(Article 065-04.03.2015)
Recep Tayyip Erdoğan’ın gerek Başbakanlık gerekse Cumhurbaşkanlığı görevi sırasında sıkça dile getirdiği Yeni Türkiye ve Büyük Türkiye kavramlarını bundan sonra daha fazla duymaya alışmamız gerekiyor. Tıpkı Cumhurbaşkanı gibi Başbakan Davutoğlu’da gerek AK Parti il kongrelerinde gerekse halka açık mitinglerde bu kavramı olabildiğince vurguluyor. “Yeni Türkiye” kavramının özellikle ulusalcı ve Cumhuriyetçi kanatta çok fazla taraftar bulduğu söylenemez. MHP tabanında ise bu söyleme çok fazla bir itiraz yok hatta çoğu kişinin hoşuna gidiyor. Bazı kesimler “Yeni Türkiye” kavramını Erdoğan’ın ütopik bir düşüncesi olarak lanse etmeye çalışsa da işin aslı öyle değil.
Türkiye 90 yıllık Cumhuriyet döneminde köklerinden olabildiğince kopartıldı ve bırakın dünyanın diğer bölgelerini, kendi coğrafyasında bile yalnızlaştırıldı. Çoğu kimse, nedenini sorgulama gereği bile duymaksızın Türkiye’nin dört bir tarafının düşmanlarla çevrili olduğu düşüncesine kendini inandırdı. Yıllar boyu Suriye, İran, Irak, Suudi Arabistan, Yemen, Mısır, Libya, Cezayir, Ürdün, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Yugoslavya, Rusya, Gürcistan, Romanya ve Macaristan’ı bile kendimize düşman kabul edip durduk. Halbuki bu ülkelerin kısmen veya tamamen neredeyse tamamı yüzlerce yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış, barış ve huzur içerisinde birlikte yaşamış, kelimenin tam anlamıyla etle tırnak gibi birbiriyle kaynaşmıştı.
- yüzyılda başlayıp 18. yüzyılda Hindistanyönüne doğru hız kazanan sömürgecilik faaliyetleri, 19. yüzyılın başlarından itibaren Doğu coğrafyasına yönelmişti. Mora İsyanı, Balkan ayaklanmaları, Sırp İsyanları ve Kavalalı İsyanıgelecek yüzyılda yaşanacak sıkıntıların adeta habercisi olmuş, I. Dünya Savaşı ise Osmanlı’nın toprak kayıplarını önü alınamaz bir noktaya getirmişti.
1916 yılında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında gizlice aktedilen bir anlaşma bugün Ortadoğu coğrafyasında yaşanan sorunların temelini oluşturmuştur. İngiltere hükümetini temsilen Mark Sykes ile Fransa hükümetini temsilen Francois Georges-Pycot’un 1916 yılında uzlaşıya vardığı ülkesel sınırların çoğu düz çizgilerden oluşuyordu. Sykes ve Pycot’un her ikisi de sömürge yönetiminde yetişen ve bölge halklarının Avrupalıların idaresinde daha iyi yaşayabileceğine inanan aristokratlardı. Bu ikilinin çizdiği harita, 400 yıl boyunca Osmanlı idaresinde bulunan toprakları yeni ülkelere böldü ve siyasi oluşumları iki etki alanına dâhil etti. Irak, Ürdün ve Filistin İngiltere etkisine girerken, Suriye ve Lübnan Fransız etki sahası içerisinde kaldı.
Sykes-Pycot Antlaşması’yla oluşan yeni jeopolitik düzende üç farklı sorun ortaya çıktı. İlk olarak, bu anlaşma Arapların bilgisi dışında gizlice hazırlanmıştı. İngiltere, 1910’lu yıllarda Osmanlıya karşı ayaklanmaları durumunda onlara bağımsızlık verileceği yönünde Araplara söz vermişti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Arapların bağımsızlık rüyası gerçekleşmediği gibi her biri birer İngiliz ve Fransız sömürgesi haline geldi. Bu sömürgeci güçler 1920’li, 30’lu ve 40’lı yıllarda Arap dünyasındaki nüfuzlarını kullanmaya devam edince, Kuzey Afrika ve Akdeniz’in doğusundaki Arap siyaseti yönünü, sömürgecilerden ve sömürgeci sistemden kurtulmaya çalışan Arap milliyetçiliğine çevirdi. Birçok Arap ülkesinde 1950’lerden 2011’deki Arap Baharı’na kadar geçen süreçte askeri rejimlerin etkin olmasındaki kilit faktör de buydu.
