(Article 081-20.05.2015)
Birkaç gün önce internet sitelerine askeri darbeyle koltuğundan indirilen Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve 122 arkadaşının idam cezasına çarptırıldığı haberleri düştü. Çok şaşırmadım. Zaten bekliyordum.
Bundan dört yıl kadar önce tüm Ortadoğu ve Arap ülkelerinde Arap Baharı ismiyle başlayan kitlesel halk hareketleri birer ikişer sindirilip bastırıldı. Halbuki bu ayaklanmalar sonuca ulaşmış olsaydı bugün belki çok farklı bir Arap coğrafyasıyla yeniden tanışma fırsatı bulmuş olacaktık. Mısır, Yemen, Tunus, Libya ve Suriye mahreçli halk hareketleri, Osmanlının bu coğrafyadan çekilmesinden sonra Batılılarca emanetçi koltuğuna oturtulan yönetici grubuna yönelik ilk ciddi başkaldırıydı. Mısır halkı bu değişikliğe vize veren ilk ülke özelliğini kazandı ve Batı’ya “Siz şöyle biraz kenarda durun bakayım” dedi. Mısır’ın halk tarafından seçilen ilk devlet başkanı Muhammed Mursi, Mısır’da ciddi değişimler yaşanacağının ilk sinyallerini verdi ve İsrail’den uzaklaşırken Türkiye’ye yanaşmaya başladı. Sonra olanlar oldu ve iktidara geldiğinin birinci yıldönümünde türüne ender rastlanır bir alçaklık örneği sergilenerek Amerika-İngiltere ve Almanya ortaklığındaki konsorsiyumun desteği ile alt aşağı edildi, tutuklanıp cezaevine atıldı ve vatana ihanetten yargılanmaya başlandı. Ve sonuç; idam cezasına çarptırıldı.
Mursi ve arkadaşlarının kararı temyiz etme hakkı var ancak göreceksiniz karar ne olursa olsun Mursi ve arkadaşlarını idam etmeye hiç kimsenin gücü yetmeyecek. Bu idamları şu veya bu şekilde dünya yüzeyinde engelleyebilecek tek bir ülke ve lider varsa o da Türkiye ve Erdoğan’dır. Sebeplerine birazdan değineceğim. Nitekim idam kararı duyulur duyulmaz Cumhurbaşkanı ve Başbakan düzeyinde Türkiye’den çok sert açıklamalar yükselmeye başladı. Her şeyden önce Mursi’nin darbe ile iktidardan uzaklaştırıldığı dönemde Sisi’ye destek veren Suudi Arabistan, Kuveyt ve diğer Körfez ülkelerinde o günden bugüne çok şey değişti. Şii İran’ın Suriye, Irak ve Yemen üzerindeki etkinliği artmaya başlayınca Suudi Arabistan ve Kuveyt başta olmak üzere körfez ülkeleri Türkiye’ye yanaşmaya mecbur kaldı. Çünkü bu ülkelerin hiçbiri tek başına veya topluca İran ile mücadele edebilme kapasitesine sahip değil. Bu ülkelerce çok kısa sürede Sisi’ye yönelik “Darbe tamam ama idam olmaz” mealinde çeşitli uyarılar yapılmaya başlanacak. Dibe vuran turizm gelirlerinden dolayı ekonomisi yerlerde sürünen Mısır bu uyarıları dikkate alır mı? Kendi fikrimi söyleyeyim; hem de eşek gibi dikkate alacaktır. Kendilerine verilen milyarlarca dolarlık yardım paralarını İsviçre’deki banka hesaplarına aktarma hususunda oldukça mahir olan bu firavunlar çetesi, para kaynakları kesilince ağa ve paşa babaları ne derse onu yapmak zorunda kalacaktır. Ve çok büyük ihtimal Mursi ve arkadaşları Erdoğan’ın baskısı neticesinde Türkiye’ye sürgün edilecektir.
Mursi’nin idam haberi internet sitelerine düşer düşmez Doğan grubunun amiral gemisi Hürriyet muhteşem! bir manşet attı; “Dünya şok da. Yüzde 52 ile seçilen cumhurbaşkanına idam“. Bu manşet aslında Aydın Doğan grubunun iplerini elinde tutan yabancı istihbarat örgütlerinin kasıtlı ve bilinçli şekilde attırdığı özenle seçilmiş bir başlık. Manşetin asıl işaret ettiği kişi kesinlikle Mursi olmayıp Erdoğan’ın bizzat kendisi. Erdoğan ve çevresine ve hatta ona oy vererek Cumhurbaşkanlığı makamına getiren yüzde 52’lik kesime açıkça deniliyor ki; “Yüzde 52 değil yüzde 152 bile alsanız hiç bir anlam ifade etmez, biz istediğimiz adamı indirir istediğimizi çıkartırız. Eninde sonunda Erdoğan’ı indireceğiz ve onu idamla yargılayacağız“. Zaten bu arzuları 17-25 Aralık sürecinde FETÖ üyesi bir Cumhuriyet Savcısı en üst perdeden açıkça dile getirmemiş miydi?
Eski Türkiye’de astığı astık kestiği kestik ne kadar aktör varsa hepsi 8 Haziran sabahı eski Türkiye’ye uyanmanın hayalini kuruyor. Devletten ihale alarak semirdikçe semirenler, işi bozulanlar, siyaseten bitenler, toplumda hiçbir karşılığı olmayan ne kadar çapsız, ahlâksız ve şerefsiz varsa kutsal bir ittifak oluşturmuş durumda. “At izi it izine karışmış” deyiminin bu kadar anlam kazandığı başka bir dönem yoktur herhalde.
