(Article 033-21.10.2014)
20 Ekim 2014 tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısında alınan bir karar ajansların flaş haber geçmesine sebep oldu. Hükümetin Meclise gönderdiği 5411 Sayılı Bankacılık Kanunu başta olmak üzere bazı kanunlarda değişiklik öngören yasa tasarısında Vakıfbank ile ilgili çok önemli bir değişiklik yer aldı. Tasarının 7. maddesi ile 6219 Sayılı Türkiye Vakıflar Bankası Kanunu’nun 6. maddesine yeni fıkralar eklenmesi öngörüldü ve %58,51 oranındaki Vakıflar Bankası hisselerinin tamamının, belli bir bedel karşılığı Hazine’ye devredilmesi önerildi. Adnan Menderes’in talimatıyla 1954 yılında kurulan Vakıflar Bankası hisselerinin Hazine’ye devredilmesi bir nevi kamulaştırma işlemidir.
Eğer bu tasarı kanunlaşır ve söz konusu hisseler Hazine adına intikal ederse, bu kanun tasarısına imza atan, öneren, oylayan ve yasalaştıran herkesin vay haline. Zira Selçuklulardan günümüze kadar bu coğrafyada asırlar boyu harmanlanan, sosyo-kültürel birikimin doğal bir sonucu olarak gittikçe şekillenen Türk vakıf sisteminin temelleri şüphesiz İslâm hukukuna dayanıyor. İslâm hukukunda bu sisteme güç veren esas unsur ise bizzat Hz. Muhammed’in günümüze ulaşan hadisleri.
Vakıf kurmanın amacı, herhangi bir malı insanların faydalanması için Allah’ın mülkü hükmünde olmak üzere, ferdî mülkiyet sahasından çıkarmaktır. İslâm fıkhında çok geniş bir konu teşkil eden vakıflar bazı hadislere dayandırılır. Bu hadislerden birisinde Hz. Peygamber Hz. Ömer’e şöyle bir tavsiyede bulunmuştu: “Bir şeyin aslını, satılmamak üzere hayır vasıtası kıl. Yalnız mahsulü harcansın ve sadaka olarak dağıtılsın”. (Bk. Buhari, Hars, 14.)
Günümüzde bir vakfın kuruluşu, 1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu’nun ilgili hükümlerine göre gerçekleşmektedir. Buna göre; kanunda belirtilen şartları taşıyan gerçek ya da tüzel kişiler vakıf kurabilmektedirler. Eğer kurucu gerçek kişi ise Türk Medenî Kanunu’nda belirlenen fiil ehliyetine sahip olması, tüzel kişi ise fiil ehliyetine sahip olmakla birlikte kuruluş statüsünde vakıf kurabileceğine ve vakfa malvarlığı tahsis edebileceğine dair bir hükmün bulunması gerekmektedir.
Selçuklu ve Osmanlı döneminde kurulmuş ve bugün yöneticileri hayatta olmayan vakıflar ise, Türkiye’nin en köklü ve büyük kurumlarından birisi olan Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından temsil ve idare edilmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü bir taraftan bu vakıflar adına hizmetlerini sürdürürken, diğer taraftan da yeni kurulan vakıfların kuruluş ve denetim işlemlerini gerçekleştirmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre; Osmanlı ve Selçuklu döneminden günümüze intikal etmiş, ancak yöneticisi kalmamış vakıf sayısı 41.750 adettir.
1998 yılında Fatih Belediye Başkanı Sadettin Tantan’ı ziyaretim sırasında duvarda asılı olan Fatih Sultan Mehmet Han’ın vasiyetini okuyunca çok etkilendim.
Vasiyet aynen şu şekildeydi;
“Ben ki, İstanbul Fâtihi abd-i âciz (âciz kul) Fatih Sultan Mehmed, bizâtihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde kâin (bulunan) ve mâlumu’l-hudut olan 136 bap (parça) dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde (doğrultusunda) vakfı sahih eylerim:
Bu gayri menkulâtımdan (taşınmaz mal) elde olunacak nemalarla (gelirlerle) İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tâyin eyledim. Bunlar ki, ellerindeki bir kap içinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde, günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20’şer akçe alsınlar, ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 yara sarıcı tâyin ve nasp eyledim (görevlendirdim). Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilâistisnâ (istisnasız) her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar, var ise şifâsı ya da mümkünse şifâyap olalar (şifa vereler).
