(Article 036-03.11.2014)
CHP kadroları 1 Kasım 2014 tarihinde Antalya Belek’te kampa çekildi ve Cumhuriyet Halk Partisi’ni 2015’te iktidara taşıyacak çözüm önerilerini masaya yatırdı. Doğrusunu isterseniz partinin bu türden özgürlükçü bir tartışma ortamına ihtiyacı vardı. İktidara gelebilmek için parti yöneticilerince oldukça ilginç öneriler sunuldu, değerli tespitler yapıldı!
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sencer Ayata bir sunum yaptı ve “oyların aslanın ağzında” olduğunu dile getirdi. Ayata’ya göre ufak bir gayret gösterilirse 2015 seçimleri kazanılır ve CHP iktidara gelir. Ayata diyor ki; “Türkiye’de artık küçük partiler kalmadı, partiler arası geçişkenlik daha az, CHP’nin MHP’den alabileceği yüzde 5 oranında bir oy potansiyeli bulunurken, AK Parti’den CHP’ye gelebilecek yüzde 10’luk oy potansiyeli bulunuyor.”
CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç ise; “AK Parti gibi rüşvet ve yolsuzluğa batmış, Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün değerlerini yok etmiş bir partinin iktidarda kalması bizim için de memleket için de yüz karasıdır. İnanıyorum ki 2015’te CHP iktidara gelir. Milletin oyları kimsenin emrinde değil, yeter ki pisliklerini anlatalım. Namuslu Türk vatandaşının AK Parti ve Erdoğan’a şamar atacağına inanıyorum.” dedi.
Ancak bu kampın bence en önemli sloganı CHP Ardahan Milletvekili Ensar Öğüt’e ait. Ardahan Milletvekili Ensar Öğüt, hayvancılık konusundaki önerilerini anlatırken; “Meralarda özgür dolaşan inekler yetiştirelim. Onların sağlıklı etini insanlara yedirelim ki sağlıklı nesiller yetişsin. Omega 3 değeri yüksek hayvanların etini yiyen insanlar zeki olur. İnsanlar zeki olursa, okur, CHP’ye oy verir” şeklinde çok ilginç ve değerli! tespitlerde bulundu ve Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’da “Söz, bundan sonra Omega 3’lü et yiyeceğiz” diye espri yaptı.
2015 seçimlerinde iktidar hayâlleri kuran bir partinin iki gün boyunca kampta konuştuğu konulara bakar mısınız? Avrupalı Sosyal Demokrat liderler CHP’nin Antalya toplantısına kazara davet edilmiş olsa ve bu milletvekillerinin yaptığı konuşmaları dinlese acaba ne düşünürlerdi? Seçime bir yıldan daha az bir süre kalmış iken Türkiye’nin en büyük muhalefet partisinin tartıştığı ve konuştuğu konular bir incir çekirdeğini doldurmayacak cinsten. Ortada ne bir tane sosyal proje var, ne bir tane somut öneri. CHP iyi bir çalışma ile MHP ve AK Parti’den bir miktar oy kopartabilir mi? Olur mu olur. Ama nasıl olur? İşte bütün mesele bu.
İsmet İnönü döneminde dini hassasiyetleri ayaklar altına alan uygulamalar başta olmak üzere Adnan Menderes’in idamına giden süreçte CHP’lilerin sergilediği tavırlar, bu milletin hafızalarında halen tazeliğini koruyor. Aradan 60-70 yıl geçmesine rağmen Türk halkı halen o uygulamaları unutabilmiş değil. Camilerin ahıra, pavyona, meyhaneye, CHP il ve ilçe binalarına dönüştürüldüğünü, yakılıp yıkıldığını, ezanın Türkçeye dönüştürüldüğünü hiç kimse unutmuyor. Her biri birer şahaser niteliğindeki Osmanlı ve Selçuklu eserlerinin nasıl yok edildiğine yönelik binlerce var. Onlardan bazılarını hatırlatmakta fayda var;
1590’lı yıllarda Katip Mustafa Çelebi tarafından inşa ettirilen ve Beyoğlu ilçesi Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Çukur Çeşme Sokağı’nda bulunan ve mahalleye adını veren Katip Mustafa Çelebi Camii, şu anda “İstiklâl Meyhanesi” ismiyle meyhane olarak faaliyet gösteriyor. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde 1941’de 4.010 liraya satılan 350 yıllık Katip Mustafa Çelebi Camii, Zarifî ailesince yıktırılıp yerine üç katlı betonarme bina yapılmış ve 1985 yılında da pavyon olarak kullanılmış. 2005 yılında ise İstiklâl Meyhanesi’ne dönüştürülmüş. Zarifi ailesi kimdir diye merak ederseniz; 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne borç veren ve Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin kurucuları arasında yer alan eski bir İstanbul ailesidir.