Eski Türkiye ve Yeni Türkiye kavramlarının Türk toplumunca ne kadar anlaşıldığı bence çok önemli. Eski ve Yeni Türkiye kavramları bir dönemi karalarken bir dönemi göğe çıkarmak asla değildir. Eski Türkiye Osmanlı’nın kalıntıları üzerine kurulurken, Yeni Türkiye’de eskisinin üzerine inşa edilecektir. Eski Türkiye artık miadını doldurmuştur. Yeni Türkiye’yi ne Amerikalılar ne İngiliz ve Fransızlar nede uzaylılar kuracaktır. Yeni Türkiye’yi kuracak olanlar bizleriz. Peki “Yeni Türkiye” denilen kavram neyi ifade ediyor? Bunu biraz açmamız gerekiyor. “Yeni Türkiye” denilen şey devletin isminin, bayrağının ve marş gibi ulusal sembollerinin değişmesi demek değildir. Yeni Türkiye toplum nezdinde bir düşünsel değişim ve evrimi ifade etmektedir. Öncelikle Yeni Türkiye’de olmayacak olanları anlatalım;
Yeni Türkiye’de Umut Oran, Mahmut Tanal, Kamer Genç, Hakan Şükür gibi kişilerin de hiçbir politik karşılığı olmayacaktır.
Batılıların tetikçiliğini yapan Aydın Doğan gibi adamların ve bu ülke insanının sırtından zenginleştiği halde çapulculuk yapmaktan geri durmayan Cem Boyner tarzı işadamlarının esamesi dahi okunmayacaktır.
Ortada hiçbir bilimsel başarıları ve kendilerine ait tek bir tane buluş ve keşifleri olmadığı halde “boş profesör” payesi edinmiş Kemal Alemdaroğlu, Kemal Gürüz veya Nur Serter gibi akademisyenler de kendine yer edinemeyecektir.
Hakaret, iftira ve yalanı peynir ekmek gibi yazılarında kullanan Emin Çölaşan ve Uğur Dündar gibi gazeteci kırıntılarının varlığını konuşmuyorum bile.
Sayısız miktardaki medya maymunları ve şaklabanlar ise zaten olmayacak.
Günümüzde annelerimizin ve kız kardeşlerimizin kullandığı başörtüsünün Sümerler’de ‘mabet fahişeleri’ tarafından kullanıldığını söyleyen ve eski bir Anadolu medeniyeti olan Sümerler’in, tanrıları kızdırmamak için mabetlerde düzenledikleri törenlerde mabet fahişelerinin diğer rahibelerden ayrılması için başörtüsü taktığını söyleyen Muazzez İlmiye Çığ isimli “bilim avradı“na ne diyeceğiz? Tek kelime Sümerce bilmemesine rağmen İngilizce ve Almanca metinlerden yaptığı alıntılarla kendisini Sümerolog olarak tanıtan bu “bunak“, “Bizim başörtümüzün kökeni oradan geliyor” diyerek başörtülü insanlarımıza aklı sıra fahişe yaftası yapıştırıyor. Eski Türkiye mahsülü bu türden din düşmanlarının Yeni Türkiye’de ne işi olabilir ki?
Devleti konak olarak kabul edip onun kanını emen sülükler ve keneler ise geçmişi sadece büyük bir özlemle anacaklar.
Yeni Türkiye’de herkes kendi işini yapacak. Gazeteci gazeteciliğini, işadamı işadamlığını, hoca hocalığını, savcı savcılığını, hakim hakimliğini, polis polisliğini, asker askerliğini.
Hiç kimse üstüne lazım olmayan işe karışmayacak ve herkes kendi işiyle uğraşacak. İki gün önce Yılmaz Dönmez isimli çok değerli bir yazar arkadaşımla beraberdim. “Medeniyetten Yığına” isimli kitabını imzalayarak bana hediye etti. Kitabı hemen o gün okumaya başladım ve aynı gün ilk 50 sayfasını bitirdim. Yeni Türkiye’nin kuruluşunda kaliteli insan faktörünün önemi hiç mi hiç küçümsenemez. Şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki Yılmaz Dönmez gibiler Yeni Türkiye’nin yazar ve akademisyen tipini oluşturacaktır. Kendisi 10 yıl çaba harcayarak muhteşem bir kitap ortaya çıkarmış. Bir akademisyen olarak iddia ediyorum; Türk üniversitelerinde bu tarz kitap çalışmasını gerçekleştirebilecek akademisyen sayısı bir elin parmaklarından daha azdır. Yüzlerce kitap, dergi, makale, film ve internet sitesi taranarak oluşturulmuş muhteşem bir eser. Yeni Türkiye’de Yılmaz bey gibi derin düşünce ve analiz yeteneğine sahip insanlara ihtiyacımız var. Sebep sonuç ilişkisini doğru kuran, stratejik zekâya sahip insanlar bu devleti yeniden kurgulayacak ve yapılandıracaktır.
Türkiye, aşiret devleti tarzında yönetilecek bir ülke asla değildir. O dönemler artık geride kalmıştır. Yeni Türkiye’nin ajandasında Suriye’den Yemen’e, Mısır’dan Cezayir’e, Filistin’den Myanmar’a, Kırım’dan Arnavutluk’a kadar hemen her ülke yer alacak ve dünyanın herhangi bir köşesinde yaşayan tek bir Türk’ün bile menfaati korunacaktır. Bugüne kadar boş bir laftan ibaret olan “Bir Türk dünyaya bedeldir” cümlesi kuvvadan fiile dönüşecektir. Bolu Tüneli’ni 25 yılda bitiremeyen müteahhitlerin yerini denizin dibini kazarak iki kıtayı üç yılda birbirine bağlayanlar alacaktır. 80’li yıllarda böbürlenerek anlattığımız ve tamamı yabancı mühendislerce inşa edilen Boğaziçi Köprüsü’ne nisbet, bugün devasa asma köprüleri kendi insanımızla rahatlıkla inşa etmemiz bunun en güzel göstergesi değil midir?
