(Article 229-23.05.2018)
24 Haziran’da Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği genel seçimleri yapılacak.
Standards and Poors ve Fitch gibi uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kredini notunu, Uganda ve Nairobi gibi kabile devletleri seviyesine düşürmesi, akabinde yabancılara ait HSBC ve Global Menkul Kıymetler’in yoğun hisse senedi ve tahvil satışları ile İstanbul Borsası’nı geriletmesi ve Amerikan Doları’nın 3,80’lerden 4,86 seviyelerine yükselmesi birilerinin ekonomik suikast başlattığının en açık göstergesi.
Aslında yaşadığımız tüm bu olaylar bir şeyi açıkça ortaya koyuyor ki o da; “tam bağımsız ve güçlü Türkiye’yi inşa etmek için kendi ödeme sistemimizi, kendi ödeme araçlarımızı ve kendi finansman modellerimizi” yaratmanın zamanı gelmişte geçmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin SWIFT Code (Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication) sistemini kullanarak, yani “Dünya Bankalararası Finansal İletişim Birliği” vasıtasıyla dünya yüzeyindeki her bir doların hareketini an be an kontrol etmesini, kendi bankacılık sisteminin kullanıldığını bahane ederek dünya çapındaki birçok banka, finans kuruluşu ve şirkete milyarlarca dolar ceza kesmesini, Birleşmiş Milletler’deki baskı gücünü kullanarak cezalandırmak istediği birçok ülkeye ambargo koymasını engellemek istiyorsak bir takım radikal adımlar atmanın zamanı gelmiştir.
Amerikan Doları’na bağımlılıktan kurtulmak ve ABD’nin bu türden finansal operasyonlarına maruz kalmamak için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uluslararası ticareti altına endeksleme modeli ise gerçekten makul bir yöntem. Ben altın uzmanıyım. Yüksek lisansımı “Türkiye’de Altın Kaçakçılığı”, doktora tezimi ise “Dünya Altın Borsalarının İşleyişi” üzerine yaptım. 1994 yılında İstanbul Altın Borsası’nın kuruluş çalışmalarında aktif olarak görev aldım. Türk halkının altına olan düşkünlüğü herkesin malumudur. Düğün ve sünnetlerde, özel günlerde insanlar hem hediye hem de toplumsal dayanışma anlamında birbirine altın hediye eder. Türk halkının asırlar boyu tasarruf ettiği altın miktarı üzerine 1994 yılında bir anket çalışması yapmış ve yaklaşık 5 bin tonluk altın rezervinin varlığını tespit etmiştim. Şimdilerde ise bu rezervin 7 bin ton düzeyine ulaşmış olması kuvvetle muhtemeldir.
1998 yılında Hindistan Maliye Bakanlığı’nın talebi üzerine Altın Bankacılığı hususunda bir rapor hazırlamıştım. O rapor sayesinde Hindistan’da altın bankacılığı kayda değer bir gelişme gösterdi ve Hindistan vatandaşlarının yastık altında tuttuğu altının ciddi bir kısmı bankacılık sistemi içerisine çekildi. Ancak yapmış olduğum tavsiyeler Türkiye’de dikkate alınmadığı için bizler bu konuda oldukça geride kaldık.
Türkiye’nin finansal anlamda bağımsızlığını elde edebilmesi için kendi sermayesini biriktirmesi gerekiyor. Sermaye birikimini sağlamanın yolu ise; üretim ve ihracattan geçiyor. Batının zengin ülkeleri sermaye birikimi konusunda hiç zorlanmadılar. İngiltere 18’nci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Hindistan başta olmak üzere Uzakdoğu ve Afrika’da sömürgeler oluşturup, o ülkelerin altın, gümüş ve elmas gibi kıymetli madenlerini ülkelerine taşımak suretiyle merkantilist öğretinin tüm kurallarını yerine getirirken, Fransa, Hollanda, İspanya gibi o devrin denizci toplumları da birer ikişer sömürgeler oluşturup aynı yöntemi uyguladı.
Afrika’nın kıymetli madenleri, Hint yarımadasının baharat ve tekstili, doğu toplumlarının paraya dönüşebilen hemen her türlü mal ve emtiası gemilerle Batı ülkelerine taşınırken, bu servet çoklukla gemi taşımacılığı, sigortacılık ve bankacılık hizmeti sunan bir takım köklü ailelerin elinde toplanmaya başladı. Bugün dünya çapında küresel bir güç haline dönüşen Rothschild ve Rockefeller gibi ailelerin serveti, kökeni asırlara dayanan işte bu parasal birikimlerdir.
