(Article 003-09.08.2014)
Osmanlı döneminde inşa edilip günümüze ulaşan eserlere büyük bir heyecanla bakıyorum. Yapılan her binada en ince detaylara dikkat edildiğini görüp takdir etmemek elde değil. Bu eserlerin birçoğunda binaların kendi ana fonksiyonları bir yana kuşların bile düşünüldüğünü, Allahın yarattığı bu güzel varlıklar için herbiri birer sanat eseri niteliğinde kuş köşklerinin yapıldığını, hatta bununla da yetinilmeyip kışın yiyecek bulamayan kuşların açlıktan ölmemesi için vakıf kurulduğunu bile görürsünüz.
İstanbul’daki Süleymaniye ve Edirne’deki Selimiye camilerini inşa eden Mimar Koca Sinan’ın elinde nervürlü demir ve hazır beton olsaydı, Boğaz’ın altına Marmaray’ı daha o yıllarda yapardı. O günün şartlarında sınırlı malzeme ile ne harikalar yaratılmış değil mi? Emprenye edilmiş masif ağaçla yaptığınız bir ürün bugün ancak otuz kırk yıl dayanabilirken, Selçuklu ve Osmanlı döneminde doğal ağaç kullanılarak yapılan ve halen ayakta duran bin yıllık yapılar var. Demir ve beton kullanılarak inşa edilen binalar 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nde domino taşı gibi birbiri üzerine devrilirken, horasan harcı ve ahşapla inşa edilen tarihi binalarda tek bir çatlak bile yaşanmadı.
Türkler Ortaasya’dan başlayıp Adriyatik sahillerine kadar uzanan zorlu yolculuklarında, ayak bastıkları her toprakta adeta “toplayıcı” görevi üstlenmiştir. Kendilerine yurt edindikleri araziler üzerinde yaşayan insanların örf ve adetlerini, yemeğini, kültürünü, müziğini, insanını, devlet yönetme esaslarını kucaklayıp harmanlamış ve bugünkü Osmanlı devlet düzeni dediğimiz sistemi yaratmıştır. Çok kişi bugün dahi kullandığımız birçok terim ve uygulamanın Roma’dan ve Anadolu’nun o kadim medeniyetlerinden bize miras kaldığını bilmez. Örneğin, Osmanlı askeri sisteminin özünü teşkil eden “Tımar” sisteminin birebir aynısı, aslında Roma’da var olan “Pronia” sistemidir.
Roma İmparatorluğu’nda (bizim tarihe gömdüğümüz Doğu Roma İmparatorluğu’nu kasdediyorum) düzenli maaş ödemesi yapılamadığı için, devlet topraklarının bir bölümü belli bir süreliğine askerlere tahsis ediliyordu. Sadece biz değil, Selçuklu Devleti bile bu sistemi kendine göre adapte etmiş ve adına da “İktâ” sistemi demiştir.
Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun’un bir Romalı olduğunu ve ismini bugün Bursa’da bulunan Holofira yani Nilüfer Çayı’ndan aldığını da kimse bilmez. Çiğ köfte eski Asur tabletlerinde tarif edilen bir Asur yemeğidir. Ankara’nın Polatlı ilçesi Frigya Krallığı’nın merkezi olduğu gibi, bugün o bölgede yapılan yemeklerin Frigya tabletlerinde tarif edilen yemeklere çok benzediğini de kimse bilmez. Netice itibarıyla bu topraklarda yaşayan yüzlerce medeniyetin yarattığı her türlü kültürel miras bizim genetiğimize nakşedilmiştir.
Sahip olduğumuz bu eşsiz mirasın ne kadar farkındayız? İşte bu konuda şüphem var. Hemen her konuda ikilemler yaşıyoruz. Ne batılıyız ne doğulu. Avrupalı olup olmadığımızı bile bilmiyoruz. Hatta bazıları Osmanlı’nın devamı olmadığımızı bile çok rahatlıkla iddia edebiliyor.