Osmanlı, çok değil sadece 6 yıl içerisinde dağılıp parçalanmıştır. 1908 yılında Sultan İkinci Abdülhamid’i darbe ile indiren İttihat ve Terakkiciler ilk bozgunu Balkan Savaşlarında ikincisini ise I. Dünya Savaşı’nda yaşamış, sadece altı yıl içinde 22 milyon kilometre karelik toprak parçasını 780 bin kilometrekareye düşürmeyi başarmışlardır. İşte o ittihatçılar, Eski Türkiye’nin politik ve askeri alandaki ağa ve paşa babalarını oluşturmaktaydı. Bunlar ülkeyi bir aşiret devleti gibi 90 yıl boyunca yönetmiş -daha doğrusu yönettiklerini zannetmişlerdir-.
Osmanlının o kasvetli ve acılarla dolu son yıllarını şöyle bir düşünün. Hemen her gün yeni bir Osmanlı şehrinin kaybedildiği haberi İstanbul’a ulaşıyor. Devlet merkezinde darbeciler kendi aralarında birbirine düşmüş ne Tiran kimsenin umurunda ne Bosna ve Kosova. Ne Mekke ve Medine ile ilgilenen var ne de Şam ve Kudüs’le. Yani at izi it izine karışmış. Kışladan çıkıp parlamentoya adım atan ve çoğu ajan olan Jön Türk taifesi İttihat Terakkiciler, Hürriyet-Musavvat-Adalet safsatasıyla koca bir İmparatorluğu yiyip bitirdiler. Küçücük bir organizasyon yapmanın bile binlerce lira harcama gerektirdiği günümüzde, Osmanlıya özgürlük, eşitlik ve adalet getirdiğini iddia eden binlerce Jön Türk mensubunun 1800’lü yılların son çeyreğinden itibaren Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde nasıl hayatta kaldığını, nasıl geçindiğini, nasıl barındığını, nasıl dergi ve gazete çıkardığını, bu iş için gereken paraları nereden nasıl bulduğunu bir düşünün bakalım. Jön Türk ve İttihat Terakki yapılanması tamamıyla dış odaklıdır. O günün çapulcuları maalesef Osmanlıyı alâ-yı valâ ile yıkmış ve bunu tüm topluma bir başarı gibi yutturmuşlardır. O yıllarda da basın kullanıldı, o yıllarda da yalan ve iftira yoluna gidildi, o yıllarda da devlet başkanı diktatörlükle suçlandı, o yıllarda da “benden sonrası tufan” demekten geri kalınmadı. Tıpkı Gezi Olaylarında ve 17-25 Aralık 2013 Yargı Darbesi sırasında yaşananlar gibi. Yeni Türkiye bir daha bu tür bozgunların yaşanmasına asla izin ve fırsat vermeyecektir.
Kim ne derse desin demokrasi ve özgürlükler noktasında Türkiye şu an için Osmanlının son derece gerisinde olmasına rağmen, son 90 yılla mukayese edildiğinde bugün için ileri bir seviyededir. İsmet İnönülü yılların tek partisi konumundaki CHP’nin “açık oy kapalı sayım” dönemi gerilerde kalmıştır. Harf devrimi ile başlayıp Halifeliğin kaldırılması ile sonuçlanan “dinsizleştirme ve inançsızlaştırma” politikaları tümüyle iflas etmiştir. Türkiye’de artık her şey aslına rücû etmektedir. Yakılan, yıkılan, ahıra ve depoya dönüştürülen camiler tekrardan inşa edilmekte, birer ikişer ibadete açılmaktadır. İslâmı her şeyi ile dört dörtlük uygulayan ve yaşayan bu millet, işte bu nedenle tüm dünyada yeniden mazlumların umudu olmaya başlamıştır. 10 yıl öncesine kadar Ortadoğu’da hiçbir karşılığı olmayan Türkiye’nin yerini bugün “Türkiye olmazsa biz ne yaparız?” endişesi kaplamaya başlamıştır. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Kudüs ve Filistin’e bir ziyaret düzenledi. Mescid-i Aksa’da Mirac dolayısıyla namaz kıldırdı. Filistinliler Mehmet Görmez’i adeta bir Türk hükümdarı gibi karşıladı. Çünkü ecdat bu topraklardan geri çekildikten sonra ilk defa dini bir Türk lider buraya gelivermiş. Bu ziyaretlerin ardı arkası bundan sonra kesilmeyecek. 100 yıllık hasret sona eriyor ve bu topraklarda yaşayan halklar Türklerle tekrardan kucaklaşmayı özlemle bekliyor. Çok sürmeyecek göreceksiniz Musul, Kerkük, Şam, Halep, Kudüs, Mekke ve Medine yeniden Türk toprağı olacak.
Geçmişte açılan her parantez Yeni Türkiye’de birer birer kapatılacak. 623 yıl boyunca başkanlıkla idare edilen bu coğrafya yeniden başkanlıkla tanışacak, halifelik makamı şu veya bu şekilde ihdas edilecektir. Başsız kalan Müslümanlık Türklerin elinde yeniden güçlenecek ve tekrardan itibar kazanacaktır. Tam bağımsız güçlü bir Türkiye hayali ancak ve ancak iki şeyle mümkün olabilecektir; başkanlık sisteminin varlığı ve halifeliğin ihdası. İslâmın bayrağını gururla dalgalandıracak Yeni Türkiye, tüm dünya Müslümanları için yeni bir umut ışığı olacaktır. Halifelik makamının kaldırılmasından sonra Ortadoğu’da yaşananları bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçirin. Ortada tartışmasız tek bir gerçek vardır; Neredeyse kabile bazında devletleşen onlarca Arap devleti ve bunları büyük bir keyifle sömürüp yöneten Hıristiyan Avrupa. İslamın en mukaddes şehirleri bugün maalesef Hıristiyanların ve Musevilerin elinde. Sadece mukaddes şehirler mi? Ya İstanbul’un kalbinde yer alan ve 1453 yılından beri camii olarak kullanılıp, sonrasında Batılıların talebi doğrultusunda müzeye dönüştürülen Ayasofya’ya ne diyeceğiz? Bu seçim çok ama çok önemli. Erdoğan rüştünü ispat etmek ve bu milletin gönlünde ölümsüzleşmek istiyorsa AYASOFYA’yı tekrardan ibadete açmalı ve Ayasofya’nın müze vasfını iptal etmelidir. Ayasofya’nın ibadete açılması Lozan’ın yırtılması noktasında çok önemli bir adım olacaktır. Türklerin 1923 sonrasında yaşadıkları en önemli kazanım ve fetih olacaktır. 30 Mayıs 2015 tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu Yenikapı’da ortak bir miting düzenleyecek. Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesine ilişkin müjdeyi bu mitingde duyarsanız hiç şaşırmayın.