Sultanahmet’te Alemdar Mahallesi, İncili Çavuş Sokak’ta yer alan Şeyh Kaygusuz İbrahim Baba Kâdirî Dergâh-ı Şerîfi de aynı kaderi paylaşıyor. 1863 yılında yapılan bu dergâh binası Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce içkili lokantaya kirâya verilmiş.
1966 yılında İnönü muhalefet lideriyken kendi döneminde camilerin kapatılmadığını iddia edince, dönemin önde gelen gazetecilerinden Mehmed Şevket Eygi, Yeni İstiklal Gazetesi’nde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi gönderilmesini okurlarından ister. Gelen belgeler 2003 yılında Mehmed Şevket Eygi tarafından “Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı” adıyla kitaplaştırılır. Bu kitap, yakın geçmişimizdeki mimari sanat katliamlarını detaylı olarak anlatan çok önemli bir eserdir.
15 Kasım 1935’te bazı camilerin kapatılmasına yönelik bir kanun çıkarılır. 2845 numaralı kanunda; “Tasnif harici tutulan cami ve mescitler usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır” hükmü vardı. Bu tarihten sonra yüzlerce cami kapatıldı, satıldı, yıktırıldı hatta parti binası olarak bile kullanıldı. Tokat’ta Kâbe Mescit isimli ibadethane 1940’lı yıllarda kiraya verilerek tuz deposuna dönüştürüldü. 4 Ocak 1967 tarihinde Yeni İstiklal Gazetesi’ne gönderilen bir mektupta Tokat’ta 33 cami ve mescitin yıktırıldığı ve arsalarının satıldığı ifade edilmişti.
Divriği’de Cedit Mustafa Paşa Camii hapishaneye dönüştürülmüş ve mahkûmlar tuvalet ihtiyaçlarını mihrabın önüne konulan küplere yaparak gidermişlerdi.
Anadolu Hisarı’nda Barutçular Sokak’ta bulunan Mihrişah Valide Mescidi de CHP’ye parti ocağı olarak tahsis edilmişti.
1945 yılında Maraş Türkoğlu Cumhuriyet Mahallesi’ndeki Ulucami kapatılmış, caminin açık bırakılan kapısından içeri giren hayvanlar burasını ahır haline getirmişlerdi.
Aynı mektuplardan Antalya’da Selçuklu eseri olan Yivli Minare Camii ile Osmancık ilçesindeki Akşemseddin Camii’sinin ahıra, Bingöl’deki İsfehan Bey Camii’sinin de buğday deposu ve hayvan tavlasına dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır.
20 Nisan 1936 tarihli “Cumhuriyet Gazetesi”ndeki bir haber aynen şu şekildedir; “Bu ne insafsızlık. Seferihisar’da tarihî bir cami ahır yapılmış!”. Habere göre İzmir Seferihisar’da bulunan Hereke köyündeki II. Bayezid zamanından kalma tarihi cami tahrip edilmiş ve ahır haline getirilmişti. Sadece cami değil, medrese ve kütüphanesi de bulunan bu viranenin bazı parçaları inşaatlarda kullanılmıştı.
Mimar Sinan’ın talebesi ve Sultan I. Ahmet’in mimarbaşısı Sedefkâr Mehmet Efendi tarafından yapılan ve tüm sanat tarihçilerini kendine hayran bırakan, çini ve mozaiklerinin renginden dolayı “Mavi Camii” (Blue Mosque) unvanını alan Sultanahmet Camii, İsmet İnönü zamanında yani 1939 ile 1945 tarihleri arasında, Anadolu’dan toplanıp Trakya sınırına gönderilecek erlerin sevkiyat durağı (geçici yığınağı ve barınağı) olarak kullanılmıştır. O muhteşem yapının içinde altı sene boyunca aralıksız olarak ocaklar yakılmış, yemek pişirilmiş, çamaşır kazanları kaynatılmıştır. Bu arada o muhteşem çinilerin çok büyük bir kısmı, yanmış, dökülmüş veya kararmıştır.