Değilse, kendilerinde hiçbir karşılık beklemeksizin Dârülaceze’ye (huzurevine) kaldırılarak, orada salâh (ferah) bulduralar… Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir. Böyle bir hal karşınsıda bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile. Bunlar ki hayvanat-ı vahşiyenin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalarki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar.
Ayrıca külliyemde inşâ eylediğim imârethânede (aşevi) şehit ve şühedânın harimleri (aileleri) ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler. Ancak, yemek yemeye veya almaya bizâtihi kendileri gelmeyip, yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.”
Bu vasiyetin son paragrafını okuduğumda Belediye Başkanı’na böyle bir aşevi olup olmadığını sordum. Olmadığını söyleyince, “bu aşevini hibe olarak ben yapayım” dedim. Belediye tarafından Vatan Caddesi üzerinde Akgün Oteli’nin hemen arkasında bana gösterilen arsa üzerine çok güzel bir aşevi yaptım ve çalışır vaziyette Fatih Belediyesi’ne hibe ettim. Bu aşevinde pişirilen yemekler, 3 Mayıs 1998’den beri Fatih Sultan Mehmet’in işbu vasiyetinde tarif edildiği üzere, hiç kimsenin gururu incinmesin diye kapalı kaplar içinde sabahın loş bir karanlığında fakir fukaranın evine bırakılmaktadır.
Vakıf sisteminde finanse eden ve finanse edilen olmak üzere iki temel unsur vardır. Vakfın finansal gelir kaynakları iktisadî ve sosyal hayatın esasları olan; dükkân, çarşı, han, hamam, tarla ve arazi gibi taşınmazlar ile vakıf sandıklarından yapılan kredi faaliyetleridir. Bunlar esnaf ve tarımsal üreticiler için iş sahaları teşkil ederler. Bu kaynaklardan elde edilen gelirlerle hayır kurumları denilen cami, medrese, zaviye, hastane, kervansaray gibi eğitim, din, bayındırlık, sağlık ve sosyal yardım kurumları finanse edilir.
Ne Selçuklu ne de klasik Osmanlı döneminden günümüze ulaşan ciddi sayıda saray bulunmamakla birlikte halen kullanılan çok sayıda cami, medrese, kervansaray, imarethane, kütüphane, köprü ve suyolları intikal etmiştir.
Selçuklular sosyal ve iktisadî refahı arttırıcı yatırımları, İslâmî geleneğe bağlı olarak vakıflar kanalıyla yapmışlardır. Osmanlı vakıf sistemi ise; siyasî, dinî ve ideolojik anlamlarda merkezî; idarî, iktisadî ve malî anlamlarda da mahallî özellikler taşımaktadır.
Osmanlı döneminde, devletin siyasî ve malî kudretinin inkişafına paralel olarak sayıları gittikçe artan vakıfların ilk kurucusu Orhan Gazi’dir. Orhan Gazi, İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun idaresi için yeterince gelir getirecek gayrimenkul vakfetmiştir. Bu vakıfları, çeşitli konularda kurulan diğer vakıflar izlemiştir. Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardımı yapmak, halka meyve ve sebze dağıtmak, çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımını sağlamak, çocukların emzirilmesini sağlamak, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak, kâse ve bardak gibi kap kacak kıran hizmetçileri efendilerinin azarlamalarından korumak, kuşlara yem vermek, çocuklara oyuncak almak, yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak, yetimleri büyütmek, talebelere burs ve kalacak yer temin etmek, işsizlere iş bulmak, çırak yetiştirmek, müflis ve borçlulara yardımcı olmak, bekârları evlendirmek, hayvanları himaye etmek, cadde ve sokakların temiz tutulmasını sağlamak, sokaklara atılan tükürük ve benzeri maddelerin üzerine kül döktürmek gayesiyle görevliler tayin etmek, su kanalı, su kemeri, çeşme, sebil, kuyu, medrese, han, hamam, cami, yol, kaldırım ve köprü yapmak ve bunların finansmanını sağlamak maksadıyla çok sayıda vakıf kurulmuştur.
Bu vakıflardan bir kısmı padişah ve vezirlere ait büyük vakıflardı. Bu tür vakıflarda çalışan köylüler çeşitli vergilerden muaftı.