Birbiriyle gerçekten dost olan kaç tane Müslüman ülke biliyorsunuz. Mikro mezhepsel çatışmaların yaşandığı, birbirinden sapkın mezheplerin birbiri peşi sıra ortaya çıktığı bir İslam coğrafyası ile karşı karşıyayız. Halifelik müessesesinin tekrardan hayata geçirilmesine en başta inançlı dünya Müslümanları sevinecektir. Peygamber efendimizi kamyonet kasasına bindirmekten imtina etmeyen Fethullah Gülen gibi sapkın ve şarlatanların din alimi olarak ortada dolaşmasının sebebi bu eksiklik değil midir? Fethullah Gülen terör örgütü yapılanmasının deşifre etmeye çalıştığı MİT ve diğer istihbarat birimlerimiz ise Yeni Türkiye’nin temel dişlilerini oluşturacaktır. Bu ülkenin istihbarat teşkilatı her türlü operasyonel yeteneğe ziyadesiyle sahiptir. Bu saatten sonra hiç kimse Türkiye ile oyun oynayamayacak, hiçbir yabancı devlet ve istihbarat kuruluşu kendi fikir ve düşüncelerini içerideki köpekleri vasıtasıyla uygulama fırsatı bulamayacaktır.
Eski Türkiye düşmanları, bu günlerde oldukça endişeli. Osmanlının bağışlamadığı tek bir suç vardır ki o da “vatana ihanet“tir. Bu suçun cezası o yıllarda genelde çok tatlı bir yolculukla sonuçlanırdı. Devlete isyan edenlerin kafası kesilir ve bozulmaması için bir bal kovası içerisine yerleştirilerek İstanbul’a gönderilirdi. Günümüzde bu cezayı hak eden o kadar çok hain var ki saya saya bitmez. Ancak inanın bunların sonu çok acı olacak. Kim bilir belki çok yakında Türk istihbaratı birilerinin kesik kafasını bir bal kovası içinde Beyazıt meydanında sergileyecektir.
Sürekli savunma modunda olan Eski Türkiye geçmişte kalmıştır. Devlet adamı, bürokratı ve hatta halkıyla, savunma modundan saldırı moduna geçen bir Türkiye’ye herkes alışmalıdır, alışacaktır da. Bakın daha dün Ermenistan ve Avusturya devlet sitelerine yaptıkları siber saldırılarla dikkat çeken Türk Hack Team grubu, bu kez sözde Ermeni soykırımını tanıyan Almanya’yı hedef alan bir saldırı düzenledi. Türk Hack Team üyeleri, Almanya Gizli Servisi (bnd.bund.de), Almanya Bağımsız Katolik Haber Portalı (kath.de), Almanya Merkez Bankası (bundesbank.de), Federal Almanya Araştırma ve Eğitim Bakanlığı (bmbf.de) ile Başkent Berlin (Berlin.de) adreslerinin de aralarında bulunduğu yaklaşık 300 devlet sitesini saatlerce erişime kapattı. Saldırılar nedeniyle Alman sunucularında yüksek miktarda zarar meydana geldiği öğrenildi. Türk Hack Team tarafından yapılan açıklamada, ”Siber saldırıların sözde soykırım komedisini kabul eden devletlere artarak devam edeceği, Ermenistan devlet siteleri ve ardından Avusturya Merkez Bankasını iletişime kapatarak sözlerinde durdukları, sağ oldukları sürece bu ve benzeri olaylara tepkilerinin yöneticileri ZoRRoKiN liderliğinde artarak devam edeceğini ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Tarih ucuz siyasi oyunlara alet edilemeyecek kadar derin bir konudur ve tarihçilere bırakılmalıdır”’ ifadeleri kullanıldı.
Aferin bu çocuklara, zekâları ve klavyeleri dert görmesin. Bundan sonra “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. O satıh bütün dünyadır“. Bu tür saldırılar Yeni Türkiye vizyonunun önemli bir parçasıdır. Eski Türkiye’de uçak, tank, otomobil ve hatta motor dahi üretilmez, dışarıdan satın alınırdı. Yeni Türkiye’de artık bu türden acizliklere yer yoktur. Uçak da üretilecek, helikopter de, nükleer başlıklı füze de. Bu tür teknolojilerin üretim hakkı hiçbir ülke veya grubun tekelinde değildir. “Onu üretebilirsin, bunu üretemezsin” numarasını üçüncü dünya ülkeleri yutabilir ancak bundan sonra Yeni Türkiye asla ve kat’a yutmayacaktır. Şu son iki üç yıl içerisinde yapılanlar ortada. Askeri taşıyıcılar, roketler, tank ve uçak sanayii aldı başını gidiyor. Türk işadamları dünyanın hemen her köşesini karış karış dolaşıyor, yeni yatırım ve iş imkânları arıyor. Avrupa’nın dev firmaları birbiri peşi sıra satın alınıyor. Murat Ülker’in Godiva ve United Biscuits operasyonu bunun muhteşem bir örneği.