Üstelik bu tarih katliamının karşısında İnönü döneminin her hareketini savunmayı üstüne vazife edinen bazı zevatlar, bu durumu kabul etmekten başka çare bulamayarak, “Evet camileri öyle yaptık ama hele bir sorun niçin yaptık?” diyerekten kendilerini şu şekilde savunmuşlardır; “Evet! Gerçekten de CHP ve İsmet İnönü, 1939-46 yılları arasında Türkiye’deki bazı camileri depo yapmış, bu camilerin kapısına kilit vurmuş, etrafına asker dikmiş ve bu camileri ibadete kapatmıştır. İsmet İnönü, Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1939-1946 yılları arasında, Türkiye’ye yönelik muhtemel bir saldırıda, camilerin hedef alınmayacağını düşünerek, müzelerimizdeki “tarihi” ve “dini” değeri olan eserleri zarar görmemeleri için, bazı camilere koydurarak koruma altına almıştır. Evet, İsmet İnönü, 1939-1946 arasında bazı camileri “depo” yapmıştır, ama bu depolar, Kutsal Emanetler, Hz. Muhammed’in sancağı, kılıcı, Hırka-yı Saadet’i, Hz. Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerim’i gibi “dinsel ve tarihsel” değeri olan eşyaların deposudur. Bu nedenle gerçek bir Müslümana düşen görev, bu davranışından dolayı İsmet İnönü’yü “kınamak” değil, “kutlamaktır.”
Kilis’te meşhur bir laf vardır; “hem kel hem de fodul” şeklinde. Böyle saçma sapan bir savunma olabilir mi?
Bugün tekrar inşa edilmiş olan Sirkeci Garı’nın bitişiğindeki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii yıktırılarak yerine ne yapılmıştır dersiniz? Tahmin bile edemezsiniz; “Sazevi”.
İstanbul Dolmabahçe Camii, müze yapılacak başka bir yer kalmamış gibi Deniz Müzesi’ne dönüştürülmüş, 1960 darbesinden sonra ise askerler tarafından Yassıada İrtibat Bürosu olarak kullanılmıştır.
23 Temmuz 1940 tarihli Yenigün Gazetesi Hatay’da hangi caminin kaç liraya satışa çıkarıldığını ilan etmişti. Buna göre Halebi Osmaniye Camii’ne 400, Kurmalı Mescid’e 120, Kantara Camii’ne 50, Sadık Efendi Mescidi’ne ise 100 lira değer biçilmişti.
Amerikalı askerler 2001’de Bağdat’ı işgal ettiklerinde ayaklarındaki botlarla bir camiinin içinde yerlere uzanıp dinlenmişti. İşte o Amerikalı askerler gibi bu memleketin askerleri de 1939 ile 1945 tarihleri arasında Sultanahmet Camii’nin içinde yatıp kalkmışlardır.
CHP, Omega 3 deposu özgür inekler besleyip, bu ineklerin etiyle sağlıklı nesiller yetiştirip, akıllı ve okuyan insanlar yaratıp, iktidara gelmeyi hedeflerken, Cumhurbaşkanı Erdoğan birbiri peşi sıra hem Doğu’ya hem Batı’ya mesajlar veriyor. Sürekli olarak bölgenin ve Türkiye’nin önemini vurguluyor. Pazar günü İstanbul’da yaptığı konuşmada; “İstanbul tüm bölgenin kalbi durumundadır. Kahire’de sakalından gözyaşları süzülen ihtiyarın kederi İstanbul’a kadar ulaşır. Filistin’de deniz kenarında oynarken öldürülen çocuğun feryadı İstanbul’da duyulur. Biz bir şeye muhtacız. Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan. Biz böyle bir Türkiye’nin yeniden imarı için çalışıyoruz. Bosna Hersek’ten, Filistin’den, Mısır’dan, Suriye’den bana ne diyemezsiniz. Buralarda olan bitenden her zaman dertlenmemiz şart. Bu yeni Türkiye’nin görevidir. Büyük Devlet olmanın görevidir.” diyerek kıtaları aşan bir vizyon ortaya koyuyordu.