1713’lerde İstanbul, Edirne ve Bursa gibi şehirlerdeki birçok vakfın, Evkaf Muhasebesi adıyla bağımsız bir kalem oluşturduğu kaynaklarımızda zikredilmektedir. Ancak vakıflar 1826’da Evkaf Nezareti kuruluncaya kadar nazır ve mütevelliler vasıtasıyla idare edilmiştir. XIX. yüzyıl başlarında İstanbul’daki arazi ve binaların neredeyse tamamı vakıf haline gelmişti. II. Mahmut (1808-1839) zamanında Padişahların ve diğer yöneticilerin vakıf toprakları Maliye Hazinesi tarafından zapt edildi.
Tanzimat, tımar sistemini ortadan kaldırdığından mîrî topraklara müdahale kolaylaşmıştı. Fakat vakıflar özerkti ve devletin müdahalesi çok zordu. Avrupalılar Paris, Londra ve Berlin Kongrelerinde bu hususu özellikle dile getirmişlerdi. Bu sistem; taşınmaz malların Müslümanların elinden çıkmasını zorlaştırıyor ve sömürgecilerin kolonizasyon siyasetine engel teşkil ediyordu.
Vakıfların oluşmasında, yıllar içinde biriktirilen menkul ve gayrimenkullere devlet tarafından el konulmasının önlenmesi gayesinin amaçlandığı iddia edilmektedir. Oysa eğer amaç servetleri müsadereden kurtarmak ve aileye gelir bırakmak olsaydı, hayır eserleri değil gelir getiren eserler daha çok yapılırdı.
Tanzimat, tımar sistemini yok ettiği gibi vakıf sistemini de bertaraf etmeye çalışmıştır. Ancak şu bir gerçektir ki eğer bu sistem İslâm toplumu için zararlı olsaydı, İslâm ve Osmanlı medeniyetinin en ileri devirlerinde gelişme göstermesi imkânsız olurdu.
XVI. yüzyıl başlarında, Osmanlı ekonomisinde toprakların %20’si vakıf sistemi içerisindeydi. Bu dönemde (1527-28 bütçesine göre) vakıfların toplam kamu gelirleri içindeki payı %12’dir. Binalardan, para-vakıflarından ve diğer vakıflardan elde edilen gelirler buna dahil değildir. Yine aynı dönemde toplam kamu gelirleri içinde merkezi hazine gelirleri %51, tımar gelirleri ise %37 paya sahipti.
Taşınır servetin yani özellikle nakit paranın vakfı tartışmalıdır. Genellikle kabul edilen görüşe göre bu tür servetin vakfı (riba tehlikesinden dolayı) caiz değildir. Ancak neticede böyle bir durum olsun veya olmasın, özellikle İmam Züfer’in içtihadıyla, para vakıfları örf haline geldiğinden caiz görülmüştür. Osmanlılar bu görüşü uygulamışlar ve para vakıflarını önemli kredi ve finansman kurumları olarak yaşatmışlardır.
Para vakıflarının bilinen ilk örneği Fatih Sultan Mehmet (1451-1481) tarafından kurulmuştur. Fatih, yeniçeri ocakları için satın alınan etin sübvansiyonunda kullanılmak üzere 24000 altın vakfetmiştir. Para vakıfları o kadar gelişmiştir ki bunları vakıf-bankalar olarak adlandırmak daha doğru bir ifade olacaktır. Nakit para vakfedenler; “paranın ‘rehn-i kavî ve kefil-i melî’ veya ikisinden biri ile onu on bir buçuk hisabı ile muamele-i şer’iyye ve murabaha-i mer’iyye ile bâ-yed-i mütevellî beher sene alâ vechi’l-helâl istirbâh ve istiğlâl oluna” şeklinde vasiyette bulunmuştur. Buna göre iktisadî olarak % 15’lik bir faiz oranı yasal kabul edilmiştir. İstanbul’da 1456-1551 arasında çeşitli amaçlarla kurulmuş 1161 tane para vakfı vardı. Yine İstanbul’un et ihtiyacı için Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) kendinden önce bu iş için tesis edilen vakıfları bir araya getirerek 698 bin akçelik yeni bir vakıf kurmuştu. Bu paranın gelirleri İstanbul kasaplarına sermaye olarak veriliyordu.