Amerika yeni bir devlet olarak 1776’da kuruldu ancak uzunca süre kendi içsel sorunlarıyla uğraştı. 1929 yılında ise hem kendisini hem de tüm dünyayı etkileyen Büyük Buhranı yaşadı.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 1933 yılında işsizlik oranı yüzde 25’e ulaşırken, Amerika genelinde 5.000’den fazla banka iflas etti. Ekim 1929’daki gerileme çöküşün yalnızca başlangıcıydı. Kasım ayının ortalarında borsadaki hisse fiyatları üçte bir oranında değer kaybetti. 1932’de dibe vurduğunda ise, hisseler kriz öncesi değerinin yüzde 90’ını kaybetmiş durumdaydı. Çöküşten önce 262 dolara satılan US Steel şirketinin hissesi, 1932’de 22 dolara ancak müşteri bulabiliyordu.
Buhran’ın etkileri ABD ekonomisinde katlanarak büyüdü. Milyonlarca kişi işini kaybetti. 1930’da 4 milyon 600 bin işsiz insan varken, bu rakam 1931’de 8 milyona, 1932’de de 12 milyona çıktı. 1933 yılının başlarında ise neredeyse 13 milyon kişi işini kaybetmiş durumdaydı. İşsiz kalan Amerikalılar, uzun ekmek sıralarına girdi, yiyecek için dilendi ya da sokak köşelerinde elma sattı.
Ülkedeki bankaların üçte birinden fazlası 1929’dan sonraki üç yıl içinde iflas etti. Umutsuz ve çaresiz insanlar, biriktirdikleri paralarını geri almak için bankaların önünde uzun kuyruklar oluşturdu. Birçok sıradan insan, bankalar battığında yılların birikimini kaybetti.
Başkan Hoover, ekonomik çöküşe karşı önce çok duyarsız kaldı. Ekonomide minimum devlet müdahalesini savunarak, bireylere direkt yardım yapılmasının bireylerin karakterini zayıflatacağını, insanları iş ahlakından uzaklaştıracağını ve hükümet yardımına bel bağlamalarına sebep olacağını savundu. 1931’de Hoover ilk yaklaşımını tersine döndürerek ekonomide devlet müdahalesini benimsedi. 1932’de Yeniden Yapılanma Finans Kurumu (RFC), bankalara, demiryollarına ve diğer özel şirketlere 2 milyar dolar borç vermeyi kararlaştırdı. 1932’nin Temmuz ayında da federal hükümet, yapılacak ilk yardım ve bayındırlık işleri için çeşitli projelere 300 milyon dolar kaynak tahsis etti.
1932 yılının Kasım ayında, Franklin D. Roosevelt, seçimlerde %39.7 oy alan Hoover’a karşı %57.4 oy alarak başkan seçildi. Roosevelt’in seçilmesi Amerika Birleşik Devletleri’nin kaderini değiştirdi.
1929 yılında ülkedeki işsizlerin sayısı 4,6 milyon iken, 1933’te 13 milyona dayanmıştı. 1929 yılında 659, 1930’da 1352 ve 1931’de de 2294 banka iflâs etmişti. Bu bankaların çoğu yöresel veya bölgesel faaliyet gösteren tek veya birkaç şubeli küçük finans kuruluşlarıydı.