CHP, Esed’i desteklemeye çaba sarfederken AK Parti iktidarı Halep’ten, Hama’dan, Humus’tan, Şam’dan, Deyr-ez-Zor, Rakka ve İdlib’den can korkusuyla kaçıp gelen milyonlarca insana sahip çıkıyor, karnını doyuruyor, yetimlere ve öksüzlere analık babalık yapıyor.
Türkiye, dünyadaki tüm sosyolog ve toplum bilimcilere yıllar boyu iş çıkartacak derecede ilginç olayların peş peşe yaşandığı bir ülke. Tek başına Gezi Olayları veya 42 kişinin ölümüne neden olan Kobani Eylemleri bile önemli bir sosyolojik vaka özelliği taşıyor. Son bir haftadan beri Üsküdar Validebağ civarında yapılacak cami inşaatına gösterilen tepkiler bile incelenmeye değer nitelikte. Ezan sesinin uykusunu bölmesinden rahatsızlık duyanlar, bunu söylerken “elhamdürillah Müslümanız” demeyi unutmayanlar, alnı zinhar secdeye değmeyenler, “inançsızlar koalisyonu” olarak isimlendirebileceğimiz DHKP-C, PKK, KCK, HDP ve CHP güruhu bu ülkede bir anda güç birliği oluşturabiliyor.
Türkiye’de son bir buçuk yıldan beri yaşanan olaylar aslında Eski Türkiye heveslileri ile Yeni Türkiye sevdalılarının güç mücadelesinden başka bir şey değil. Zayıf, cılız, biçare bir Türkiye’de rahatlıkla at koşturan, kendi derebeyliklerini kurup Türkiye’yi yıllar boyu bir adım öteye taşıyamayan iktidar ve güç heveslileri, onlara taşeronluk yapan terör örgütleri, maddi destek sağlayan yerli ve yabancı finans grupları, Pİ-AR desteği sunan paralel ve merkez medya mensupları ve sayısı belirsiz çok sayıda vatan haini bu günlerde işsiz güçsüz. Türkiye bu safralardan arındıkça gücünü fark ediyor, kendine olan güveni artıyor, özüne ve köküne geri dönüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun Ortadoğu, Balkanlar, Afrika ve Kafkas coğrafyasına gösterdiği yakın ilgi bunun en büyük göstergesi. Türkiye’nin bölgesel gücünden, artan itibarından, dünya çapındaki etkinliğinden rahatsız olan ülkelerin tek umudu; işte bu “Eski Türkiye heveslileri”.
Türklerle Kürtler yekvücut olduğunda bu bölgede “Büyük Türkiye” kurulacaktır. Şimdilerde Kobani ile yatıp Kobani ile kalkanlar, geçmişte ise PKK’nın 30 yıldan beri bölgede yarattığı korku düzeninden nemalananlar “Arkamızda PKK var, bize kimse konunamaz, asarız, vururuz, keseriz” nidaları atarak yıllar boyu insanlar üzerinde tahakküm kurdular ve kendilerine ait bir derebeylik yarattılar. Barış ve Kardeşlik Projesi başta HDP milletvekilleri olmak üzere, PKK’nın uzantısı konumunda bulunan Belediye Başkanlarını, Meclis Üyelerini, il, ilçe, köy, nahiye ve hatta mahalle yapılarını birdenbire açığa düşürdü. PKK’nın hiçbir kolu ve hiçbir uzantısı sahip olduğu konumu ve itibarı kaybetmek istemiyor. Öcalan ile Kandil arasındaki sürtüşmenin temel nedenide bu. Öcalan barış projesini desteklerken, Kandil ve uzantıları bunun tam tersi yönde hareket ediyor. İtibar ve otorite kaybı bir yana, bu işin maddi kayıplarıda göz ardı edilmemesi gereken önemli bir husuus. Silah, uyuşturucu, sigara, mazot ve insan kaçakçılığı dahil hemen her türlü ticari faaliyetten yıllar boyu para kazanan kan tacirlerinin bu rant kapısını bırakmaya hiç mi hiç niyetleri yok. Kobani’nin PKK için hiçbir önemi olmadığı gibi, Kobani’de ölenlerinde zerre kadar değeri bulunmamaktadır. Esas mesele Kobani’yi bahane edip bölgede artan stresi çatışmaya dönüştürmek ve Türklerle Kürtleri tekrardan çatıştırmaktır.
