcu. Sınırın tam yanı başına kurulu Öncüpınar kampında koşuşturup duran minik çocuklar, pek yakında kendi özgür ülkelerinde oynamaya başlayacak.
Kamplarda doğan çocuklara en fazla konulan isim erkeklerde Recep, Tayyip, Erdoğan, Abdullah, Muhammed, Süleyman. Kızlar da ise Emine ve Ayşe. Bu çocuklar geleceğin Suriye’sini inşa ederken bizden biri olarak o topraklarda yaşayacak. Öncüpınar’da bir asırlık hasret gideriliyor ve Yeni Türkiye’nin sınırları yeniden çizilirken, kaderi de şekilleniyor.
Suriyeli mültecilere yönelik olarak Hatay’da, Kilis’te, Gaziantep’te, Mersin ve Adana’da son günlerde artan kışkırtmalara ve toplumsal reaksiyonlara dikkat etmemiz gerekiyor. Mültecilere yönelik olarak bazı şer odaklarınca yaratılan kışkırtıcı eylemler bize hiç mi hiç yakışmıyor.
Suriyeliler canları istediği için veya macera olsun diye bizim ülkemize sığınmadı. Çoluk çocuklarının canlarını kurtarmak için bize geliyorlar. Bizim medeniyetimiz hiçbir zaman kendisine sığınanı düşmanına teslim etmemiştir. Aksi olsa bize “Büyük Türk” demezlerdi. Bize sığınan insanlara, Türklerin büyük bir medeniyetin parçası olduğunu onlara kucak açarak, ekmeğimizi paylaşarak göstereceğiz. Kötü ve sıkıntılı günler geçtiğinde bu insanlar bizi asırlarca sırtında taşıyacak, torunlarına bizleri anlatacak. Unutmayın, bundan yüz yıl önce bizler bu insanlarla aynı ülkenin pasaportunu ve kimliğini taşıyorduk. Bölünmeyi onlar istemedi, bizde istemedik. Bizi o günün dış güçleri olan İngiltere ve Fransa böldü. Kilisli ile Halepli birbirinden ayrıldı. Urfalı ile Rakkalı birbirinden koptu. Şamlı Mehmet ile Maraşlı Süleyman birbirini bir asır boyunca göremedi. Bugün birbirimizi kucaklama zamanıdır. Bugün provokasyon yaratanlar bu kucaklaşmadan korkuya kapılanlardır.
Suriyeliler ve Türkiyeliler birbirlerine ilk defa bu kadar yaklaştı. Belki çok kısa süre içerisinde sınırları kaldıracağız, belki aynı pasaportu ve kimliği tekrardan taşıyacağız. Kendini Türk milliyetçisi olarak gören her fert, Suriyeli mültecilere atılacak en ufak tokada kendi yüzünü siper etmelidir. Büyük düşünelim ki Büyük Türkiye’yi tekrardan kuralım.
Kilis, Adana, Maraş, Urfa, Hatay, Mersin ve Maraş’ta şu an için yüzlerce binlerce yabancı ajan görev yapmaktadır. Bizler kadar güzel Türkçe konuşan Amerikalı, İngiliz, Alman, Fransız ve Rus ajanları topluma fitne tohumları ekmektedir. Bu oyuna gelmeyelim. Bugün çektiğimiz sıkıntılar, bundan sonraki yüzyıllarda dostluk, kardeşlik ve zenginlik olarak bize geri dönecektir. Filistin’de İsrail bombaları altında şehit düşen minicik bedenlerin aynısı, üç yıldır Halep, Hama, Humus, Şam ve Rakka’da Esed’in varil bombaları ile bu dünyadan uçup gidiyor ve birbiri peşisıra toprağa veriliyor.
Suriyeliler bizden el-aman dilediler. Onlara kapıyı kapayan, onları düşmana teslim eden, mazluma ve yetime surat asan öteki dünya da bunun hesabını veremez. Mültecilere kucak açanlar, ekmeğini bölüşenler ise kıyamette Peygamber efendimizin sofrasında kendisine yer edinir. Hz. Peygamber hep fakir ve kimsesizlerle birlikte bulunmayı tercih eder, onlarla birlikte oturur, gönüllerini alır ve hep; “Allahım beni fakir olarak yaşat, fakir olarak ruhumu kabzet, kıyamet günü de fakirlerle birlikte haşret. Çünkü fakirler cennete, zenginlerden kırk yıl önce girecekler. Böyle yap ki kıyamet günü Allah da seni kendisine yaklaştırsın.” şeklinde dua ederdi.
1914’de ortak vatanımız için Çanakkale’de şehit düşen Hamalı, Humuslu Ahmet’in, Şamlı Süleyman’ın, Halepli Mehmed’in hatırına, birlikte yaşadığımız 402 yılın anısına, Allah ve Muhammed aşkına bizden aman dileyen bu insanlara kucak açalım, koruyup gözetelim.
Bugün bu yetimlere, evsizlere, fakir fukaraya kucak açanların kefili yevm-ül mahşerde Peygamber efendimiz olacaktır.