Ülkede var olan sosyo-ekonomik sorunların çözümlenmesi amacıyla Başkan Roosevelt çok önemli 13 yasa çıkardı. 1933 yılı ortalarında birbiri peşi sıra devreye sokulan bu kanunlar ekonomiye yeniden işlerlik kazandırma amacı güdüyordu. Bankacılık sistemini düzenleyen yeni yasa, bankaların borsalarda spekülatif işlem yapmasını engellerken, tasarruf sahiplerinin haklarını koruyucu önlemler getiriyordu. Roosevelt’in New Deal olarak tanımladığı bu ilkeler; sanayi üretimi, piyasalar ve işçi-işveren ilişkileri konularında da yenilikler içeriyordu. Sanayide durgunluğu gidermek için aşırı üretimin engellenmesi, ücretlerin artırılması, iş saatlerinin azaltılması ve çalışma ücretlerinin yükseltilmesi temel hedefti. Özellikle yükselen ücretlerin toplam talebi canlandıracağı, dolayısıyla satışları artıracağı ve birikmiş stokların erimesine yol açacağı hesaplanmıştı. Özel kesime yönelik destekleyici ve özendirici önlemler yanında, kamu yatırımları ve hizmetleri için de önemli fonlar ayrılmıştı. Bu alandaki çalışmaları düzenlemekle görevlendirilen PWA (Public Works Administration) 1933-1942 yılları arasında toplam 13,2 milyar dolarlık kaynak yaratarak yeni iş alanlarının açılmasına katkıda bulundu. PWA aracılığıyla, söz konusu dönem içinde; 122 bin konut, 664 bin mil yol, 77 bin köprü ve 285 havaalanı inşa edildi. Devlet tarafından planlanan kamu yatırımları birbiri peşi sıra uygulamaya sokuldu. Başkan Roosevelt ağaçlandırma, su baskınlarının önlenmesi ve toprağın korunması gibi kamusal projeleri yürürlüğü koyarak, 1933 yılı içerisinde 300 bin kişinin işe alınmasını sağladı ve Kuzey Dakota’dan Texas’a kadar uzanan 200 milyonluk bir ağaç kuşağı meydana getirdi.
Keynes, ekonomide çarkların yeniden dönebilmesi için işsiz kalan insanlara yeni iş sahaları yaratılmasını, devletin sosyal amaçlı altyapı projelerine ağırlık vermesi gerektiğini öneriyordu. Fikir babalığını Keynes’in yaptığı Keynesyen İktisat Politikası Başkan Roosevelt tarafından harfiyen uygulandı. Sonuçta; 1933-45 yılları arasında uygulanan ekonomi politikasının etkisiyle ABD Büyük Buhran’ın olumsuz etkilerinden kurtuldu ve bir dünya devi haline dönüştü.
Krizden çıkış için Keynes tarafından önerilen bu yöntemi krizden etkilenen hemen her ülke kendine göre uyarladı. İngiltere, ekonomisini durgunluktan çıkarmak için inşaat sektörünü canlandırma yoluna gitti. Ev sahiplerine hibe şeklinde paralar verilip eski binaların yıkılarak yeniden inşa edilmesi teşvik edildi. Almanya ülke genelinde otoban yapımına ve silah endüstrisini geliştirecek yatırımlara ağırlık verirken, diğer birçok ülke de demiryolu, yol ve baraj gibi kamu yatırımlarını arttırma cihetine gitti. Aynı dönemde Türkiye’de de benzer bir iktisat politikası uygulandı ve “devletçilik” ilkesi doğrultusunda devlet tarafından birçok sanayi tesisi, demiryolu ve yol inşaatları yapıldı.
Amerika Birleşik Devletleri’ne Roosevelt gibi başarılı bir başkan bir daha asla gelmedi. Dibe vuran bir ülkeyi krizden çıkartan Roosevelt, 12 Nisan 1945 yılında öldüğünde Amerika artık bir refah devleti olmaya başlamıştı.
Ancak Roosevelt’in en önemli hizmetlerinden biri Bretton Woods Sistemi’ni tüm dünyaya kabul ettirmek oldu. ABD DOLARI’nı önemli bir dünya parası haline dönüştürdü. ABD İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlenerek çıkan bir ekonomiye sahip olarak, kurulacak sistemin altın standardındaki gibi istikrarlı olmasını, bu yüzden sabit bir kur sisteminin kurulmasını savunuyordu. Ayrıca yıkılan ekonomilerin tekrar onarılması için uluslararası bir kuruluşun oluşturulmasını arzu ediyordu.
1 Temmuz 1944 yılında yapılan görüşmeler neticesinde Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) kurulması kabul edildi.
Bretton Woods Sistemi ile ABD dışındaki üye ülkelerin ulusal para birimleri Amerikan Doları cinsinden tanımlanıyor, ABD’nin para birimi ise başka bir ülkenin para birimine değil 1 ons ağırlığındaki altının o günkü fiyatı olan 35 dolara sabitleniyordu.
Bu durum Amerika’ya sağlam ve güçlü ekonomisiyle, diğer ülkelere göre üstünlük kazandırdı. Bretton Woods sistemine göre elinde altın bulunan ülkeler bu altınları Amerika Birleşik Devletleri’ne teslim ettiği takdirde o devlete onsu 35 dolardan hesaplanmak suretiyle nakit dolar veriliyordu. Amerikan hazinesi tarafından verilen kâğıt dolarları teslim alan ülkeler de bu paralarla ithalat işlemlerini gerçekleştiriyorlardı.