Mimari açıdan da böyle bir ikilem yaşıyoruz. Ne doğulu ne batılı, karaktersiz bir mimari anlayışa teslim olmuş durumdayız. Şimdi size soruyorum; elinize fotoğraf makinesi alıp Cumhuriyet sonrasında inşa edilen binaları görüntüleme ihtiyacı duydunuz mu? Son dönem Osmanlı mimarlarından Mimar Kemalettin’in eserlerini Ankara’dan çekip çıkartsanız geriye ne kalır? Hemen söyleyeyim; hiç bir şey kalmaz. Bugün inşa edilen binaların tamamı bir “ayakkabı kutusunun” düz, dikey ve yatay görüntüsünden başka bir şey değil. Son dönemlerde neredeyse tüm binalarda kullanılan cam cepheler ise mimari estetiği tamamen ortadan kaldırdı.
Ülkemiz üniversitelerinin önemli bir kısmında mimarlık ve inşaat fakülteleri mevcut, fakat hocalarımızda vizyon ve kültürel zenginlikten zerre kadar eser yok. Bu üniversiteler her yıl binlerce mezun veriyor. Ancak uluslararası arenada ismini duyurmuş mimarlarımızın sayısı üç veya beşi geçmez.
Cumhuriyet’in gerici kadrosu, hemen her konuda olduğu gibi Osmanlı mimarisini de düşman kabul etmiş, sanki bu ülkeyi yabancılar işgal etmişte kendi kültürlerini yeni baştan inşa ediyorlarmış gibi Osmanlı eserlerini yok edip zerafet, estetik ve güzellikten yoksun karaktersiz binalar inşa etmişlerdir.
1927 yılında çıkartılan 1057 sayılı kanuna göre eski eserlerin ve binaların üzerindeki tüm “tuğra ve kitabeler” kazınmak veya kırılmak suretiyle yok edilmiştir. O tuğra ve kitabeler ne demek biliyor musunuz? “Ben burada yaşadım, ben buraya bu yapıyı inşa ettim, ben bu toprakları yurt yaptım, ben buraya medeniyet getirdim, imzamı attım” demektir. Bugün bizden ayrılan Osmanlı bakiyesi birçok ülkede bile eski eserlerimiz cam muhafazalar içinde sergilenirken, Batılıların yapmadığı barbarlığı Cumhuriyet’in pagan zihniyetli kadroları olanca şiddetiyle sergilemiştir.
Ayasofya Camii’nin müzeye dönüştürülmesi, Sultanahmet Camii’nin kışla yapılması, o muhteşem çinilerin üzerine atların bağlanacağı kalın halkaların monte edilmesi başka nasıl izah edilebilir ki? Bugün çok sayıda ulusalcı veya sol zihniyetli aydın, Atatürk’ün müslümanlık anlayışı ve onun gerçek bir müslüman olduğu yönünde zorlama yazılar kaleme alıyorlar. Mustafa Kemal’in takdir edilmesi gereken birçok yönünü çoğu kişi zaten inkâr etmiyor. Ancak kendisi de bir Osmanlı vatandaşı olan ve Osmanlı askeri sıfatıyla devletinden maaş alan Mustafa Kemal’in, Osmanlı düşmanlığını da göz ardı edemeyiz.
Osmanlı Devleti, büyük düşünen vizyoner insanların devletidir. Cumhuriyet ise; “küçük olsun benim olsun” diyenlerin. Yıkılan camiler, tahrip edilen çeşmeler, yağmalanan eserler ve daha niceleri. Aklı başında olan hiç bir mimar, Cumhuriyet’in bu anlayışını savunamaz. “Eski eserler yıkılmasa Ordu Caddesi veya Millet Caddesi açılır mıymış”. Bak sen şu savunmaya. Bunu söyleyen bir insan mimar olabilir mi?
Türkiye çarpıklıklar ülkesi. Her konuda oryantalist davranıyoruz. Ne doğuluyuz ne batılı, ne Müslümanız ne Hıristiyan, ne sosyalistiz ne kapitalist, ne lâikiz ne demokrat. Biz aslında kimiz biliyor musunuz? Ortaasya’dan at sırtında yola çıkıp Adriyatik Denizi’ne kadar hemen her medeniyeti kucaklayıp harman yapan bir milletiz. Daha doğru bir ifadeyle; biz kendimize münhasırız.