İkinci sorun, haritalardaki düz çizgi çizme eğilimiydi. Sykes-Pycot, Ortadoğu coğrafyasını mezhepler temelinde bölme eğilimindeydi. Lübnan, başta Maruniler olmak üzere, Hıristiyan ve Dürziler için sığınacak güvenli bir liman olarak öngörülmüştü. Filistin’de büyük oranda Yahudiler yaşıyordu ve onun için bir Yahudi yurdu olarak planlanmıştı. Her iki ülkenin sınır bölgesindeki Bekaa Vadisi ise Şii Müslümanlara bırakılmıştı. Bölgede en büyük mezhepsel demografiye sahip Suriye’de ise Sünni Müslümanlar çoğunluktaydı. Haçlı seferlerinin sonundan, 19’uncu yüzyıla kadar geçen süreçte, canlı ticaret kültürüne rağmen bölgede farklı mezhepler birbirlerinden ayrı halde yaşıyordu. Arap dünyasının güçlü liderlerinden Hafız Esad, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi, 1980’li ve 1990’lı yıllarda mezhepsel farklılıkları, sıklıkla gaddarlık ve zulümle bastırdı. Fakat bu farklılıkların tırmandırdığı gerilimler ve hırslar ne kayboldu, ne de hafifledi. Bu ülkelerde, güçlü liderlerin yok olması, bazı Arap ülkelerindeki küçük grupları kalıtımsal derebeyliklere dönüştürdü.
Üçüncü sorun, I. Dünya Savaşı sonrasında bir yandan milliyetçilik ve laiklik, diğer yandan İslam anlayışı arasında yalpalayan devlet sistemleriydi. Son 150 yıl içerisinde üst ve orta sınıf ile toplumun geri kalan kesimi arasındaki eşitsizlik gittikçe büyüdü. Arap milliyetçiliğinin güçlü liderleri, arkalarında güçlü bir toplum desteği olmasına karşın bazen sosyalist, zaman zaman da militarist anlayışı savundu. Ama bu, sivil ve siyasi özgürlüklerin yitirilmesini de beraberinde getirdi.
Son kırk yılda Arap dünyası, toplumsal dokusundaki zıtlıklarla mücadelede ulusal bir proje sunamadı veya ciddi bir girişimde bulunamadı. Devlet yapısı patlamaya hazır bir bomba gibiydi ve tetiği çeken de demografik yapının değişmesi oldu. Son kırk yılda, Arap dünyasının nüfusu ikiye katlandı ve 330 milyonu aştı. Eğitim kalitesinden istihdama, ekonomik beklentilerden geleceğe yönelik algıya kadar, tüm sorunları en ağır şekilde hisseden bu genç kuşak, 2011’de başlayan Arap isyanlarıyla I. Dünya Savaşı sonrasında başlayan devlet düzeninin sonuçlarını değiştirmeye teşebbüs etti. Ortadoğu’nun yaşadığı mevcut değişim, daha iyi bir gelecek arayan bu kuşağa, mutlu bir gelecekten çok yıllar boyu sürecek yeni bir kaos dönemini yaşatacak gibi görünüyor.
İki kafadarın bir masa başında planlayıp basit bir pergel ve gönye yardımıyla çizdiği Sykes-Pycot haritası, Osmanlı sonrası Ortadoğu coğrafyasını 99 yıldan beri tam bir keşmekeşe soktu. Erdoğan’ın hemen her fırsatta dile getirdiği “Yeni Türkiye” kavramı, 1916 yılında çizilen ülke sınırlarında da artık değişiklik yapılması gerektiğinin işaretlerini veriyor.