Peki, kâğıt dolarlar bittiğinde ne olacaktı? Ya da altın rezervi olmadığı için dolar bulamayan ülkeler ne yapacaktı?
Sistem oldukça basitti ve ABD’nin küresel güç olabilmesinin önünü açıyordu. Altını olmayan veya elindeki dolarları tüketen ülkelere ya ABD bankalarınca ya da ABD kontrolündeki IMF tarafından kredi verilip onlarca ve hatta yüzlerce yıl sürecek bir borçlanma ve buna dayalı bir sömürge düzeni yaratılıyordu. Bu sistem 1971 yılına kadar kesintisiz devam etti. Bretton Woods anlaşmasına göre dolar biriktiren ülkelere, istedikleri zaman onsu 35 dolardan altınları iade edilecekti. Fakat bu durum hiç bir zaman gerçekleşmedi ve ABD yönetimi 1971 yılında bir gece ansızın; “anlaşma sona erdi, isteyenlere 35 dolardan değil daha yüksek olan güncel fiyattan altın verilecek” dedi. Aslında o yıllarda hiçbir ülkenin altın alacak parası zaten yoktu.
Bretton Woods sisteminin en ince noktası ise şu idi; ABD dışındaki diğer tüm ülkelerinin birbirileriyle ticaret yapabilmesi ve ithalat yapabilmeleri için ellerindeki altın rezervlerini ABD merkez bankasına teslim edip dolar temin etmesi gerekirken, ABD’nin ithalatını finanse edebilmesi için ABD darphanesinin kâğıt ve mürekkep kullanarak para basması yeterliydi. Bu şu anlama geliyordu. 1945 yılındaki 35 dolarlık ons fiyatına göre bir kilo altın 1120 dolar yapıyordu. Örneğin Fransa’nın Japonya’dan 1 milyon 120 bin dolar tutarında ithalat yapabilmesi için öncelikle 1000 Kilo (1 TON) altını ABD merkez bankasına teslim edip 1.120.000 dolar temin etmesi gerekiyordu. Peki, Amerika’nın aynı miktarda malı Japonya’dan ithal etmesi için ne gerekiyordu? Hiçbir şey. Gereken tek şey; Amerikan darphanesinin bastığı ve maliyeti kâğıt ve mürekkepten ibaret olan yeşil kâğıt parçacıkları idi.
ABD bugün tek başına dünyanın en büyük sanayi, endüstri ve finans devi durumuna dönüşmüş ise bunun tek müsebbibi Franklin Delano Roosevelt isimli dâhidir.
İşte bu zenginlik, Türkiye ve Türkiye ile aynı kaderi paylaşan birçok ülkeyi Batı’ya giderek daha fazla bağımlı hale getirdi.
Şu bir gerçek ki Türkiye’nin ihracatı 2002-2015 yılları arasında olduğu gibi artık hiç de hızlı artmıyor. 35 milyar düzeyinden 160 milyar dolar seviyesine hızla yükselen ihracat rakamımız, son dört beş yıldan beri adeta yerinde sayıyor. İhracat işlemine konu ürün çeşitliliğinin arttırılamaması, kapasite yetersizliği, pazar daralması, markalaşamama, patent ve know-how yetersizliği, ihracat yapılan ülkelerde var olan ekonomik sıkıntılar, küresel anlamda yaşanan ekonomik, siyasi, politik ve askeri krizler, yüksek faizler, artan kur baskısı, ülkelerde var olan politik ve ekonomik riskler bu durumun başlıca sebepleri.
Fakat tüm bunlardan daha da önemli bir konu var ki onu hiçbir şekilde göz ardı etmememiz gerekiyor. Ehliyetiniz olabilir, çok güzel bir arabanız da olabilir ama o arabayı çalıştırmak için depoya benzin konulması gerektiğini de unutmamamız şart. Türk ekonomisinde çarkların dönmesine imkân sağlayacak en önemli unsur hiç şüphesiz; “para” yani “finansman” konusu. Ancak Türkiye’de “para” maalesef kıt kaynak.