Türkiye’nin Kırmızı kitabına giren FETÖ Lideri Fethullah Gülen’in talimatlarını yayınlayan medya kuruluşlarına yönelik yeni bir süreç başlatıldı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı; bu örgüte ait yayın organlarının, devlet imkânlarından men edilmesini talep etti. Savcılık, ilgili kurumlara yazı göndererek Örgüt yöneticisi Fethullah Gülen’in, örgütün geliştireceği tavır ve örgütlü olarak yapılacak işleri basın yayın organları üzerinden tabanına duyurduğunu belirtti. Örgütün, milletin egemenliğine karşı bir cemaat egemenliğinde, siyasi iktidar kurmak istediğine yer verilen yazıda, Fethullah Gülen’in gizli emelleri için dini istismar ederek cemaat mensuplarını aldatıp kullandığı, örgütlü, hiyerarşik, disiplinli ve organize bir şekilde toplumu emelleri doğrultusunda şekillendirmeye çalıştığı kaydedildi. FETÖ’nün kendine bağlı medya organları aracılığıyla, “toplumsal psikolojiyi, elindeki imkânları kullanarak terörize edip bozduğu” da belirtildi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, FETÖ Lideri Gülen’in ABD’de yaşadığı ve örgüte yönelik genel çağrı ve talimatlarını bu basın yayın organlarını kullanarak örgütü bir arada tutmaya çalıştığı, terör soruşturmasında görev alan savcı ve hâkimleri hedef gösterip tehdit ettiği, topluma kin ve nefret aşıladığı, eleştiri sınırlarını aşan açıklamalar yaptığı vurgulandı.
Farkında mısınız? Bu haliyle Fethullah Gülen terör örgütü ile Doğan medya grubu arasında hiçbir fark yok. Doğan grubu, Eski Türkiye’de hoşuna gitmeyen ve kendisine muhalif olan her kim varsa onlar aleyhinde medyada linç girişimi yapmıyor muydu? Eski DGM başsavcısı Nuh Mete Yüksel, eski Başbakanlardan Bülent Ecevit ve Tansu Çiller, CHP eski genel başkanı Deniz Baykal, eski İstanbul Belediye Başkanı şimdiki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Kaya gibi sayısız insan hakkında yalan dolan haberler yayınlayıp itibarsızlaştırma yoluna giden Hürriyet gazetesi ve onun sahibi Aydın Doğan değil miydi? Peki bu haliyle Hürriyet’in Zaman gazetesinden ne farkı var? Ve yine insanların sorgulaması gereken çok önemli bir konu daha var ki o da şu; nasıl oluyor da Nuh Mete Yüksel, MHP’li yöneticiler ve Deniz Baykal’ın seks kasetleri öncelikle bu grubun gazete ve televizyon kanallarında kendine yer buluyor. Fethullah Gülen Terör Örgütü’nce çekilen pornografik kasetler, siyasetin yeniden dizayn edilmesi sürecinde itibarsızlaştırma ve yok etme aracı olarak neden hep Doğan medya grubunca allanıp pullanarak kamuoyuna servis ediliyor?
17-25 Aralık darbe teşebbüsünden bu yana tescillenen bir gerçek varsa, o da kendini cemaat olarak tanımlayan yapının, dinleme ve röntgencilik işinde uzmanlaşmış, yasa dışı bir istihbarat ağı kurmuş olduğudur. Şimdiye kadar başına ‘kaset’ dolayısıyla iş gelen kim varsa, onların yaşadıkları da bunu doğrulamaktadır. Dönemin Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete Yüksel, Fethullah Gülen aleyhine dava açtıktan kısa süre sonra kaset komplosuyla bertaraf edilmişti. Üstelik Yüksel’in kaseti nasıl ‘bulunmuştu’ dersiniz? Terörle Mücadele Ekipleri’nin, aynen Ergenekon sürecinde olduğu gibi, Çağdaş Eğitim Vakfı’na yaptıkları bir baskında. Dönemin Hürriyet’i bu rezaleti nasıl görmüştü peki? “Bir gecelik zevk uğruna” gibi iğrenç bir sürmanşetle ve “O kadın Türk çıktı” manşetiyle tam sayfa, en gereksiz detayına kadar kaset olayını anlatarak…
Ardından 2010 referandumunun hemen öncesinde “Okyanus ötesi”ni işaret eden sözlerinden dolayı Deniz Baykal hedef alındı. Hürriyet o günlerde tam saha Baykal’ı ezme ve istifaya zorlama amacı gütmüştü. Baykal’a karşı ‘tamam mağdursun ama sen siyaseten bittin, kenara çekil’ yazıları döşenmiş, tam da kasetçilerin arzu ettiği neticenin ortaya çıkmasını sağlamışlardı. Ve sonuçta Deniz Baykal’ı, tıpkı Mısır Devlet Başkanı Muhammed Mursi’yi koltuğundan indiren savunma bakanı Sisi’nin yaptığı gibi bizzat sağ kolu olan parti genel sekreteri Önder Sav’ın tertiplediği bir operasyonla partiden uzaklaştırdılar ve onun yerine Kemal Kılıçdaroğlu denilen şahsiyeti CHP’nin başına oturttular. MHP’nin yeniden dizaynına yönelik kasetler ise Türkiye gündemini uzunca süre meşgul etmişti. Sonuçta Devlet Bahçeli’ye yakın isimlerden oluşan 10 MHP’li milletvekili partiden ayrılmak zorunda kalmıştı.
Akit yazarı Hasan Karakaya’nın “bize Nuh Mete Yüksel‘in seks kasetini Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Eski Başkanı Harun Tokak getirdi, biz yayınlamayınca Hürriyet‘te yayınlandı” açıklamasından sonra savcılık Harun Tokak’ı da mercek altına almıştı. Seks komplolarının iddiaları kapsamında hakkında Savcılık tarafından soruşturma yapılan Harun Tokak yurtdışına kaçtı ve şimdi İsrail imamı olarak Kudüs’te yaşıyor. Peki onun yerine gelen isim kim? Mustafa Yeşil. Bu zat-ı muhterem de Meral Akşener’le ilgili hazırlanan kaseti oraya buraya servis etmeye çalışan kişi. Ahlâk falan hak getire. Çek, Servis Et, İtibarsızlaştır ve Yok Et prensibi yıllar boyu uygulanıyor. Pornografik kasetleri izleyen izleyene. Ancak hiç kimse “bunları kim çekti” diye sorgulamıyor. Ama artık bu devirler geçti.