“Yeni Türkiye” de sadece ülke sınırları değil, zihinlerde var olan tabular da yıkılacak. Yeni Türkiye’de her şey konuşulacak, her şey tartışılacak. Kürtler ve Türkler arasında konuşulmadık konu ve sorun kalmayacak. En başta Anadolu coğrafyasında barış ve huzur tesis edilecek, ardından sıra etrafımızdaki diğer ülkelere gelecek.
Yeni Türkiye’de devlet bürokrasisinden eğitime, milli güvenlikten askerliğe kadar hemen her şey değişecek. Artık sadece memleketin veya partinin ileri geleni olduğu için hiç kimse milletvekili ve bakan olamayacak. Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi İttihatçı veya Mason olduğu için hiç kimse devletin üst kademelerine bir anda kapak atamayacak. Hak etmediği halde sadece cemaat bağlantılarından dolayı hiç kimse polis, memur, hakim ve savcı olamayacak ve devletin diğer birimlerine çöreklenemeyecek.
Yeni Türkiye’de herkes asli işini yapacak. Rektörler elinde pankart sırtlarında cüppe ile Anıtkabir’i ziyaret edip Hükümet’i Ata’ya şikâyet edemeyecek. Omzu bol apoletli paşalar Sincan’da tank yürütemeyecek. Medya baronları kafasına göre manşet atıp suni gündem belirleyemeyecek, hükümetleri deviremeyecek. İnsanlar görünüşünden, giyinişinden, inancından ve düşüncesinden dolayı fişlenemeyecek, ayrıma tabi tutulamayacak ve yargılanamayacak. Eğitim kurumları ve üniversiteler bilim dışında hiçbir işle uğraşmayacak. “Büyük Türkiye” ideali bu ülkede yaşayan her ferdin her bireyin temel ülküsü olacak.
Bilim insanı bu ülkeyi lafta “muasır” medeniyet seviyesine değil gerçekte çağdaş bir ülke seviyesine çıkartacak buluş ve keşiflere imza atacak. Sanayici ve işadamı; “ben işimi nasıl ilerletebilirim ve ülkemi daha ileriye nasıl taşıyabilirim”in arayışı içine girecek. Bir memur, bir işçi; “ülkeme daha fazla nasıl faydalı olabilirim”in derdine düşecek. Asker vatanını daha iyi savunacak, belediye başkanı kentine ve yöresine kalıcı eserler yapacak, maliyeci vergi kaçağını önlemeye çalışacak, öğretmen daha iyi eğitmenlik yapacak, çöpçü daha iyi temizlik yapacak, şair ve yazarlar uluslararası arenada kendilerini ve ülkelerini tanıtacak eserlere imza atacak.
Büyük Türkiye ve Yeni Türkiye kavramını kuvvadan fiile geçiren iki örnekten bahsetmek isterim. Bunlardan biri Ülker Grubu. Murat Ülker, kendisine ait ve Türkiye’de önemli bir pazar payına sahip olan Ülker ürünleri ile dünyaya açılamayacağını gördü. Ve bu eksikliği gidermek için İngiltere’nin en önemli atıştırmalık ürün markalarından biri olan United Biscuits firmasını milyarlarca Euro ödeyerek satın aldı. Bu operasyonu ile Ülker grubu dünyanın en büyük atıştırmalık ürün üreticilerinden biri konumuna geldi. Bu marka, İngiltere’den Hindistan’a, Amerika’dan Afrika’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyanın kapılarını Ülker Grubu’na ardına kadar açtı. Murat Ülker gibi saygıdeğer bir işadamı tarafından “Yeni Türkiye” kavramının algılanması işte tam da bu şekilde olabilirdi. Murat Ülker Eski Türkiye kafasıyla hareket etseydi kazandığı parayı United Biscuit markasına asla yatırmaz, Zorlu Grubu’nun yaptığı gibi kazandığı parayı Zorlu Center gibi abuk sabuk bir yatırıma gömer, kira gelirlerinden para kazanmaya çalışırdı. Biri Eski Türkiye’nin, diğeri Yeni Türkiye’nin adamı.