Finansman sorununu aşamadığımız için bankalar başta olmak üzere yatırımcıların birçoğu yurtdışından yüksek faizlerle borçlanma yoluna gitmekte ve elde ettikleri yabancı para kredilerini Türk Lirasına dönüştürüp üzerine kur riskini de ilave etmek suretiyle Türkiye’deki talep sahiplerine kredi olarak vermekte. Bu arada kredi maliyetleri yüzde 3,5-4 seviyelerinden %22 düzeylerine tırmanmakta. Merkez Bankası’nın Türk Lirası üzerinden elde edilen TL mevduatlarından %10,5 ve yabancı para mevduatlarından da %12 oranında zorunlu karşılık talep etmesi bu artışın en önemli sebeplerinden.
Merkez Bankası’nın bu tavrı, ahşap binaya benzin döküp kibrit çakan kişinin, “burada neden yangın çıkmış acaba!” tarzında pişkince hareket etmesinden başka bir şey değil.
Türk Lirası Amerikan Doları karşısında 4,86 seviyelerini gördü. Şu bir gerçek ki Merkez Bankası bürokratları başta olmak üzere Türkiye’nin ekonomi politikasını şekillendiren kişilerin tamamı çuvallamıştır.
Bu konuyu defalarca yazdım çizdim. “Dövizi düşüreceğiz”, “döviz alanın eli yanar” “bu yükseliş sunidir” gibi açıklamaların tamamı hikâyeden başka bir şey değildir.
Öncelikle Türk ekonomisindeki “dolarizasyon” sorununu ortadan kaldırmak gerekiyor. Ev ve işyerlerinin yabancı para ile kiraya verilmesi, otomobil ve konut satışlarının döviz cinsinden yapılması, devlet tarafından yapılan özelleştirme ve yap-işlet-devret ihalelerinde “dolar” ve “Euro” gibi yabancı paralarla işlem yapılması, neredeyse hemen her sokakta tekel bayisi gibi birbiri peşi sıra açılan “döviz büroları” ciddi bir sorun değil midir?
Merkez Bankası’nın ve ekonomi bürokratlarının daha akılcı davranması ve Türk ekonomisindeki “dolarizasyon “ eğilimi ortadan kaldıracak kararlar alması daha etkili olmaz mı? Örneğin hükümet tarafından; “yabancı para cinsinden yapılan kira sözleşmelerinde taraflar arasında anlaşmazlık yaşanması durumunda mahkemelerce davaya konu edilemeyeceği” yönünde bir karar alınsa, bir daha hiç kimse “Dolar” veya “Euro” üzerinden kiralama ve alım-satım sözleşmesi yapar mı?
Böyle bir karar, Merkez Bankası yöneticilerinin mahalle kabadayıları gibi “Dolar alanı asacağız, keseceğiz, gereken adımları atacağız” gibi “İPE SAPA GELMEZ” açıklamalarından çok daha etkili olmaz mı? Şimdi vatandaş çıkıp Merkez Bankası yetkililerine; “hadi erkeksen adım atıver de göreyim seni” dese ne yapacaksınız? Tabi ki hiçbir şey.
“Hiçbir şey yapılamayacağını” bildikleri için Amerikan Doları Türk lirası karşısında yükseldikçe yükseliyor.
Demek ki ne yapmak gerekiyor; öncelikle “boş boş konuşmayacağız”, ikinci aşamada Türk ekonomisindeki yabancı para aşkını bitireceğiz, son aşamada ise orta ve uzun vadede üretim ve ihracatı arttırmaya yönelik önlemler alacağız.
Hayatlarında tek bir tane limon alıp satmamış kişilere Merkez Bankası başta olmak üzere koca koca kurumlar teslim edilirse olacağı budur…
Dinleyen dinler, dinlemeyene ise zaten bir şey olmuyor…
Ancak dolar kurundaki yükselişin esas sebebini sona sakladım. AK Parti, milletvekili aday listelerini açıkladı. Milletvekili listelerinin Türk kamuoyuna güven vermediğinin farkında değil misiniz? Listeler konusunda hemen herkesin ortak tepkisi; “dağ fare doğurdu” minvalinde.
Bu seçim Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş hususunda son derece önem arz ediyor. Ancak listelerde “seçilebilecek” noktalarda bulunan isimlerin neredeyse tamamı mevcut milletvekillerinden oluşuyor. Şimdi yurdum insanı kendi arasında konuşuyor ve çoğu milletvekili için; “Bu adamlar geçen yıllarda memlekete ne yapıp başarılı oldular da yeniden listeye girdiler?” diye homurdanıp duruyor.