Ortadoğu’da federal yapıya dayalı bir Türk İmparatorluğu kurmak çok uzak bir ihtimal değil. Dün Prof. Dr. Mehmet Çelik hocamla beraber İstanbul’da Millet Caddesi üzerinde yeni açılan Salloura isimli Suriye lokantasına ve hemen bitişiğindeki Seniora isimli Suriye tatlıcısına gittik. Hem yemek, hem de tatlı konusunda Halepli ustaların mahareti meşhurdur. Her iki işletmede de tamamıyla Suriyeli ustalar çalışıyor. Suriyelilerin ülkelerini terk ederek İstanbul’a gelip işyeri açmaları ve kendi lezzetlerini buraya taşımaları çok güzel bir şey. Fakat üzücü olan kendileriyle ancak İngilizce anlaşabilmemiz. Halbuki Halep ile benim memleketim olan Kilis’in arası sadece altmış kilometre. Bundan 90 yıl önce bir Halepli ile bir Kilisli Türkçe konuşarak rahatlıkla anlaşabiliyordu. Bugün ise ne onlar Türkçe biliyor, ne de biz Arapça. 400 yıl bir arada yaşayan iki toplumun düştüğü duruma bakar mısınız? Bu arada hem Suriye lokantasını hem de Suriye tatlıcısını ziyaret ederek kendinize eşsiz ve enfes bir ziyafet çekmenizi tavsiye ederim.
Türkiye, eski Osmanlı vatandaşlarına sahip çıkmalı, dünyanın neresinde bir Osmanlı vatandaşı varsa ona kayıtsız şartsız Türkiye Cumhuriyeti pasaportu vermelidir. Lozan Anlaşması’nın 30. maddesi “uyrukluk” meselesi ile ilgilidir. Bu madde; “İşbu Andlaşma hükümleri uyarınca Türkiye’den ayrılan topraklarda yerleşmiş Türk uyrukları kendiliğinden ve yerel yasaların koşulları içinde bu toprakların geçtiği Devletin uyruğu olacaklardır” şeklindedir. Osmanlı uyruğunda olan milyonlarca vatandaşımız bu madde ile bir gece de Bulgaristanlı, Yunanistanlı, Suriyeli, Iraklı, Suudi Arabistanlı, Mısırlı olmuştur. İki yanlış bir doğru etmez. Bu yanlışı düzeltmenin zamanı gelmiş de geçmektedir. Bosna, Kosova, Arnavutluk, Yunanistan, Macaristan, Romanya, Yemen, Sudan, Ürdün, Filistin, Mekke, Medine, Şam, Halep, Bağdat, Musul, Basra, Tiflis, Kırım, Gence, Sofya, Rodos, Midilli, Sisam, Atina, Selanik, Manastır ve diğer Osmanlı şehirlerinde bugün hayatta kalan her Osmanlı vatandaşının cebine analarının ak sütü gibi helâl ay yıldızlı Türkiye Cumhuriyeti pasaportunu koymamız gerekmektedir.
Bu bizi dünyadan kopartmaz, aksine dünyaya daha da güçlü bir şekilde bağlar. Bu bizi fakirleştirmez, aksine daha güçlendirir ve zenginleştirir. O pasaportlar, yakın gelecekte Yeni Türk İmparatorluğu’nun kuruluşuna imkân sağlayacak, Türkiye’yi Birleşmiş Milletler’in en güçlü ülkelerinden biri konumuna getirecektir.
Bundan bir ay kadar önce ilginç bir haber gözüme çarpmıştı. CHP Savaştepe İlçe Başkanlığı’nı yürüten ve yakın zamanda bu görevini bırakan Metin Arslan, koyunlarını diğer koyunlarla karışmaması için CHP amblemiyle boyamış ve amacını şu şekilde özetlemişti; “CHP Türkiye’nin partisidir. Buna her kesimden vatandaş sahip çıkmalı. Bir farklılık olsun diye koyunlarımı bu şekilde boyadım. CHP’de farklı bir parti. Her insanın, her canlının, bütün Türkiye Cumhuriyeti’nin CHP’ye ihtiyacı var. CHP artık iktidar olmak zorunda”.
Ne kadar enteresan değil mi? Şu dört sayfalık yazıda bile biz YENİ TÜRKİYE ve YENİ TÜRK İMPARATORLUĞU’nu konuşurken, CHP koyun ve ineklerle iktidara gelmenin hayâlini kuruyor.
Vizyon ve dünya görüşü dedikleri bu olsa gerek!!!