Yeni Türkiye’de hiç kimse ayrıcalıklı ve dokunulmaz olmayacaktır. Samanyolu TV ve Zaman gazetesi başta olmak üzere FETÖ’ye destek veren her basın yayın organı hak ettiği cezayı görecek, bundan sonra meydanın boş olmadığını anlayacaktır. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” atasözüne konu kuzgunların dönemi bitmiştir. Devlet devletliğini gösterecek, demokrasi ve anayasal hak safsatasıyla meydanlarda izinsiz eylem yapıp, molotof şenlikleri düzenleyenlerin asr-ı saadetleri sona erecektir.
Yeni Akit gazetesi dün küstah bir tiyatro oyuncusu Orhan Aydın’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan bir tweetini gündemine taşıdı. Orhan Aydın denilen sanatçı!, Mısır’da darbe yönetiminin güdümünde yargılama yapan mahkemenin Muhammed Mursi ve 122 kişi hakkında verdiği idam kararıyla ilgili olarak sosyal paylaşım sitesi Twitter hesabından ‘Mursi kardeşini asıyorlar. sıkıysa git kurtar’ şeklinde bir tweet attı. Bu paylaşım için yazacak kelime inanın bulamadım. Yeni Türkiye’de işte bu türden sanatçı kırıntılarının da hiçbir karşılığı olmayacaktır. Geçmiş iktidarlar döneminde Yeniçerilere dağıtılan ulufe tarzında bu türden sanatçı bozuntularına “devlet sanatçılığı” ünvanı verilip maaş bağlanmıştı.
Bu yanlışlıklardan bir tanesi geçenlerde düzeltildi. Devlet başkanına ve iktidara hemen her ortamda ağız dolusu küfür ve hakarette bulunan Levent Kırca’ya, Süleyman Demirel tarafından verilen devlet sanatçılığı ünvanı Erdoğan tarafından geri alındı. Son derece haklı ve doğru bu karardan dolayı Cumhurbaşkanını kutlamamak mümkün değil. Dünyanın başkaca hiç bir ülkesinde örneği bulunmayan bu ünvana sahip ol, yeşil pasaport taşıma hakkından bedavadan maaşa kadar devletin sunduğu hemen her imkândan yararlan, devlet sanatçısı ünvanınla siyaset yap, sonra da kalk devlete küfret. Böyle bir şey ne teknik olarak ne de ahlâken mümkün değil.
Yeni Türkiye’de meslek odalarının hegamonyası da geride kalacak. Nitekim bu konudaki ilk tırpanlama Gezi Olayları ve yeni Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın yapımı esnasında havlayıp duran Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin onay yetkisinin alınmasıyla yapıldı. Geçenlerde İstanbul’un çok önemli bir CHP’li belediye başkanı ile beraberdim. Aynen şu ifadeyi kullandı; “Tayyip Erdoğan‘ı görünce Mimarlar Odası‘nın onay yetkisini kaldırdığı için elinden öpeceğim“. Türkiye’de maalesef bir oda terörü yaşanıyor. Hiçbir hizmet sunmayan, yüksek aidatlarla üyelerini mağdur eden, hemen her toplumsal olayda kendilerini bir matah zannederek eylem yapmaya kalkan bu meslek kuruluşları tüm güçlerini tabi ki anayasadan alıyor. Anayasa yazılırken unutulan tek şey sanırım yemek tarifleri. Mevcut haliyle “kazuistik” (detaycı) anayasa olarak tarif edilen darbe anayasasında yok yok.
Türkiye’de şu an halk egemenliğine dayanan demokratik bir sistem değil, yargıçların egemenliğine dayalı jüristokratik sistem egemen. Jüristokrasi, yargıçlar egemenliğine dayalı, demokrasiye tamamen zıt bir kavramdır. Bu sistem oligarşik bir yönetim biçimi olup milli irade bütünüyle göz ardı edilir. Olgunlaşmamış demokrasilerde sıklıkla görülen juristokratik yapıda, yargı kurumunu temsil eden kişilerin yorum kabiliyeti ön plana çıkar ve yargıçların yorumları neticesinde şekillenen kanunlarla ülke yönetilir.
Türkiye, bu vesayet kurumlarını er veya geç ortadan kaldırmak zorundadır. İleri demokrasi, her bireyin ve her toplumun en doğal özlemidir. Ortalama bir kitap kalınlığındaki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda neredeyse bahsedilmeyen hiçbir konu kalmamıştır. Halbuki Anayasanın soyut kavramlardan, kısa ve öz hükümlerden oluşması gerekmektedir. Bu tür çerçeve anayasalarda geriye kalan tüm hususlar yasama organı tarafından doldurulur.
1787 tarihli Amerikan Anayasası bunun en güzel örneğidir. Toplam 7 maddeden oluşan bu Anayasa 227 yıl içerisinde sadece 27 defa değişikliğe uğramış olup, bu değişiklikler çoklukla yeni eyalet katılımlarını sağlamak için yapılmıştır.