Mustafa Kemal gibi bir devlet adamının kanunla korunmaya ihtiyacı olabilir mi? Darbeci Kenan Evren ve avanesi kendisini korudu da ne oldu? Bugün müebbete mahkûm oldular. Demek ki iki yanlış bir doğru etmiyor.
Doğru ve yanlış, artı ve eksi gibi net ve tartışılmazdır. Bir kişinin yanlışını asırlar boyu savunmak biz tarihçilere düşmez. Halbuki bizim Cumhuriyet tarihçilerimiz ve Türk Tarih Kurumu tarafından kendilerine bedavadan “tarihçi” sıfatı verilen bazı ayrıcalıklı zatı muhteremler, aldıkları talimatlar doğrultusunda masa başında tarih yazıp koca Osmanlı tarihini magazin boyutuna indirgemişlerdir.
1935’te Ankara’dan İstanbul Süleymaniye Külliyesi’ne üç kişi geliyor. Türk Tarihini Araştırma Kurumu üyeleri Hasan Ferit Çambel, Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan ve Şevket Aziz Kansu, Süleymaniye’de Mimar Sinan’ın mezarını kazmaya başlıyorlar. 1-2 metre sonra iskeleti buluyorlar. Antropolog Şevket Aziz Kansu fırçasıyla kafatasının tozunu toprağını temizliyor. Pergel ve ölçüm aletleriyle kafatasını ölçüyor. Kafatasının brakisefal olduğunu ve Sinan’ın Türk olduğunu söylüyor. Sinan’ın kafatasını yanlarına alarak gidiyorlar. Sonuçta bu büyük adamın kafatası kayboldu gitti. Bunun neresi tarihçilik ve tarih araştırmacılığı birisi söylesin.
“300 Spartalı” filmine konu Korent Geçiti’ni genişletme projesi ile Süveyş Kanalı Projesi’nin Osmanlı’nın rüyası olduğunu bilmeyen, ama Baltacı ve Katerina’nın olmayan seks fantazini sanki yanıbaşında yaşanmış gibi anlatan hyalperest tarihçilere veya “Boğazkesen” isimli kitapta Fatih Sultan Mehmed’i homoseksüel gösteren kanı bozuklara ne demeli?
Gelelim bu yazının başlığına. Topçu Kışlası, bugünkü Gezi Parkı’nın bulunduğu alanda geniş bir çayırlık içerisine 1803-1806 yılları arasında Padişah III. Selim tarafından Mimar Kirkor Balyan’a yaptırılmıştır.
Bina, Hindistan’dan Batı’ya doğru uzanan geniş bir kültürün mimari özelliklerini yansıtır. Muhteşem güzellikteki zarif kuleleri, anıtsal kapıları, geniş avlusu ile tam bir mimari şahaserdir. Yapıldıktan sonra Kabakçı Mustafa İsyanı’nda tahrip olan bina, II. Mahmut döneminde onarılır. Birkaç kez yangın geçirir. Daha sonra Sultan Abdülmecid döneminde Tophane Müşiri Damat Gürcü Halil Rifat Paşa’nın gayretleriyle 19. yüzyıl mimari üslubunda yeniden yaptırılır. Bu binanın Rus ve Hint mimarisinden izler taşıyan iki anıtsal giriş kapısı, Harbiye ve Talimhâne caddelerine bakıyordu.
Kışla, 1860-1870 yılları arasında Osmanlı ordusunun modernleştirilmesinde önemli rol oynar. Sultan Abdülaziz’in 1864 Mısır seyahati dönüşünde kışlayı ziyaret edip orada askerlerle yemek yemesi, binanın tarihinde önemli bir olay olarak kayıtlara geçer. 31 Mart Vakası’ndan sonra önemini kaybeden bu bina, İttihat Terakki hükümetince 1913’de bir şirkete satılır. Binanın orta kısmındaki askeri eğitim alanı futbol sahası haline dönüştürülür ve uzun yıllar futbol maçları ve çeşitli gösteriler için kullanılır. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İstanbul’u işgal eden Fransız kuvvetlerince Senegalli askerlere tahsis edilir. Cumhuriyet’in ilanından sonra kışla avlusu futbol karşılaşmaları için kullanılmayı sürdürür ve “Taksim Stadı” adını alır. 1923 yılında Türkiye Millî Futbol Takımı ilk resmi maçını bu sahada Romanya’ya ile yapar.