Milletvekili listeleri kamuoyunu yeter derecede ikna etmediği için, seçimde Sayın Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak seçilse dahi AK Parti’nin mecliste çoğunluğu sağlayamayacağı endişesi hasıl olduğu için, sokaklarda tanıtım ve propaganda anlamında tek bir aktivite göremedikleri için, listelerde bir yenilenme değil de “eski tas eski hamam” mantığı devam ettiği için insanlar Türk Lirası’ndan kaçıp Dolar’a yöneliyor.
2002 yılında AK Parti’nin iktidara geldiği yılları lütfen hatırlayın. Ülkede büyük bir ekonomik kriz ve çöküş yaşanmış, 27 banka kapanmış, onbinlerce ticari işletme kapanmış, milyonlarca insan işsiz kalmıştı. Türk parası, üzerindeki bol “sıfırlar”dan dolayı tanınmaz hale gelmiş, Türk insanı kendi ülkesinde gelecek göremediğinden ülkesini terk edip başka ülkelere gitmenin yollarını arar hale gelmişti
İşte o günlerin belirsizliklerle dolu “kaotik” ortamında, Milli Görüş geleneğinden gelen AK Parti kadroları, Türk insanına bir can simidi gibi göründü ve neticede AK Parti %34,63 oy oranı ile tek başına iktidara geldi. Bu oran, 2004 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerinde %41,67’ye, 2007’de %46,58’e, 2011’de ise %49,90’a yükseldi. Bu yükseliş trendi 7 Haziran 2015 genel seçimlerine kadar kesintisiz devam etti ve nihayetinde AK Parti’nin oyları birdenbire %40,86’ya geriledi.
Şimdi 2002 yılına geri dönelim.
AK Parti, Milli Görüş geleneğinden gelen bir parti olarak Refah Partisi ve Saadet Partisi tabanının %15 ilâ %17 arasındaki kemik oyunu zaten arka cebinde taşıyordu. 1994-2001 yılları arasında ülkeyi kör topal idare eden ANAP, DYP, DSP, Refah, Saadet ve MHP’li koalisyon hükümetleri, 1999 Marmara Depremi ve sonrasında giderek derinleşen köklü ekonomik sorunların altından kalkamaz hale gelince havlu atmak zorunda kalmıştı.
2002 genel seçimlerde AK Parti %34,28 oy oranı ile 363 milletvekili çıkartırken, CHP %19,39 oy oranı ile 178 milletvekili çıkarabildi. Türkiye’nin en eski ve köklü partileri ise barajın altında kaldı ve hatta bazıları tarih sahnesinden silinip gitti. 2002 seçimlerinde DYP %9,54, MHP %8,36, Genç Parti %7,25 oy alırken, ANAP %5,13, Saadet %2,49, DSP %1,22, BBP %1,02 oy alıp baraj altında kaldı.
Bu tabloda dikkat çeken en önemli nokta bence Saadet Partisi’nin aldığı %2,49’luk oy oranıydı. “İslami Muhafazakâr” oylar AK Parti’nin kemik oyu haline dönüşürken, koalisyon hükümetlerinden “İllallah” eden farklı siyasi düşünceye sahip milyonlarca insan, AK Parti’nin “geçici” veya “ödünç” oy veren kesimini oluşturdu. Recep Tayyip Erdoğan’ın partisi ekonomik ve sosyal konulara ek olarak demokratikleşme hususlarında da başarılı olunca, “geçici” veya “ödünç” nitelikteki oylar zamanla “kalıcı” nitelik taşımaya başladı ve zaman içerisinde gelen ilavelerle partinin oy oranı %49,90’lara kadar yükseldi. Hatta 2013 Gezi Olayları ve 17/25 Aralık 2013 Yargı ve Emniyet Darbesi bile partinin oyunu geriletmediği gibi, aksine yükselmesine sebep oldu.
Ancak şu da var ki 2011 yılından sonra AK Parti’de görünür bir değişim yaşandı ve Parti gittikçe kendi içine kapanmaya başladı. Milli Görüş kökenli kişiler el üstünde tutulup hemen her kademede etkin konuma getirilirken, geri kalan kitleler AK Parti’den dışlandı.