Yeni Türkiye’de devlet adamı profili ve niteliği de değişecektir. Öğretim üyeliği görevim sırasında çok sayıda devlet adamı ve bürokrat tanıdım ve maalesef Mevlâna’nın bir sözünü sıkça kullanma gereği duydum; “Nice insanlar gördüm sırtında bir hırka yok, nice kaftanlar elbiseler gördüm içinde adam yok”. Ancak benim zihnimdeki “Vali” profilini kökten değiştiren bir kişi vardır ki anlatmadan geçemeyeceğim. Kilis Valiliği’ne yeni atanmış olan Süleyman Tapsız’ı, 2013 yılında akın akın Türkiye’ye gelen Suriyelilerin yerleştirildiği Öncüpınar sınır kampını ziyaretim sırasında tanıdım. Suriye’de iç savaş başlamış, insanlar çoluk çocuklarını alıp yalın ayak Türkiye’ye geliyor. Yanlarında hiç bir şeyleri yok. Bir Allah’a bir de Türkiye’ye güveniyorlar. Kilis’e doğru yürümeye başlayan insanları Türkiye’ye ayak bastıkları anda tüm sevecenliği ve samimiyetiyle karşılayan Kilis Valisi Süleyman Tapsız’ın yüzü gözümün önünden hiç gitmiyor. Suriyeli mültecileri kucaklayan, çocuklarını kucağına alıp seven, yetim ve öksüzlere sahip çıkan bu devlet adamını anlatacak kelime bulamıyorum. İşte Yeni Türkiye’nin valisi budur.
Sayın Vali’yi ve yaptıklarını sonrasında hep takip ettim. Kilis’in Öncüpınar ve Beşiriye kamplarında Suriyeli mültecilere verilen hizmetleri görünce hem gururlandım hem de hüzünlendim. Allah’tan ve Türkiye’den başka sığınacak hiçbir şeyleri olmayan bu insanlara açlığı, yokluğu ve vatansızlığı hissettirmediği için gerek Kilis Valisi Süleyman Tapsız’ı gerekse kendisini bu makama atayan devlet büyüklerini binlerce defa rahmet ve minnetle andım. Bu olayların tamamı Eski Türkiye’de yaşanmış olsa, Suriyeli mültecilere Türkiye kendi sınırını asla ve kat’a açmaz, kendine sığınan insanları ülkeye kabul etmeyip mayınlı sahada ölüme terk ederdi. Ve bunu yaparken de “Yurt’ta Sulh Cihan’da Sulh” ayet-i kerimesini! gerekçe gösterirdi.
“Yeni Türkiye” olgusu sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ülküsü değildir, olmamalıdır da. Yeni Türkiye’ye 80 milyon Türk vatandaşının istisnasız inanması gerekmektedir. Sykes-Pycot bitmiştir. Lozan Antlaşması’nı ve Montrö Antlaşması’nı yeniden kaleme almanın zamanı gelmiştir. Ortadoğu’da yeni sınır düzenlemeleri yapılacak ve bu sınırları bu defa ne İngilizler ne de Fransızlar çizecektir. Çok değil, kısa süre içerisinde Lozan’da elimizden alınan bazı toprakların Türkiye Birleşik Devletleri içerisinde yer aldığını tekrardan göreceğiz.
Asırlık İngiliz firmasını satın alarak bir Türk markası haline getiren Murat Ülker ile makam koltuğunda beş dakika oturmayıp gece gündüz çalışan Kilis Valisi Süleyman Tapsız’ı örnek alalım yeter.
Yeni Türkiye’yi başka dünyaların insanı değil, işini gerçekten lâyıkıyla yapan işçiler, memurlar, bürokratlar, öğrenci ve öğretmenler, mühendisler, bilim insanları ve devlet adamları kuracaktır.
Haydi herkes göreve…
20 yaşıma gelene kadar açılmayan gözler açılıyor allah razı olsun