1940 yılında şehir planlamacısı Henri Prost’un önerisi ile kışlanın yıkılması, yerine konut ve sosyal etkinlik alanları inşa edilmesi kararlaştırılır. Kışlanın yıkımından sonra planlanan düzenlemelerin pek azı gerçekleştirilir. Sonrasında buranın park yapılmasına karar verilir. Parkın isminin “İnönü Gezisi” olması ve uygun bir yere de İsmet İnönü’nün heykelinin dikilmesi planlanır. Fakat Atatürk’ü sevenlerin tepkisinden çekinildiği için parkın adı “Gezi Parkı” olarak değiştirilir.
İnanılmaz bir şey değil mi? 1803 yılında inşa edilen muhteşem güzellikteki bir eser, İsmet İnönü döneminde yıkılıyor ve onun yerine beyefendi için park yapılıyor.
Batı ülkelerinin birçoğunda tek bir parça taş için yol güzergâhları değiştirilirken, bizde koca bina yıkılıp yerine park yapılıyor.
Peygamber efendimizin hadisi şerifine konu ve Türklerin kutsal şehri konumundaki Kostantiniyye’den Türklüğün ve Müslümanlığın izleri nasıl silinmiş görüyor musunuz?
Ayasofya camilikten çıkartılıyor, camiler hapishane, kışla, ahır, nalbant dükkanı, tütün ve içki deposuna dönüştürülüyor, çoğu cami satılıyor yıkılıyor, bazıları CHP teşkilat binalarına dönüşürken, bazılarının satışından elde edilen paralarla da CHP’nin il-ilçe teşkilatlarının tefrişatı yapılıyor.
Barbarlığın bu kadarı da olmaz diyorsunuz değil mi? Şimdi birileri çıkıp Anıtkabir’i yıkıp park yapalım dese ne olur? Ya da birileri çıkıp Türk tarihi açısından çok büyük bir anlamı olan Ankara’daki ilk Meclis binasını yıkıp bunun yerine park yapalım dese ne hissedersiniz? İçiniz burkulur, nefret hissedersiniz değil mi? Ancak Cumhuriyet kadroları, içlerinde en ufak bir acı ve sızı hissetmeksizin tarihimizi bina sökücülerine ve hurdacılara peşkeş çekmişlerdir.
31 Mayıs 2013 günü İstanbul Gezi Parkı’nda modern gericiler ve çağdaş barbarlar tarafından başlatılan eylemlerin sebebini iyi okumak lazım. Hali hazırda uyuşturucu madde bağımlıları ile homoseksüellerin toplanma mekânı olarak kullanılan bu parkın yerine, Osmanlı Topçu Kışlası’nın yapılmak istenmesinden daha doğal ne olabilir ki?
18 gün boyunca İstanbul ve Türkiye’nin birçok şehrinde devam eden Gezi Eylemleri süresince ekonomi çok derin yaralar aldı. Üstelik 2013 yılının Mayıs ayı başlarında Türkiye, IMF’ye olan borçlarını sıfırlamış, faizler ise Osmanlı’nın ilk defa borçlandığı 1854 yılından sonraki en düşük düzey olan yüzde dört seviyesine gerilemişti. Aynı ay içerisinde 3. İstanbul Havaalanı ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün ihalesi yapılmıştı. Her ikiside çok önemli projelerdi. Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ndeki demiryolu geçişi aslında Çin’den başlayıp Türki Cumhuriyetlere kadar uzanan Trans Asya Demiryolu Hattı’nı İstanbul’a bağlıyor, çelik ağlarla modern İpek Yolu kuruluyordu.
1488 yılında Portekizli kâşif Barhélemy Diaz tarafından keşfedilen Ümit Burnu, bulunduğu andan itibaren dünya ticaret yollarının güzergâhını değiştirmişti. İpek Yolu’nun önemini kaybetmesi bu güzergâh üzerinde bulunan ülkeleri, şehirleri, kasabaları, kavimleri, medeniyetleri ve tüccarları gittikçe fakirleştirmiş ve sonraki on yıllar içerisinde de tarih sahnesinden silip atmıştı. Ümit Burnu’nun bulunmasıyla birlikte deniz taşımacılığı önemli bir sektör haline gelmiş, deniz yolu ile çok miktarda mal hızlı bir şekilde Uzakdoğu limanlarından Avrupa’ya taşınmış, buna bağlı olarak Avrupa’da bankacılık ve sigortacılık sektörleri gelişmişti.