1961 ve 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları ise türünün tek örneği olup KAZUİSTİK ANAYASA niteliğindedir. Kazuistik anayasa, uzun ve ayrıntılı kurallardan oluşan, kesin hükümlerin belirlendiği anayasa tipidir. Şimdi size T.C. Anayasası’nda ki bazı maddeleri sıralayacağım; “Dergi çıkartmak (Md.29), Baskı makinelerine el konulması (Md.30), Siyasi partilerin kitle iletişim araçlarından yararlanması (Md.31), Tekzip hakkı (Md.32), Derneklerin nasıl kurulacağı (Md.33), Kimlerin ne şekilde gösteri ve toplantı düzenleyebileceği (Md.34), Kıyılara ne şekilde inşaat yapılabileceği (Md.43), Çiftçilere ne şekilde toprak dağıtılacağı (Md.44), Hayvan üretimin ne şekilde arttırılacağı (Md.45), Kamulaştırma bedelinin ne şekilde belirleneceği (Md.46), Özelleştirme ve devletleştirme işleminin nasıl yapılacağı (Md.47), Kimlerin sendikaya üye olabileceği (Md.51), Grev ve lokavt hakkının ne şekilde uygulanacağı (Md.54), Asgari ücretin ne şekilde belirleneceği (Md.55), Spor federasyonlarının disiplin kararlarına ne şekilde itiraz edileceği (Md.59), Sanat sevgisinin yaygınlaştırılması (Md.64), Kimlerin siyasi partilere üye olup olamayacağı (Md.68), Siyasi partilerin uyacakları kurallar (Md.69), Kamu çalışanlarının mal bildiriminde bulunması (Md.71), Kimlerin dilekçe verebileceği (Md.74), Yüksek Seçim Kurulu üyelerinin Yargıtay ve Danıştay üyeleri arasından nasıl belirleneceği (Md.79), Milletvekillerine ödenecek yolluk bedelleri (Md.86), Silahlı Kuvvetler ve yargı organlarının Devlet Denetleme Kurulunun görev alanı dışında tutulması (Md.108). Milli Güvenlik Kurulu’nun kimlerden oluşacağı (Md.118), Devlet memurlarının nasıl alınacağı, nasıl yargılanacağı (Md.128-129), Yükseköğretimin ne şekilde yapılacağı, rektör ve dekanların ne şekilde seçileceği (Md.130-132), RTÜK, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu’nun nasıl çalışacağı (Md.133-134), Diyanet İşleri Başkanlığının görev ve yetkileri (Md.136), Savcı ve Hakimlerin ne şekilde çalışacağı (Md.139-145), Anayasa Mahkemesi’nin yapısı (Md.146-153), Yargıtay (Md.154), Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Uyuşmazlık Mahkemesi (Md.156-158), HSYK (Md.159), Piyasaların denetimi ve dış ticaretin düzenlenmesi, Tabiî servetlerin ve kaynakların aranması ve işletilmesi, Orman köylüsünün korunması, Kooperatifçiliğin geliştirilmesi, Tüketiciler ile esnaf ve sanatkârların korunması (Md.160-173), İnkılâp kanunlarının korunması (Md.174).”
Şimdi soruyorum böyle bir Anayasa olur mu? Bu kadar saçma sapan konuların Anayasa içinde kendine yer edinmesinin temel nedeni yukarıda belirtilen bürokratik vesayet yaratma arzusudur. Ancak, ordu ve yargı kökenli vesayet kurumlarının siyasi risk dereceleri birbirinden oldukça farklıdır. Ordu içindeki darbe heveslisi paşaları şu veya bu şekilde tespit edebilirsiniz. Bu kişiler eninde sonunda “ben darbe yaptım” diyerek ortaya çıkar ve tavrını ortaya koyar. Halbuki “yargı” vesayeti bu şekilde işlemez. On binlerce savcı ve hakim içerisinde kimin kime hizmet ettiğini tespit etmek oldukça zordur. Üstelik ne kadar temizlenirse temizlensin bu yapı içerisinde kendini imha etmeye hazır canlı bombalarda bulunmaktadır. Adana’da MİT tırlarına düzenlenen operasyonu yürüten savcılar, 17/25 Aralık operasyonunu “organize eden” savcılar ve bunların hamiliğini üstlenen HSYK içindeki örgüt mensupları, FETÖ mensuplarını hapisten çıkarmak işin tahliye kararı veren hakim ve savcılar imhacılar grubunda yer alırken, rengini belli etmeyen çok sayıda uyuyan hücrede bulunmaktadır.
Anayasadan aldıkları hak ve yetkileri kullanarak kendi devletlerini kurmaya çalışanları ortadan kaldırmanın tek yolu darbe anayasasını kökten değiştirmekten geçmektedir. Aksi durumda bataklığa sinek ilacı sıkarak ne sineklerden ne de bataklıktan kurtulabiliriz. Türkiye’yi gelecek yüzyıllara taşıyacak, insan haklarına dayalı demokratik hak ve özgürlükleri ilke edinen yepyeni bir anayasa yapmanın zamanı gelmiştir. Yeni Türkiye’yi kurmanın ilk adımı bu olacaktır. İşte bunu çok iyi bildikleri için tüm Türkiye düşmanları elbirliği içinde hareket ediyor. BBP, Saadet Partisi, MHP, CHP ve HDP’nin FETÖ’den açık veya gizli destek almasının sebebi işte budur.
8 Haziran sabahı yeni bir Türkiye’ye uyanacağız. Ak koyun kara koyun belli olacak. Göreceksiniz herkes aldığı oyun muhteşem bir başarı olduğunu savunacak ve hiçbiri gönül rızasıyla koltuğunu bırakmayacak.
“Ermeni soykırımını tanıyorum” diyen, travesti aday göstermekten çekinmeyen ve olmayan dini bilgisiyle Kabe ile Taksim’i mukayese etmeye kalkan HDP lideri Selahattin Demirtaş, Fethullah Gülen’in kendisine uzattığı muzlara kanıp şebeklikte sınır tanımayan Saadet’in Mustafa Kamalak’ı, Türkiye’nin gizli sırlarını İsrail başta olmak üzere yabancı istihbarat birimlerine servis ettiği ayan beyan belli olan kişilerle işbirliği yapmaktan çekinmeyen BBP’li Mustafa Destici, geçmişinde Kürt ve Alevi soykırımı dahil her türlü pislik olduğu halde demokrasi havariliğine soyunan CHP’nin Kemal Kılıçdaroğlu’su Eski Türkiye’nin son politik kalıntıları olarak şu üç günlük dünyada arz-ı endam etmeye devam edecekler. Bu kişilerin tamamı ateşin etrafında dönen pervane böcekleri gibi mum alevinin kendilerini kucaklamasını bekliyor. 7 Haziran seçimleri hepsinin de son seçimi olacak.