Osmanlı ekonomisinde ticaretin teşvik edilmesi için Vakıflar ve para sahipleri, ellerindeki paraları mudaraba denilen emek-sermaye ortaklığı içerisinde kervan ve gemilerle uzak ülkelere giden büyük tüccarlara kredi olarak veriyorlardı.
Kanunî (1520-1566) zamanında teorik ve meşru bir zemine kavuşan para vakıfları, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar varlıklarını sürdürdü. Tanzimat döneminin devletleştirme ve merkezîleştirme eğilimine paralel olarak bu vakıfların bir kısmı Evkaf Nezareti’nin yönetimine geçmiş, II. Meşrutiyet döneminde de doğrudan para vakıflarıyla ilgili olarak Nezaret içerisinde Terekât ve Nukûd-ı Mevkûfe Kalemi oluşturulmuştur.
XIX. yüzyılda, savaşlar nedeniyle artan göçmen akınına yönelik dayanışmayı desteklemek amacıyla kurulan para vakıflarının sayısı, taşınmaz mal vakıflarına göre artış kaydetmiştir. Hem para vakıflarındaki artışlar, hem de arsa ve arazi vakıflarının zenginliği II. Meşrutiyet döneminde bir “Evkaf Bankası” kurulması teşebbüsüne yol açmışsa da Birinci Dünya Savaşı böyle bir bankanın faaliyete geçmesini engellemiştir. Cumhuriyet’ten sonra, 1935’ten itibaren vakıf mallarının satışının serbest bırakılmasıyla vakıf paralardaki artış büyümüş, çeşitli teşebbüsleri takiben bini aşkın para vakfının fonları ve taşınmazların satışlarıyla elde edilen yeni fonlar, 1954 yılında kurulan Türkiye Vakıflar Bankası’nın sermayesinin önemli bir kısmını oluşturmuştur.
1866’da kurulan Askerî Tekaüt Sandığı ile 1880’de kurulan Mülkî Tekaüt Sandığı bugünkü Emekli Sandığı’nın ve diğer sosyal güvenlik kurumlarının esasını teşkil etmiştir. Mithat Paşa tarafından küçük tarımsal üreticilerin sıkıntılarını gidermek amacıyla 1863’te Memleket Sandıkları adıyla kredi kurumları oluşturulmuş, bunlar sonradan Menafi Sandıkları’na ve nihayetinde de Ziraat Sandıkları’na çevrilmiştir. Bu sandıklar ise 25 yıl faaliyetten sonra 1888’de bugünkü T.C. Ziraat Bankası’nın temelini teşkil etmiştir.
Bugün Bakanlar Kurulu’nda görüşülüp kanun teklifi olarak TBMM’ne gönderilen yasa hem dini hem de şer’i açıdan çok ama çok yanlış bir düşüncedir. Bu karar bugün çok iyi niyetlerle alınmış dahi olsa, Hazine adına intikal edecek Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait hisselerin Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından üçüncü şahısların ve hatta yabancıların eline geçmesine olanak sağlayacaktır. Böyle bir durumda Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından kontrol edilen ve kökenleri asırlar öncesine dayanan binlerce vakfın ve vakıf kurucunun hakkı resmen gasp edilecektir. O vakıfları kuran binlerce insanın vasiyeti ayaklar altına alınacak, kurulan vakıfların senetleri değersiz birer kâğıt parçası haline dönüşecektir. Bunun vebâlini hiç kimse taşıyamaz.
Bu türden haksız bir işlem, insanların yeni Vakıf kurmasına da kötü bir örnek teşkil edecektir. Fatih Sultan Mehmet döneminde Selçuklu döneminden intikal eden bazı vakıf gayrimenkullerinin devlet malı haline dönüştürülmesine karar verilmiş, ancak aynı gerekçeyle onun ölümünden hemen sonra oğlu II. Bayezid tarafından bu yanlışlıktan dönülüp söz konusu araziler tekrardan o vakıflara iade edilmiştir.
Adını sanını dahi duymadığımız binlerce insanın Türk toplumuna miras bıraktığı Vakıfları ve vakıf mallarını kamulaştırma yoluna gitmek; en başta İslâm hukukuna, Peygamber Efendimizin hadislerine, tüm şer’i kurallara, ecdadımıza, anayasaya, kanun ve içtihatlara saygısızlıktan başka bir şey değildir.