Deniz taşımacılığı Batıda çok önemli bir değişime neden olmuş, sömürgeciliğin önemi anlaşılmış, bu tarihten itibaren başta Portekiz, İspanya ve Hollanda, sonrasında ise İngiltere ve Fransa gibi denizci ülkeler Uzakdoğu ve Hindistan’da kendilerine bağlı koloniler ve sömürgeler oluşturmaya başlamıştır.
Erdoğan’ın hızlı tren ve Boğaz geçiş projeleri, 525 yıl sonra sadece Türkiye’nin değil, tüm Asya ve Kafkasya’nın kaderini değiştirecek önemli bir projedir. Bu yolla Çin ve Hindistan başta olmak üzere güzergâh üzerindeki tüm ülkelerin sınai, zirai ve ticari ürünleri “aracısız olarak” dünya piyasalarına taşınacaktır. Üstelik daha düşük nakliye ve sigorta primiyle. Şimdi bu cümleye dikkat edin; “Düşük nakliye, düşük sigorta primi”. Sadece bu iki kalemden dolayı dünyadaki nakliye ve sigorta şirketlerinin kaç milyar dolar para kaybedeceğini tahmin edebiliyor musunuz? Peki bu şirketler kime ait? Dünyadaki tüm deniz taşıma ve sigorta şirketlerinin neredeyse tamamı Batılı şirketlere aittir. Erdoğan, arı kovanına çomak sokan birisidir. Dünya da 525 yıldır kullanılan bir yol önemini kaybedecek ve iş aslına rücu edecektir. İpek Yolu tekrardan kuruluyor ve bunu kurmak biz Türklere nasip oluyor.
Peki Üçüncü İstanbul Havaalanı bazı ülkeleri neden korkutuyor? Öncelikle 3. İstanbul havaalanının demiryolu bağlantısının olması çok önemli. Bugün dünyada düşük operasyon maliyetlerinden dolayı aktarma yapılan sadece birkaç havaalanı var. Frankfurt, Londra ve Paris bunların başında geliyor. Türk Hava Yolları son 12 yılda inanılmaz derecede büyüdü ve neredeyse dünya da uçuş yapmadığı ülke ve nokta kalmadı. Yeni havaalanı, son derece düşük operasyon maliyeti ve uzak mesafelere direkt yolcu taşımacılığı yapan THY’nın sinerjisini arkasına alınca; Paris, Londra ve Frankfurt havaalanlarının papucunu dama atacak. Uçakla seyahat eden 100-150 milyon yolcu artık İstanbul’u tercih edecek. Burada konaklayacak, burada alışveriş yapacak, burada gezecek. Bu noktada Batılıların kaybı çok ama çok büyük.
Peki bu parayı kaybetmemek, eski düzene devam etmek ve sömürüyü devam ettirmek için ne yapmak lâzım?
Erdoğan’dan kurtulmak gerekiyor!
Ölü veya diri bu adamın hâlledilmesi gerekiyor!
Gezi Olayları, Batılıların bu haleti ruhiye içerisinde Türkiye içindeki işbirlikçilerine, ajanlarına, uyuyan hücrelerine ve bunların peşinden giden bir avuç çapulcu ve vatan hainine verdikleri “isyan” emridir.
Türkiye, ufak tefek sıyrıklarla bu olayı şimdilik atlattı. Ama nereden bakarsanız bakın ülkenin 50-60 milyar dolarına mal oldu. Dolar, Türk Lirası karşısında 1,70 düzeyinden 2,30 seviyesi çıkarken, faizler yüzde dörtlerden yüzde 12’lere yükseldi.
Yazık ki! tarih yine tekerrür etti.
İlk yapıldığında Kabakçı Mustafa İsyanı’nı yaşayan Topçu Kışlası, yeniden inşası gündeme geldiğinde Çapulcu İsyanı’na sebep oldu.