7 Haziran 2015 seçimlerinin iki ay öncesinde AK Parti’ye çok yakın bir işadamını ziyarete gitmiş ve kendisine; “Sizler kendi içinize gittikçe daha fazla kapanıyorsunuz ve Milli Görüş kökenli olmayan kim varsa onların tamamını dışlıyorsunuz. Ben ilk oyumu 1983 yılında Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ne vermiştim. Sonraki yıllarda diğer partilere oy verdiğim de oldu. Ama ülkemin kısır siyaset döngüsünden kurtulması, ekonomik açıdan zenginleşmesi, itibarının artması ve büyüyüp kalkınması için 2002 yılından beri AK Parti’ye oy veriyorum. AK Parti’ye oy vermiş olmam benim Milli Görüş çizgisine yaklaştığım anlamına gelmez, gelmemeli de. Size göre iki türlü AK Partili var. Milli Görüş çizgisinden gelen “gerçek” AK Partililer ve bu görüşe mensup olmayan “çakma! AK Partililer”. Bizler sizin deyiminizle AK Parti’ye sonradan “kaynak” olan kişileriz. Amiyane tabirle bizlere “dönme” veya en iyi tabirle şu veya bu sebeple partisini “satıp” AK Partiye gelen kişiler gözüyle bakıyorsunuz. Sizinle bizim genetiğimiz asla uyuşmuyor, dahası bizleri asla kabullenemiyorsunuz. Bunun hatalarını ve sonuçlarını genel seçimlerde çok acı şekilde yaşayacaksınız” demiştim.
Sonuçta AK Parti açısından bir hezimet yaşandı ve meclis çoğunluğunu kaybetti.
Sonrasında ne oldu? AK Parti tek başına hükümet kuramadı. Cumhurbaşkanı ANAYASA’dan aldığı yetkiyi kullanarak ülkeyi 1 Kasım 2015’de yeniden seçime götürdü ve AK Parti o seçimde tekrardan meclis çoğunluğunu elde etti.
Peki 7 Haziran 2015’den 1 Kasım 2015’e kadar geçen sürede AK Parti ne yaptı da seçimi kazandı? Milletvekillerini mi değiştirdi? Kamuoyuna yeni önerilerde mi bulundu? Hayır. Hiçbir şey yapmadı. Zaten yapamazdı da.
Gerçekte olan şuydu; Türkiye kamuoyu istemeye istemeye ve içine sinmeye sinmeye sandık başına gitti ve “Lanet olsun! Yeter ki memlekette kriz ve istikrarsızlık olmasın” diyerek mührü AK Parti’ye bastı.
24 Haziran seçimlerin de insanlar galiba bu defa “Lanet olsun!” lafını bir daha söylemeye niyetli değiller ki endişeler arttıkça artıyor.
Aslında insanlar 24 Haziran seçimlerinde yaşanabilecek olası bir krizi “fiyatlandırıyor“. “Erdoğan ve AK Parti seçilirse doları %20 – %30 daha düşüğüne satarım, seçilmezse doların fiyatı zaten katlandıkça katlanır” düşüncesi kamuoyunda yaygınlaştıkça yaygınlaşıyor. Bu çok kötü bir durum.
Ancak şunu bilin ki bu listeler para etmez. “İnce elenip sık dokunarak” hazırlandığı iddia edilen ve bazı köşe yazarlarımızın allayıp pullamaya çalıştığı listeler için ben aynı şeyi söylemeyeceğim. Bu listeler “laf olsun torba dolsun” ve “biz çalar biz oynarız” tarzında hazırlanmış listelerdir.
Erdoğan’ın işi çok zor. Şurada seçime kalmış bir ay… Ortada miting yapan, sokak sokak dolaşıp halkı ikna etmeye çalışan bir tek milletvekili adayı yok. “Saldım seni çayıra mevlam seni kayıra” misali herkes ikna işini Erdoğan’ın sırtına yıkmış durumda. Erdoğan çalışsın birileri milletvekili olsun, oh ne alâ ne alâ.
Şimdi hemen herkes soruyor: “Madem mevcut milletvekilleri ile yola devam edilecekti, 7000 küsur kişiyle neden mülakat yapıldı?”
Ve yine vatandaş soruyor; “Bülent Arınç’ın damadı FETÖ’den tutuklandı, kendisi ise Fetullah Gülen’e toz kondurmuyordu, Bülent Arınç’ın oğlu ve ismi faili meçhuller döneminde sık sık geçen Mehmet Ağar’ın oğlu neden milletvekili adayı gösterildi“.
İnşallah yanılırım ama sonuç hezimet olacak.
Dost acı söylermiş…
Dr. Mehmet Hakan Sağlam