Davutoğlu’nun miting meydanlarında sergilediği performans Erdoğan ile mukayese edildiğinde ancak “ortanın altı” seviyesinde not alır. Ancak onun çok büyük bir bilim insanı ve mütefekkir olduğu hususunda aksini iddia edecek hiç kimse çıkamaz. Ahmet Davutoğlu, Türklük, Türkmenlik, Al bayrak, Yeni Osmanlıcılık ve Yeni Türkiye kavramlarının zihinlere yerleşmesi hususunda oldukça etkin bir çaba içerisinde. Bir Türkmen olarak bunlar tabi ki beni gururlandırıyor. Türk halkının bu türden moral değerlere ziyadesiyle ihtiyacı var. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı esnasında Osmanlı topraklarının neredeyse yüzde 85’lik kısmını kaybeden Türk insanını ne 1920 Ankara Antlaşması ne de 1923 Lozan Antlaşması memnun edebilmiştir. 1908 sonrasında imzalanan her anlaşma, Türklerin toprak kaybıyla sonuçlanmıştır. Bu kötü rüya artık sona ermelidir, erecektir de.
Yeni Türkiye; yeni idealleri, yeni ülküleri, yeni hedefleri, yeni amaçları ve yeni beklentileri ifade etmektedir. Bürokratı, politikacısı, sanatçısı, işadamı, esnafı, memur ve işçisi ile Yeni Türkiye’yi bizler inşa edeceğiz.
Geçenlerde Kilis’teki mülteci kamplarını ziyaret etmiş oradaki sığınmacılara verilen hizmetlerden bahsetmiştim. Ülkemize sığınan Suriyeli Arap ve Türkmen kardeşlerimize kucak açan, onların hemen her sorunuyla ilgilenen Kilis Valiliğinin ve AFAD yetkililerinin çabaları her türlü takdirin ötesinde. Ve eklemiştim “yaşayan bir Osmanlı valisi görmek ve onunla tanışmak istiyorsanız Kilis valisi Süleyman Tapsız beyi görün” demiştim. Vali bey Kilis’te muhteşem bir organizasyon becerisi sergilemiş. 90 bin Kilisliye karşılık 110 bin Suriyelinin barındığı Kilis’te hiç kimsenin ağzından tek bir olumsuz cümle çıkmıyorsa gerek Vali beyi, gerekse böyle bir valiyle çalışma şansına sahip olan vali yardımları Ulaş Akhan ve Vedat Yılmaz beyleri tebrik etmek gerekir. Yeni Türkiye’nin devlet idarecileri işte aynen böyle olacaktır. “Halka hizmet Hakk’a hizmettir” düsturuyla çalışan bu insanlar sadece ve sadece işleriyle ilgileniyor, başkaca hiçbir şeye kulak asmıyorlar. Darısı diğer 80 ilin başına.
Ekonomik açıdan Türk insanı artık kendini aşmıştır. Türkiye 10 yıl öncesiyle mukayese edildiğinde milli gelirini dört kat arttırarak 250 milyar dolar düzeyinden yaklaşık 1 trilyon dolar seviyesine çıkartabilen tek ülkedir.
Ancak ülke insanı olarak çoğu kimse Türkiye’nin hangi konularda üstün olduğunu ve neler yapabildiğinin farkında değil. Üstünlüklerimizi iyi bilmemiz gerekiyor. Örneğin Türkiye otomobil üretiminde Avrupa birincisi, otobüs üretiminde ise dünya ikincisidir. Dünyanın önemli şehirleri arasında yer alan İstanbul kongre turizminde dünya birincisidir. Mavi bayraklı plaj sayısında İspanya dünya birincisi iken Türkiye ikinci sıradadır. İnşaat sektörü müteahhitlik gelirlerinde Türkiye dünya genelinde Çin’den sonra ikinci sırada gelmektedir. Gelir dağılımının iyileştirilmesi hususunda OECD ülkeleri arasında birinci sıradadır. Beyaz eşya üretiminde Avrupa’da ikinci, dünyada altıncı sıradadır. İzmit Körfezi Geçiş Köprüsü orta açıklık mesafesi bakımından dünyanın dördüncü büyük asma köprüsü özelliğini taşırken, İstanbul Yavuz Sultan Selim Köprüsü ise tabliye genişliği bakımından dünyanın en büyüğüdür. Ülkemiz, tekstil üretim ve ihracatında Avrupa’da üçüncü, dünyada beşinci sıradadır. Turizm gelirlerinde dünya altıncısı olan Türkiye, tarımsal ürün ihracatında Avrupa’da birinci dünyada ise yedinci sıradadır. Demir çelik üretim ve ihracatında Avrupa’da birinci, dünyada ise sekizinci sıradadır.
Avrupa ülkelerinin tamamından daha yüksek miktarda çimento tüketen Türkiye, çimento üretiminde Avrupa genelinde birinci, dünyada ise beşinci sıradadır. Sadece bu kadar mı? Türkiye cam, seramik, fayans ve sayılamayacak kadar birçok ürünün üretim ve ihracatında dünya birincisidir. Dünyanın en büyük havaalanı İstanbul’a yapılırken, hızlı tren çok yakında Anadolu’nun dört bir yanına hizmet verecektir. Marmaray’a imrenerek bakanlar, Yenikapı ile Haydarpaşa arasında inşa edilen ikinci tüp geçitin yapıldığını fark etmedi bile. Şimdilerde ise üçüncüsü ihaleye çıkıyor.
Kendimizi hiç hakir görmeyelim. Unutmayın dünyada bizden başka 200 ülke daha var ve biz birçok konuda ilk beş veya bilemediniz ilk on içinde yer almaktayız. Dünyada kendi tankını, kendi helikopterini, kendi insansız hava aracını yapabilen kaç tane ülke vardır ki?
Farkında mısınız?
Yeni Türkiye adım adım kuruluyor…